Güncelleme Tarihi:
Korkunun kaynağı nedir?
-Gerçek ya da olası bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında ortaya çıkan duygusal bir tepkiye korku denmektedir. Kişilerin varoluştan gelen korkuların yanında özellikle çocukluk döneminde yaşla birlikte geliştirdiği korkular ve anne babasından miras aldığı korkular olabilmektedir. Çocuklar başkalarının korktukları durumlara tanık olduklarında, bu korkuyu çok kolay öğrenebilmektedir. Korkularımızın önemli bir kısmının öğrenilmiş olduğunu unutmamak gerekmektedir.
En yoğun korku
kaynadığı Tanrı mı?
-Zulliger, gerçek ya da gerçek dışı korkulara kapılan çocukların akademik başarılarının nasıl düştüğünü, travmatik korkular yaşayan çocuklarda nevroz kökenli pseudodebilite (yalancı gerizekâlılık) görülebildiğini hastalarından örnek vererek açıklamıştır. Ord. Prof. Dr. Heinrich Meng’e göre ise korku insanı aptallaştırmaktadır. Ülkemizde 8-13 yaşlarındaki çocukların en çok korktukları arasında cehennem, annenin ölümü, babanın ölümü, kurşunla vurulma, araba ya da kamyon çarpması ve anne babanın ayrılığı olduğu tespit
edilirken, düşük sosyo-ekonomik statüden gelenlerde ise “şeytan” ve “dini bir kuralı ihlal” en yoğun korkular arasında öne çıkmıştır. Ayrıca 8-18 yaşları arasında yapılan bir başka araştırmada çocukların en yoğun korku kaynağının Tanrı olduğu tespit edilmiştir.
Tanrı hiddetinden
bağırıyor mu?
-Salzmann, her gök gürleyişinde çocuklarına “Görüyor musunuz, Tanrı hiddetinden nasıl bağırıyor” diyen ve en küçük yaramazlıklarında “Dikkat edin. Tanrı sizi cezalandırır” diye tehditler yağdıran bir anneden bahsetmektedir. Çocuk, her gök gürlediğinde Tanrı’ya sevgi ve saygısından değil sırf cezalandırılma korkusunda dua etmiştir. Salzmann, bir başka örnekte küçük yaşta ibadet etmeye zorlanan çocukların, soğukta kiliseye giderken dinlerinden daha çok nefret ettiklerini ve büyüdüklerinde onları ibadet ederken kimsenin görmediğini anlatmaktadır.
Tanrı’nın otoritesinin kullanımı hangi sonuçları doğurur
-Çocukların gelişimini sağlıklı tamamlaması için ihtiyacı olan manevi değerlerin korkutularak değil sevgi ile desteklenerek kazandırılması gerektiği biliminsanlarının ortak önerisidir. Çocuklara korkutularak yaptırılan ve aktarılan her şey, onların psikolojik sağlıklarını etkiler. Akademik başarılarının da düşmesi anne babalara Tanrı’nın otoritesini kullanarak çocuklarını “aptallaştırmaya” çalışmamaları konusunda önemli bir hatırlatmadır. Korku aptallaştırır, koşulsuz, yaratıcı sevgi özgürleştirir.
Kuran'dan dualar
Eğer kullarım sana,
Benden soracak olurlarsa, iyi bilsinler ki Ben çok yakınım. Bana dua edenin çağrısına hemen karşılık veririm. Öyleyse onlar da Bana karşılık versinler ve Bana tam güvensinler ki, hak yoluna yöneltilsinler”
(BAKARA/186).
Yrd. Doç. Dr. Mualla Yıldız
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Anabilim Dalı
Yıkanmaktan kaçınmayın
AĞIZ ve burnundan su girip sindirim sistemine ulaşmadıkça oruçlu kimsenin yıkanması orucuna zarar vermez. Nitekim Hz. Aişe ve Ümmü Seleme validemiz Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan’da imsaktan sonra yıkandıklarını haber vermişlerdir (Buhari, Savm, 25). Bu itibarla, ağız ve burnundan su kaçırmamak şartıyla oruçlu kişi yıkanabileceği gibi, havuz veya denize de girebilir (Fetavay-ı Hindiyye, Beyrut 1980, II, 199). Ancak yüzme esnasında su yutmaktan kaçınmak zor olduğu için ihtiyatlı davranmak uygun olur. (Oruç- Sıkça Sorulan Sorular/ Diyanet İşleri Başkanlığı)
Ben okuyamam dedi
ALAK SURESİ: Kuran’ın 96’ncı suresi olan Alak suresi, Hz. Muhammed’e Allah katından gelen ilk ayetlerden oluşmaktadır. Sure adını, ikinci ayette geçen, kan pıhtısı veya döllenmiş yumurta anlamına gelen “Alak” kelimesinden almıştır. Hz. Muhammed, 40 yaşlarında iken, zaman zaman Mekke yakınlarındaki Hıra Dağı’nda bulunan bir mağaraya çekilir, uzun uzun tefekküre dalar, düşünür, dua eder ve ibadetle meşgul olurdu. Bir gece vahiy meleği Cebrail karşısına çıktı ve “Oku!” dedi. Buhari’de yer alan bilgilere göre o, “Ben okuyamam” dedi. Burada Hz. Muhammed’in okuyacağı bir metin söz konusu değildi. Bu esnada Alak suresinin ilk ayetleri Hz. Muhammed’e ulaşmış oldu. “Oku! Yaratan Rabbin adına. İnsanı bir yumurta hücresinden yaratan! Oku, çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir. (İnsana) kalemi kullanmayı öğretendir, insana bilmediğini belleten!” (96/1-5) Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 1286-7)
Prof. Dr.Hasan ONAT
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kendini bilen Rabbini bilir
İNSAN olmak, en temelde ilkeli ve dosdoğru olmak demektir. Bunun için, insanın kendi varlığının farkında olması, hayatın anlamı konusunda sağlıklı bir bilinç geliştirmesi gerekir. Ne var ki, pek çoğumuz, hayatın karmaşası içinde sürüklenip gitmekteyiz... Kendimizden çok, kendi dışımızdaki şeylerle ilgileniyoruz. Sadece olağanüstü bir durumla karşılaşınca bazı gerçekleri sorgulamak ihtiyacı hissediyoruz. Hasta olunca sağlığımız akla geliyor. Bir yakınımızı kaybedince ölümü hatırlıyoruz. Biraz düşünecek olursak, hayatın sandığımız kadar uzun olmadığını daha iyi anlayabiliriz.
İNSAN OLMAK
“İnsan olma” konusunda yeterince çaba harcamıyorsak, her geçen gün bizim için ciddi bir kayıptır. Zamanı geri döndürmek mümkün değildir. Tanrı bizi insan olarak en güzel şekilde yarattı. Biz, “İnsan olmak”, yani kendimizi gerçekleştirmek için yaratıldık. İnsan olmanın ilk adımı kendi varlığının farkında olmaktır. Kendi varlığının farkında olan insan, doğal olarak Tanrı’nın da farkında olur. Ne demişler, “Kendini bilen Rabbini bilir.” Bunun tersinin de doğru olduğunu Kuran bize hatırlatmaktadır: Allah’ı unutanlar, kendilerini de unutmuş olurlar. (Haşr, 19)
ALLAH’I UNUTMA
İslam, kendi varlığının farkında olan, bilerek inanan, bilerek yaşayan insanı hedeflemiştir. Bu insan inancının, düşünce ve davranışlarının bilgisel temellerini, muhtemel sonuçlarını bilen; adaletli, özü sözüne, içi dışına uygun dosdoğru bir kimse olmak durumundadır. Bunun için, insanın öncelikle kendisine karşı dürüst olması gerekir. Bu ise, insanın niyeti, söyledikleri ve yapıp ettikleri arasındaki uyum ile mümkün olabilir. İşin gerçeği, her türlü olumsuzluğun arkasında yatan muhtemel sebeplerden birisi niyet-söz-eylem birliğinin olmayışıdır.
İnsan sözünün eri olmalı
NİYET-söz-eylem birliğinin olmayışı, üç şekilde ortaya çıkar:
1-İnsanın verdiği sözde durmamasıdır. Oysa insan, sözünün eri olmalı; kendisine de, başkalarına da verdiği sözü yerine getirmelidir. Bireysel ve toplumsal güven duygusu, söz-eylem birliği ile yaratılabilir. Güvenin olabilmesi, ilkeli olmaya bağlıdır.
2-İnsanın yapmadığı şeyi söylemesidir. Bunun adını koyalım: Yalan. Herhangi bir şeyi olduğundan farklı anlatmak, gerçeğin bir kısmını gizleyerek farklı algı yaratmak, olmamış bir şeyi olmuş gibi aktarmak, dereceleri farklı da olsa, yalandır.
3-İnsanın yapamayacağı şeyleri, yapabilecekmiş gibi söyleyebilmesidir. Gerçekleşmesi mümkün olmayacak, yerine getirilemeyecek sözler, vaatler bu kategoride değerlendirilebilir.
Yüce Yaratıcı, Müslüman’dan gerçekçi olmasını, söz-eylem birliğini bütün koşullarda özenle korumasını istemektedir: ”Ey iman edenler! Yapmadığınız / yapmayacağınız / yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Bilin ki yapmadığınız / yapmayacağınız şeyleri söylemek Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (Saf, 2-3)İnsan aklı, her zaman doğruyu gösterir. Niyet-söz-eylem arasındaki uyumsuzluk, aklın varoluşsal işlevini yerine getirmesini engeller. Tersinden düşünecek olursak, aklımızın her zaman doğruyu gösterebilmesi için, bizim sözlerimizle eylemlerimiz arasında uyumsuzluk olmaması gerekir.
Dosdoğru olmak, adaletli olmak, dürüst olmak, fıtrata ve yaratılışın yasalarına uygun davranarak, “Allah’a karşı taahhüdü” yerine getirmek demektir. Niyet-söylem-eylem birliği, insan olmanın en alt basamağıdır. Yüce Allah, Ahkaf suresinin 13 ve 14. Ayetlerinde bize şu müjdeyi vermektedir: “Doğrusu, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru olanlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. İşte onlar cennetliklerdir..” Aslında, bu ayetin İslam’ın özeti gibi olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. İslam, ilkeli, dürüst ve dosdoğru olmamızı, adaleti yaşam biçimine dönüştürmemizi ister.