Güncelleme Tarihi:
Resmi ideolojinin üzerine "Şark veya köylü kurnazlığı" da ekleyerek, "salyaları akan imam" olarak resmettiği tip, köye gelen öğretmeni görünce, "Vurun Kahpeye" demeye başladı. Prof. Şerif Mardin’in sözünü ettiği, "öğretmen-imam" çatışması biraz da bunun ürünüydü işte.
"CUMHURİYET döneminin" diyor Prof. Hüsrev Hatemi, "İslam dininin köylüleşmesindeki payının sanıldığından az olduğunu düşünüyorum." Arkasından da şöyle devam ediyor: "Mesela 40’lı yıllarda, yani İnönü devrinde Şişli Camii inşaatına maddi katkı yapanlar arasında önemli miktarda asker, tüccar, esnaf vardı. Cami, küçük fakat estetik inşa edildi. Yazıları ’Bu kadarı yeter’ denerek bir imama değil, Hattat Hamid’e yazdırıldı. Şimdi İnönü devrinde değiliz, fakat, ’Taksim’e cami gerektir’ diye nutuk atanlar, Taksim’deki teneke minareyi ıslah etmeyi hiç düşünmüyorlar. İnönü devrinde yapılan Şişli Camii’nin hiçbir yerinde, ’Kár getirir aslan yeğenim’ düşüncesiyle yapılmış bir dükkan yok. Fakat 70’lerde, genellikle camilerin giriş katı dükkánlarla dolduruluyor, ikinci katına ise zevksiz, derme çatma bir cami konduruluyordu."
Zevksizlik ’egemen’ oldu
Prof. Hatemi’nin sözünü ettiği derme çatma mescitler, bütün Anadolu’yu kaplamış durumda artık. Üstelik, sadece Anadolu değil söz konusu olan, Yahya Kemal’den Attilá İlhan’a, Lady Mary Montegu’dan Gerard de Nerval’e yerli yabancı pek çok ismin minarelerine, kubbelerine övgüler dizdiği ’selátin camileri kenti’ İstanbul da alacaktır zevksiz mimariden nasibini. Sorun biraz da buradadır zaten. Zevksizliğin, görgüsüzlüğün, İslam’la taban tabana zıt davranış kalıplarının önce görünür, arkasından da her şeye egemen hale gelmesidir. Entelektüelleri başka dünyalara kapalı, okuması yazması zayıf bir toplumda, görünür hale gelenin ’hakiki’ zannedilmesi ise Taliban’ın veya Hizbullahçılar’ın ’Müslüman’ı temsil etme iddiasını tartışmayı bile gereksiz hale getirmektedir ne yazık ki.
Kur’an şehrin sesidir
Bunun arkasında biraz da, derinlikli denemeleriyle ufuk açan Nurdan Gürbilek’in, ’bastırılmışın geri dönüşü’ formülüyle izah ettiği süreci görmek gerek. Cumhuriyet’in seküler yapılanması, doğal olarak dini olan hemen her şeyden arınmayı, arınma imkánı bulamadıklarını da denetim altına almayı gerektiriyordu. Bu da, kente hakim olan Cumhuriyet elitinin, kentteki görünür İslamî sembollerle uğraşmasını getirdi beraberinde. Köy ise, ’Orda bir köy var uzakta’ şarkısında da ifade edildiği gibi, uzaklarda bir yerdeydi ve uzaklarda kalmasında da herkes için fayda umuluyordu. Esasen jandarma dışında kendisiyle pek uğraşan da yoktu. Yeni Şafak gazetesi köşe yazarı Dücane Cündioğlu, İslám’ın öncelikle kent dini olduğunun altını çiziyor. Cündioğlu’na göre, İslam şehirde doğmuştur ve "Kur’an şehrin sesi"dir.
Teorisyen, bizzat Ziya Gökalp
Oysa, Cumhuriyet, kentli İslam’ın tasfiyesini bir proje olarak el almıştır. İşin teorisyeni ise Ziya Gökalp’ten başkası değildir: "Cumhuriyet’in Ziya Gökalp eliyle tasfiye ettiği asıl şehirli İslám’dı. İslámı köylüleştiren, ’köylü İslám’ını ortaya çıkaran Cumhuriyet’tir. Cumhuriyet idarecilerini İstanbul temin etti. Anadolu ise yönetilmek için vardı. Terakkiperver Fırka’ya nisbetle Cumhuriyet Halk Fırkası köylülerin fırkasıydı, bürokratların fırkası háline gelmesi ise 30’lardan sonradır. 60’lardan sonra da memurların partisi olmuştur. Terakkiperver Fırka da, Serbest Fırka da Cumhuriyet Halk Fırka’sından daha çok şehirli unsurlar barındırıyordu."
’O tuhaf tipi’ hurafeler yarattı
Köylere hapsedilen ve kentte görünürlük kazanması istenmeyen bir dinin kaynaklarla ilişkisinin kesilmesi kaçınılmazdı. Kaynaklarıyla ilişkisi kesilen bir din de, işin tabiatı icabı kulaktan dolma bilgilerin, kuşaktan kuşağa aktarılan hurafelerin türevine dönüşecekti kısa süre sonra. İslam’ın kendisinde bulunmayan pek çok şey, bu hurafeler aracılığıyla davranış kalıplarına monte edilecek ve netice itibariyle ortaya Müslümanlar’ın bile tanımakta zorluk çekeceği tuhaf bir ’tip’ çıkacaktı. İşin içine ’şark veya köylü kurnazlığı’ unsuru da dahil olunca, Fakir Baykurt veya Orhan Kemal romanlarında sıkça karşımıza çıkan tipler kaplayacaktı ortalığı. Resmi ideolojinin, o son derece abartılı, ağzından ’salyalar akan din adamı’ tiplemesi meseleye nasıl bakıldığını da ortaya koyuyordu aslında. O da gidip, köye ’medeniyeti, ışığı, aydınlanmayı’ getiren öğretmene, ’Vurun Kahpeye’ diyerek hayat hakkı tanımıyordu. Prof. Şerif Mardin’in sözünü ettiği, ’imam-öğretmen’ çatışması biraz da bunun sonucuydu işte.
Şeyhler ’müşteri’ peşine düştü
Prof. Hüsrev Hatemi, "Bizde İslam’ın köylüleşmesinde Anadolu kökenlilerin de çok büyük payı oldu" derken biraz da bunu kastediyor aslında: "1960’lı yıllara kadar, İstanbul’u ziyaret eden Anadolulu yurttaşların ilk gitmek istedikleri yerler, Eyüp, Selami Baba, Kadiri Mahmut Baba, Aziz Mahmut Hüdai gibi ziyaret yerleri olurdu. Anadolu’ya tayin olunan Osmanlı memurları da gittikleri yerlerin ziyaret makamlarına saygı gösterirlerdi. 60’lardan sonra, Anadolu kökenli İstanbullular eski İslam büyüklerini Fenerbahçe veya Galatasaray gibi fazla İstanbullu görerek, İstanbul’un çeşitli semtlerinde kendi yakını bildikleri ’şeyhlere’ bağlanmaya başladılar. Bu şahısların çoğu da bunu nimet sayarak, mensuplarının kendilerine bağlılığı azalmasın düşüncesiyle, onları arasıra Eyüp Sultan’a veya Sultanahmet Camii’ne götürmek yerine, teneke minareli mescitlerde veya zevksiz döşenmiş mahallerde okumaya düşünmeye dayanmayan bir laf yağmuruna tuttular. Böylece İslam’ın köylüleşmesi hızlanırken, kentliler de laylaylomlaşmaya başladı."
Prof. Süleyman Seyfi Öğün
Orda bir köy var uzakta
DEMOKRAT Parti, 1950’de iktidara geldiğinde, özellikle Anadolu kentlerinin milletvekilleri uzun süre basında alay konusu oldu. Çubuklu pijamasını çekip soluğu dönemin ünlü meyhanesi Karpiç’te alan da vardı aralarında, tiyatrodaki halıları gördüğünde ayakkabılarını çıkartan da. ’Şalvarlı ve poturluların iktidarı" diye küçümseniyordu DP iktidarı. Oysa, Menderes de, Bayar da, Prof. Fuad Köprülü de kentli insanlardı. Sadece, yıllardır ihmal edilen köyü kente taşımışlardı. Köyden gelen ise elbette kültürüyle, hayat tarzıyla, inançlarıyla gelecekti kente. Yadırganan, sadece köyden gelen "kasketli"nin giyim-kuşamı değildi. Bütün değerleri yadırganıyordu. Onun şahsında görünürlük kazanan "Köylü İslam" ise artık kentli niteliğini kaybetmiş, bir köylü dini haline gelmişti. Bunun büyük bir sorun teşkil edeceğini, memleketin hiçbir sosyologu, hiçbir pskiyatrı, hiçbir siyasetçisi öngörmemişti ne yazık ki.
’Kokain yerine besmele çeksin’
"İSLAM dininin köylü dini sayılmasının önüne geçmek için, Mehmet Ákif, Süleyman Çelebi, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş, Said-i Nursi ve hepsinin başında Hazret-i Muhammed’e saygıyla bağlanmamız lazım. Gerçek din adamlarına küçük bir mescidin imamı bile olsalar, Diyanet İşleri Başkanı kadar saygı göstermemiz lazım. Kentlilerin kendilerini farklı görerek karşılaştıkları Müslümanlar’a, "Namaz aslında jimnastiktir, oruç aslında beslenme rejimidir" diye saçma vaazlar vererek bu insanları kendilerinden uzaklaştırmamaları lazım. Liseler önünde uyuşturucu satılmasını bu derecede protesto eden gazetelerin, lisede namaz kılınmasını protesto etmemeleri lazım. Namaz kılmaya zorlayan öğretmen varsa onlar protesto edilir. Fakat liseli genç kokain yerine besmele çekiyorsa takdir görmesi gerekir."
Dücane Cündioğlu Eygi durumu karikatürize ediyor
MİLLİ Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi, öteden beri, para sahibi İslamcıların zevksizliğinden, yaşama kültüründen mahrum olmasından, giyinmeyi bile bilmemesinden şikáyet edip durur. Galatasayaray ve SBF mezunu olan Eygi’nin bu eleştirileri, kimi zaman İslami kesimde önemli rahatsızlıklara da sebebiyet verir aslında. Ancak, Mehmet Şevket Eygi’yi şehirli İslam’ın temsilcisi olarak görmeyip şehirli İslam’ı karikatürize ettiği için eleştirenler de var. Söz gelişi Dücane Cündioğlu. Cemil Meriç ve Mehmet Ákif üzerine yaptığı nitelikli çalışmalarla da tanınan Cündioğlu, köylü İslam’ın, Demokrat Parti ile yani çok partili dönemde görünürlük kazandığını söylüyor:
’Nöri Gantar’ örneği
"Köylü İslámı’nın ortaya çıkışı Demokrat Parti’yle birliktedir. İslám ve köylülük, Menderes ve Demirel aracılığıyla şehre taşınmıştır. CHP’nin memur ve tücarlarına karşı, DP ile AP’nin köylüsü vardı. İslám tam da o yıllarda köylüleşti. Köylü İslámı çevreden merkeze taşındı. Nöri Gantar, Köylü İslámı’nın temsilcisiydi ve alternatifi olabilecek bir İslám tasavvuru mevcut değildi. İslám Hatça’ydı, Fadime’ydi, İricep’ti, Hüso’ydu. Sonra Fatoşlar geldi, onlar da Tijen’lere dönüşmeye çalıştı. Şehirli İslám’a gelince, İstanbul’un İslámı sahipsizdi ki hálen öyledir. Nöri Gantar’ı sahiplenen Anadolu’ydu, İstanbul’un müslüman seçkinleri değil."
Tekkeler kapanınca
Peki ya Mehmet Şevket Eygi neyi temsil ediyordu? Cündioğlu, birkaç cümle ile aslında bütün bir kopuşu getiriyor dile: "Şevket Eygi, şehirli İslámı temsil etmiyor, karikatürize ediyor. İstanbul İslámı’nın şehirli alışkanlıkları bilhassa tekkelerden ediniliyordu. Bu alışkanlıklar, bu zevk tarzı, bu dil, bu edeb geleneği yok edilince, sohbetin yerini vaaz, yorumların yerini ise dogmalar aldı. Şimdi gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız bir şehirli İslámı yok, bu İslámı anlatan kitaplar var. Ne yazık ki kitaplardan edeb öğrenilmez. ’Hál sáridir / bulaşıcıdır’ diye bir söz vardır; nezaket de öyledir; zaman ister, tecrübe ister, süreklilik ister."
İstanbul İslam’ı farklıydı
"BUGÜN İslám dünyasının büyük bir bölümü köylülüğü temsil ediyor, yakın zamana kadar İstanbul, Tahran ve Kahire müstesnaydı. Oysa önceden Bağdat vardı. Şam vardı. Kurtuba vardı, Gırnata vardı. Müslüman elitler, İslamî tasavvurlarından veya kültürlerinden hareketle seçkinleşmiyorlar. Seçkiniz diyenler, İsláma uzaklıkları nisbetinde seçkin hále geliyorlar. Oysa ’İstanbul İslámı’nın farklılığı dini kavrama ve yaşama biçimindeydi. (İftar sofraları bir ölçüttür.)"
"Demokrasilerde çevre merkeze yaklaşır. Şimdiyse çevre merkezin içinde. Bu topraklarda çevre demek İslám demektir. Merkez ise İstanbul ve dolayısıyla devlettir. Merkez İslámlaşmıyor, köylüleşiyor. Zamanla şehirleşecektir. Öncekilerin de aynı yoldan şehirleştiği gibi. Tasalanmaya gerek yok. Tarihte de böyle olmuştur. Zevkler zamanla incelir."
Yarın: Prof. Hayrettin Karaman