Oluşturulma Tarihi: Aralık 14, 2003 00:00
Kur'an kursları konusu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırladığı ama tepkiler üzerine geri çekmek zorunda kaldığı yeni yönetmelikle beraber, tekrar gündeme geldi. Bu kursların geçmişteki benzeri olan ‘‘mahalle’’ ve ‘‘sübyan’’ mekteplerindeki eğitim de her zaman tartışma konusu olmuş, Kur'an'ın mánásının öğretilmesi yerine sadece ezberletilmesi temeline dayanan sistem asırlar boyunca eleştirilmişti. İşte, 14. asırdan, İbni Haldun'dan bu yana devam eden eleştirilerden biri: Türk edebiyat ve siyaset tarihinin önemli isimlerinden olan Ziya Paşa, bundan 135 yıl önce ‘‘Harcanan bu ömre, bu emeklere yazık değil mi? Bu devlete, bu millete, bu mülke acınmaz mı?’’ diyor.DİYANET İşleri Başkanlığı, toplumun bazı kesimlerinden tepki gelmesi üzerine, yeni hazırlamış olduğu Kur'an kursları yönetmeliğini geri çekmek zorunda kaldı.Uygulanmasından şimdilik vazgeçilen bu yönetmelikle getirilen yeni uygulamaların başında yaz tatillerinde açılacak Kur'an kurslarına bundan böyle ilkokul öğrencilerinin de katılabilmeleri, daha önce iki aylığına ve haftanın beş günü açık kalan kursların artık yaz boyunca ve yedi gün faaliyette bulunabilmeleri vardı. Pansiyonlu kurslar ise, senenin 365 günü açık kalabileceklerdi.Kur'an kursları, geçmiş devirlerde yaygın şekilde varolmuş olan okulları, beş-altı yaşlarındaki çocukların yani 'sabi'lerin gitmesi için kurulmuş olan 'sübyan' yahut 'mahalle mektebi' denilen okulların devamıdırlar ve temel hep aynıdır: Buralarda sadece Kur'an öğretilir, hafızası kuvvetli olan çocuklara ezberletilir, yani hafız yetiştirilir ama bütün bunlar yapılırken áyetlerin mánáları hiçbir şekilde belletilmez, küçük yaştaki çocuklardan Kur'an'ı anlamadan ezberlemeleri ve sadece 'okumaları' istenir.Bu metod, aslında bir geleneğin devamıdır: Háfızlık geleneğinin... Öğrenciye Kur'an'ın dili olan Arapça'nın okutulmaması bir yana, ezberletilen áyetlerin mánáları da öğretilmediği için gelenek dinin önüne geçmekte ve bu durum asırlardan beri aynı şekilde devam etmektedir.Biz, geçmiş devirlerin Kur'an kursları olan sübyan mekteplerinin bir işe yarayıp yaramadığını asırlar boyunca tartışmıştık. Meselá 14. yüzyılda yaşamış olan ve İslam tarihinin en büyük álimlerinden biri kabul edilen İbni Haldun 'Mukaddime' isimli eserinde 'Gaflete bak ki, çocukları Allah'ın kitabına başlatıp anlamadıkları şeyleri okuttururlar ve önemli konuların öğretilmesinin gerektiği yaşlarda vakitlerini bu işe harcatırlar' demiş, Türk Edebiyatı'nın İbni Haldun'dan asırlar sonra yaşamış olan çok önemli bir ismi, Ziya Paşa da 'Harcanan bu ömre, bu emeklere yazık değil mi? Bu devlete, bu millete, bu mülke acınmaz mı?' diye yazmıştı.Yandaki kutuda, Ziya Paşa'nın Kur'an kurslarının temeli olan mahalle mektepleri konusunda bundan 135 yıl önce yazdığı bir yazı yeralıyor. Okuyun ve aynı tartışmanın asırlardan buyana hiç değişmeden nasıl devam etmekte olduğuna siz de şahit olun.Ziya Paşa’ya göre devlete de, millete de, mülke de yazık!ZİYA Paşa, 1829 ile 1880 yılları arasında yaşadı. Devlet adamlığının, idareciliğinin ve muhalifliğinin yanısıra Türk Edebiyatı'nın önde gelen şairlerindendi ve 'Altın semer bile taksan, eşek yine eşektir', 'Tekdirden anlamayanın hakkı kötektir' gibisinden vecizeyi andıran mısralar söylemişti.Paşa dini eğitimin, özellikle de mahalle mekteplerinin yeniden yapılandırılması gereğini yazıyordu. Sübyan mekteplerinde başlayıp medreselerde devam eden dini eğitim, Ziya Paşa'ya göre hiçbir işe yaramaz haldeydi, zira öğrencilerin kafası sadece ezberle dolduruluyor, Arapça'yı bilmemeleri bir yana Kur'an'ı bile anlamıyorlardı.Ziya Paşa, Londra'da bundan tam 135 sene önce, 1868 yılında çıkarttığı 'Hürriyet' Gazetesi'nde Kur'an öğrenmeye heveslenen çocuklara mahalle mektebinden itibaren okutulan kitapları ve öğretilenleri sıralarken bakın neler yazıyor:‘‘...Bizde bir çocuk beş-altı yaşında mahalle mektebine verilir, elifbadan başlar, birkaç ay sonra önüne ‘ebced' çıkar ki ne olduğunu ne hoca efendi bilir, ne kimse anlar. Bundan sonra ‘sübhaneke', ‘ettehiyyat', ‘salávat', ‘kunut duası' ve ‘ámentü' okutulur. Bunlar gerçi namaz için lázım olan dualardır ama çocuğun büluğa erip namaza başlaması için önünde daha çok seneler bulunmasına rağmen, gene de ezberletirler. Bütün bunlar Arapça oldukları için çocuğa asla zevk vermezler, zira o yaştaki çocuk henüz olgunlaşmamıştır ve sadece oyuncaktan ve yaşının gerektirdiği şeylerden zevk alır.ZİHNİ PERİŞAN OLDUÇocuk daha sonra Kur'an'a başlar, hatmetmek için senelerce uğraşır ve hafız olur.Akrabaları, artık 13-14 yaşlarına gelmiş olan çocuğu dini ilim tahsiline sevkederlerse bu defa cami derslerine gönderilir, ‘nasara-yansuru'dan başlar, ‘Bina'ya çıkıp 35 bölüm okur, ‘Maksud'u öğrenir, ‘tereyinne' tercümesine geçer ama bitmek tükenmek bilmeyen bu tercüme yüzünden bütün zihni dolaşır. Derken ‘ámil', ‘mámul', ‘irap' gibi önceden görmediği bir takım şeylere tesadüf edip hayran kalır; ‘İzhar' ve ‘Káfiye' okuduğu sırada bu kitaplarda ne denmek istendiğini güçlükle hisseder, ‘İsagoci' veya ‘İstiare' risalesine sarılır. ‘Kazaya ve netáyic ve istihárát ve kináyát' ile uğraşır, önüne nihayet ‘Mutavvel' gelir, bu kitaptaki ‘Bedi' ve ‘Beyan' bahisleri de zihnini perişan eder.Bu arada ikindi derslerinde eğer ‘Halebi' ve 'Kuduri' gibi fıkıhla ilgili biraz birşeyler okuyacak olursa bir gurura kapılıp artık kimsenin abdestini ve namazını beğenmez olur, tatil derslerinde de ‘Kazimir' görüp ‘Cüz'-ü láyetecezzá' ve ‘Heyulá' bahislerine dalınca da tenezzül edip İbni Sina'yı bile kendisine öğrenci kabul etmez bir hále gelir.Derken camilerden birinden izin alıp bu defa kendisi rahle başına geçer ve seneler boyu okuduğu bütün bu konulardaki ilmini bu defa kendisi yaymaya başlar.Ama, bu eğitimden geçmiş olanların eline meselá 'El Ceváib' gibi Arapça bir gazete verilirse, gazetede yazılı olanları anlayabilmesi için en az iki saat boyunca sözlüğe bakmaları gerekir. Fıkıhla ilgili bir soru sorulduğunda áciz kalırlar, Kur'an'dan bir áyetin mánásı sorulduğunda 'Kadı Beyzavi'nin eserine müracaat edin' cevabını verirler, politikadan bahis açılsa İngiltere, Amerika, Japonya ve Fas gibi memleketlerin ve iklimlerin várolduğunu işitip hayret ederler, hatta dostlarından birine Türkçe bir mektup yazmaları gerektiğinde de şuna-buna yalvarırlar.... Camilerde bildikleri yolda ders okutmaktan başka devletin ve ümmetin hayrına bir işe yaramayan bu kişilerin seneler boyunca emek ve ömür sarfetmeleri, işte böyle bir netice alınması içindir! Harcanan bu ömre, bu emeklere yazık değil mi? Bu devlete, bu millete, bu mülke acınmaz mı?’’Topkapı’nın ressamı Van Mour, asırlar sonra tekrar saraydaLÁLE Devri, Türkiye'nin zevk ve safa yıllarıydı. Uzun süren savaşların nihayete erip barışın gelmesiyle, İstanbul'un üst düzeyi 1718'den itibaren 12 yıl boyunca eğlencenin her çeşidini tattı ama bu tatlı hayat, 1730'da patlayan Patrona Halil isyanıyla son buldu.Bu dönem, sosyal hayatın yanısıra sanatta da yeniliklerin yaşandığı, birbirinden güzel eserlerin ortaya konduğu bir devirdi. Meselá, bestekár Ebubekir Ağa eserlerinde devrin zarafetini, şıklığını ve hatta çılgınlığını terennüm ederken minyatürcü Levni 'dolce vita'yı, yani 'tatlı hayat'ı fırçasıyla ölümsüzleştiriyordu.İstanbul'da aynı senelerde, şehri tuvale aktaran bir başkası, Jean Baptiste Van Mour adında bir Fransız ressam yaşamaktaydı.O devirlerde fotoğraf yahut
film gibi teknolojiler olmadığı için elçiler başka memleketlerde vazifeye gittikleri zaman yanlarında mutlaka iyi bir ressam götürür, gidilen memleketin devlet erkánından sosyal hayatına kadar hemen herşeyini ressama çizdirir ve tablolarını raporlarının bir parçası olarak kullanırlardı. Bu maksatla yapılan resimler daha sonra geçmişin sosyal hayatını en iyi şekilde yansıtan kolleksiyonlar halini aldılar.Van Mour, İstanbul'a 1688'de Fransız elçisi Ferriol ile beraber geldi ama memleketine bir daha dönmedi, uzun seneler İstanbul'da yaşadı ve sadece Fransa Kralı için değil, hemen her Avrupalı hükümdara çalıştı, siparişlerini kabul etti ve yüzlerce eser verdi. Van Mour'un bugün müzelerde ve özel kolleksiyonlarda yeralan eserleri, 18. asrın ilk çeyreğindeki İstanbul hayatının en önemli görsel kaynaklarının başında geliyor.Lále Devri'nin bu unutulmaz ressamı, 250 sene aradan sonra, önümüzdeki perşembe günü yeniden Topkapı Sarayı'nda olacak. Van Mour'un Hollanda'daki Rijk Müzesi'nde bulunan tablolarından 48 adedi ile ressamın çağdaşı olan minyatürcü Levni'nin saray kitaplığında muhafaza edilen eserlerinden bazıları, 'Van Mour ve Levni' sergisinde biraraya gelecek. Sarayın müdiresi Dr. Filiz Çağman'ın uzun çabalarıyla Koçbank'ın maddi desteğinin semeresi olan ve tablolarla minyatürlerin yanısıra resimlerde görünen objelerden bazılarının da yeralacağı sergide toplam 110 parça eser bulunacak ve sergi 2004'ün Nisan'ına kadar açık kalacak.Burada, ikisi de 18. asrın ilk yıllarında çizilmiş olan ve biri doğulu, öteki de batılı bir sanatçının, yani Van Mour ile Levni'nin bakışını aksettiren iki ayrı 'uyuyan güzel' görüyorsunuz. Üç asır öncesinin böyle farklı ifadeleriyle beraber o günlerin şiir gibi olan İstanbul'unu da görmek istiyorsanız, 'Van Mour ve Levni' sergisini mutlaka ziyaret edin.
button