Güncelleme Tarihi:
İktidar seçim kampanyasında sık sık ‘beka meselesi’ni gündeme getiriyor. 31 Mart ‘yerel seçim’in ötesinde bir anlam mı ifade ediyor?
Yerel seçimle genel seçim arasında bir fark kalmadı. Teoride de pratikte de yerel sorunların konuşulacağı bir seçim olacağı varsayılır. Ben seçim rallisi diyorum, beş senedir altı kez sandığa gittik. Referandum, Cumhurbaşkanlığı seçimi ya da yerel seçim, hiçbirinin birbirinden farkı yok, çünkü Türkiye toplumu kültürel kimliklerine sıkıştı. Bunun bir kısmı doğaldı, çünkü bilgi toplumu dediğimiz gündelik hayatın ritmi, metropollü hayat, iletişim gibi teknik devrimler içinde kimlikler eskisinden daha fazla insanların gündelik hayatında önemli ve anlamlı hale geldi. Ama Türkiye’nin sorunu kimliklerin var oluşunun karşılıklı bir kutuplaşmaya dönüşmüş olması. Oldum bittim bu topraklarda farklılıklar vardır ama kendini mağdur hissedenin egemen güçle gerilimini toplum gündelik hayatı içinde görmüyordu. Bugün değişen şey bu. Tüm siyasi aktörler bu gerilimi görmek ve çözmek yerine buradan bir siyaset üretmeyi maharet sanıyor. Kimliklerin hemen hepsi siyasileşti. Türkiye siyaseti de kimliklere sıkışıp kaldı. O yüzden de yerel seçimi konuşmuyoruz. Şimdi seçime gidiyoruz. Adayların ya kimlikler üzerinden bir dilleri var ya da sadece bir takım hizmet vaatleri veriyorlar. Tabii ki hizmet vaatlerinin bir anlamı var ama bundan öte bir ihtiyaç da var.
Nasıl bir ihtiyaç?
Bugün Türkiye yetişkin nüfusunun yarısı 11 metropolde yaşıyor. İstanbul’u ele alalım. İstanbul’da diyelim muhtar, ihtiyar heyeti, ilçe meclisi, büyükşehir meclisi, büyükşehir belediye başkanı var. Mesela Gayrettepe’nin trafik derdini hangisi çözecek veya öbürüne değmeden nasıl çözecek? Gebze’yi, Kocaeli’ni, Çorlu’yu, Tekirdağ’ı dikkate almadan nasıl çözeceksiniz? Bu başka bir yönetim modellemesi demek. Yerel seçime gidiyoruz, bunu tartışan tek bir aday yok. Somut bir sayı söyleyeyim: İstanbul’da 31 Mart’ta oy kullanacak her 100 seçmenin 9’u 2014 seçimlerinde İstanbul’da değilmiş. İzmir’de oy kullanacak her 100 seçmenin 11’i 2014’te İzmir’de değilmiş.
Göç etmişler...
Evet. Yani bugünkü İzmir ve İstanbul 2014’teki İzmir ve İstanbul değil. Bunun getirdiği yönetim mekanizmalarındaki ihtiyacı karar süreçlerinde yeniden düşünmemiz gerektiği gibi bir realite var karşımızda ve hiçbir adayın vaatlerinde ya da seçim manifestosunda bu yok.
Az önce söylediğiniz rakamlar bize ne diyor?
Bu büyük sosyolojik sarsıntının sürdüğünü ve bütün ekonomik aktörlerin, sosyal dinamiklerin aşağı yukarı dört merkeze doğru yığıldığını söylüyor. Dolayısıyla bunu yönetmek gibi bir meselemiz var. Ankara’ya, Antalya’ya ya da İzmir’e gelen bir avukat, doktor, yönetici, belli bir süreden sonra orada da durmuyor, İstanbul’a akmaya çalışıyor. Geri kalan yerler yoksullaşıyor, yoksunlaşıyor. O coğrafyada ekonomik ve sosyal aktör olarak devletin ağırlığı devam ediyor. Sosyal ve ekonomik dinamikler yok olunca insanlar sadece devletin aktörlüğünü kabullenmeye hazır hale geliyorlar. Bugün Erzurum’daki Mehmet Amca’nın, Kırşehir’deki Hüseyin Abi’nin devletin yapacağı yatırımın, baraj, yol inşaatının dışında yapabileceği iş yok. Bu giderek merkeziyetçiliği de besliyor.
“Tüm bunları konuşmuyoruz” dediniz, acaba öncelikler mi öne çıkıyor? Belediye başkanları ekonomik vaatleriyle dikkat çekiyor çünkü...
Hayır, siyaset kısırlaştı. Bugün konuştuğumuz şey, hangi adayın yoksullara ne kadar vaatte bulunduğu... Sokakta başka talepler, her şeyden önce onurlu yaşam hakkı diye bir şey var. Kimsenin yoksullukla mücadele politikasını duymuyoruz. Realitenin dışında bir siyaset zemini var. İstanbul’da ya da İzmir’de yaşayanların örneğin, o kentin sorunlarına dair bir tartışması da yok. Çünkü kimliklere sıkışıldı. Şuna sığınıyorlar: Seçmen hizmet istiyor! E o zaman bir lira fazla vaatte bulunalım. Acaba seçmen böyle mi karar veriyor?
Neye göre karar veriyor?
Tabii ki bunun etkisi var ama her bir insan bugün metropolleşmenin hengâmesi içinde imar probleminden ulaşıma, onurlu yaşam hakkından kaldırımların engellilere uygun olup olmadığına ihtiyaçlar dizisine göre hareket ediyor.
YEREL DEĞİL, GENEL SEÇİME BENZİYOR
Siyasetimizde hep vaatler baş aktör olmamış mıydı zaten?
Genellikle tabii ki. Dünyada da hayatın değiştiği bir 40 yıl var. 1980 darbesinden 2002’ye kadarki büyük sarsıntıyı düşünün. Türkiye açısından bakarsanız onun bir de şahı bir final perde var: 28 Şubat darbesi, 1999 Marmara depremi, 2000 ve 2001 krizleri... 30 yıl siyaseten yönetilemeden gelmiş bir ülkenin toplumunun “Artık yeter gari” demesi için yaşanan bir de son dört yıl var. İşte o süreçlerin gerçeklikten kopuk sonuçlarından biri de bu vaatler. Seçmenin oradan oraya koşturduğu dönemler...
Bundan kastınız partisini değiştirmesi mi?
Elbette, somut bir örnek vereyim. 1983 seçimlerinden 2002’ye kadar olan seçimlerde her seçimin birinci partisi farklı. Seçmen o büyük çalkantı ve bütün pratik hayatın değiştiği zaman aralığında siyaseten yönetilemediği için her seçimde yeni bir partiye şans verdi. Hatırlayacaksınız bir parti, bir seçimde 1.5, öbür seçimde birinci parti, diğer seçimde yine 1.5. Her parti bir kez birinciliği tatmış, toplum bu siyaset tarzına itiraz ettiği için de hepsini 2002’de oyunun dışına atmış. Bugün her parti toplumun ve kentlerin gerçek ihtiyaçlarından kopuk, 90’lardaki gibi vaatler, savruk cümleler, aynı kimliğin içinden konuşmalar yapıyor. Dolayısıyla biz yerel seçim değil, genel seçime benzer bir şey yapıyoruz. Bir kez daha kimlik sayımı yapacağız gibi görünüyor. Kimlikler belli, yüzdeler katılım oranlarına göre değişiyor olabilir ama mutlak sayılardan baktığınız zaman işte 11 milyon seçmen CHP’de, 22 milyon seçmen AK Parti’de, 6 milyon seçmen HDP’de gibi giden aşağı yukarı mutlak bir sayıya oturdu.
TEK HEDEF ANKARA VE İSTANBUL MU?
CHP, Binali Yıldırım’ın karşısına nispeten tanınmayan bir adayı, Ekrem İmamoğlu’nu çıkardı. Tanınırlık oya yansıyor mu?
Ekrem Bey’in bir aydır tanınırlığı artmıştır ama tanınırlık ve oy farklı şeylerdir. Şu tespiti yapmalıyım: Bütün Türkiye’yi bir kenara koyduk, Ankara ve İstanbul’u kim alacak ona bakıyoruz. CHP, başarı ölçüsü olarak bunu koydu, iktidar çıtayı Ankara, İstanbul’u kaybetmemek olarak belirledi. Seçmen de bunu kanıksadı.
“Seçmen kararını son 10 günde verir” diye genel bir kanı var, katılır mısınız?
Hayır katılmıyorum.
Sandık başında fikrini değiştiren oluyor mu?
Elbette vardır ama her 1 puanın 500 bin oy olduğunu hesaba katarsanız çevremizdeki 3 kişinin böyle davranması sonucu değiştirmez.
SORUN SEÇMENİ SANDIĞA GÖTÜRMEK
Haziranda bir seçim yapıldı... 31 Mart’takinde seçmen davranışında bir değişiklik bekliyor musunuz?
Seçmenin görüşü ve kimliği değişmiyor belki ama duyguları değişiyor. Bütün araştırmalarımızda gördüğümüz şey şu: Türkiye seçmeninin bütün beklentisi ekonomiktir. Yani bizim insanımız ‘hanenin dirliği-düzenliği’, ‘dumanın doğru tütmesi’ diyor. O hanenin dirliği, düzenliği denilen şeyin dört unsuru var. Hanenin geçimi, eğitim, sağlık ve güvenlik ihtiyacı. Bu Türk veya Kürt, Sünni veya Alevi, AK Parti ya da CHP’ye oy veren, genç veya yaşlı hiç fark etmiyor. Ortak noktamız bu. Ama korkularımız kültürel kimliklerimize göre değişiyor. Muhafazakârlar “Din elden gidiyor” diye; geleneksel muhafazakârlar “Geleneklerimiz bozuluyor, metropollerde ayıp kalmadı ya da “Batılılar ülkeyi bölecek” diye; Kürtler, “Kimliğim yok ediliyor” diye; sekülerler “Özgürlüklerimiz daralıyor” diye korkuyor. Asıl önemlisi duygularımız siyaset tarafından şekilleniyor. Dolayısıyla biz o hanenin dirliği düzenliğine dair bu dört unsuru tartışamıyoruz. Seçim, korkularımız ve duygularımız üzerinden yürüyor. Siyaset ve medya böyle biçimlendiği, entelektüeller de bu tartışmanın, kimliklere sıkışmanın bir parçası haline dönüştükleri için, entelektüel ve siyasi ıssızlık, kuraklık yaşıyoruz. Halbuki seçmen bütün bunları hissediyor. Benim babam ya da sokaktaki simitçi Ali bunun adını böyle koyamıyor olabilir ama hissediyorlar ki yanlış giden bir şey var.
Sandıkta ne yapıyor?
Sandığa gittiğiniz gün önünüzdeki seçenekler üzerinden pozisyon alacaksınız. Bu noktada birlikte yaşam, hukukun üstünlüğüne inanç, karşılıklı güven duygusu, geleceğe umutlu bakışı tedirgin etmemek gerekiyor. Önümüzde hâlâ bir 28 gün var, değişme ihtimali vardır ama şimdilik seçmenin seçimlerini ekonomik fay hatları hareketli olsa da hâlâ kültürel kimlikler belirliyor. Seçmen bu seçimde negatif kimliklenme dediğimiz, hangi partinin yanında olduğundan çok hangi partinin karşısında olduğu dürtüsüyle hareket edecek. Dolayısıyla her partinin, her adayın öncelikli sorunu kendi seçmenini sandığa götürüp, oyunu yeniden alıp alamayacağı...
Sonucu sandığa gitmeyi düşünmeyenler mi belirler?
Sandığa götürmeyi başarırsa, yine götürdüğü insanların büyük oranda oyunu alacak. Seçmenin büyük kısmı kendi partisiyle sorunlu, kendi partisine eleştirel bakıyor ama henüz karşı bloka geçecek bir şey göremiyor. O zaman da ya bulunduğu yerde homurdanarak oy verecek ya da sandığa gitmeyecek. Önümüzdeki 28 günde ne değişir bilemem ama bugünden gördüğümüz manzara budur.
Peki bu seçmeni sandığa gitmekten alıkoyan ruh halini nasıl anlatırsınız?
Umudu konuşmamak. Başta sorduğunuz soruyla ilintili olarak, reel olarak beka sorunu var mıdır bilmiyorum, ama benim beka diye gördüğüm şey, ortak yaşam irademizin zayıflıyor olması. Burada yağmura yakalanmışsınız, ıslanıyorsunuz. Karşı taraftaki saçak altına koşsanız, “Onlar beni içine almaz” diye korktuğunuz için oraya geçemiyorsunuz. Aşağı yukarı seçmenin büyük kısmının ruh hali budur.
Sayılı günler kaldı, siyasetçi olsanız hangi dili kullanır da seçmeni sandığa gitmeye ikna ederdiniz?
Bir kere dünü değil, yarını konuşurum. Vaadi değil düzeni konuşurdum. Hanenin hayatını iyileştirmek kadar, sokakta yeniden neşeyi, cıvıltıyı, ortak hayatı inşa etmeyi konuşurdum. Ortak hayatın ortak kurallarını konuşurdum. Kaç günde, kaç şişe sütü kapına koyacağım demektense, bulunduğum kent için daha katılımcı, herkesin onuruyla, yüzü gülerek yürüyebileceği kenti vaat ederdim. “Bunu hep beraber yapacağız” derdim. Türkiye’nin yeni bir hikâye üretmeye ihtiyacı var. Türkü, Kürdü, AK Partilisi, CHP’lisiyle hep beraber inşa edelim, bu tek partinin yapacağı bir şey değil. Yeniden nasıl ‘biz’ diyeceğimizi siyasetin gündemine almamız gerekiyor.
GRİ ALAN KALABALIK
Gri alandaki rakamsal durumu nasıl ifade edersiniz?
Gri alan çok kalabalık. Ülkenin neredeyse yüzde 40-50’si.
Kararsızları da oraya mı koyuyorsunuz?
Bir kısmını. Bugün “Kararsızım” diyenler, bizim araştırmalarımıza göre hâlâ beşte birler mertebesinde. Bir kısmı gerçekten kararsız, muhtemelen sandığa da gitmeyecek. Diğer kısmı 24 Haziran’da bir partiye oy vermiş ama bugün tereddütte olanlar. Henüz başka partinin etki alanına girmiş de değil. Ya sandığa gitmeyecek ya da gidince yine kendi partisine oy verecek.
İttifaklar seçmenin kafasını karıştırıyor mu?
Seçmenin kafasını karıştırmıyor ama hesaplamayı zorlaştırıyor. Biz sorduğumuzda hangi partili olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Ama 81 il ve 965 ilçede farklı ittifak kombinasyonları olduğu için HDP oyunu nasıl söyleyebiliriz mesela. Anketlerden bu hesaplamaları beklemek mümkün değil.
BLOKLAR ARASI GEÇİŞ DÜŞÜK
DSP, CHP’nin oylarını bölebilir mi?
Şöyle bir mesele var: Üç ay önce DSP diye bir parti ya da seçmen tabanından söz edemezdik. Dolayısıyla hiçbir araştırmada olan, görünen bir durum yoktu. Ama şimdi Mustafa Sarıgül, Celal Doğan gibi adaylar var. 1-2 puan mertebesinde oy alabilir. Bu çok büyük oranda “CHP’yi böldü” diye konuşacağımız güce erişmeyecek. Ama lokalde etkileri olacak. Antep’te ya da Şişli’de kazanabilir ya da oylar bölünebilir. Ama ulusal ölçekte bu tartışma olmayacak.
m MHP oylarının her zaman AK Parti yönünde hareket ettiği söylenebilir mi?
24 Haziran seçmenlerinin büyük kısmı ittifakları onaylamış durumda. Bizim gözlediğimiz şey, bloklar arasında geçişin son derece düşük olduğudur. Ama blok içi, AK Parti’den eksilen bir takım seçmenin MHP’ye doğru geçeceği açık. MHP’nin iktidar blokunda oluşundan rahatsız olanlardan da CHP’ye değil İYİ Parti’ye geçiş olacağı, buna rağmen MHP’nin İYİ Parti’ye kaptırdığından daha fazlasını AK Parti’den alacağı gibi bir gözlemimiz var. Dolayısıyla MHP’nin iktidar, İYİ Parti’nin de muhalefet bloku içinde özgül ağırlığından söz edebiliriz.
Seçmen CHP-İYİ Parti ittifakını sahipleniyor mu?
Arkasında duruyor. Yerelde bazı adaylardan dolayı tartışmalar vardır, 10 bin, 20 bin oy eksilebilir ama unutmayın ki 58 milyon seçmen konuşuyoruz, seçime katılma ve geçerli oyu düşününce 1 puan dediğimiz 500 bin kişi demek. Böyle büyük hareketler beklemiyoruz.
Anladığım kadarıyla siz 24 Haziran’dan farklı sonuçlar beklemiyorsunuz?
Çok büyük sarsıntı beklemiyoruz. Ama önümüzdeki 28 gün ne üretir bilemiyorum.
Aday göstermediği yerlerde HDP’nin seçmeni nasıl davranacak?
Aday göstermediği yerlerde HDP seçmeninin tümünün muhalefet blokuna oy vermesini beklemek mümkün değil. Her 10 HDP seçmeninin 7-8’i muhalefet blokuna oy verir. Ama 2-3’ü vermeyecektir. Çünkü İYİ Parti ve CHP’nin Kürtlere bakışında kullandığı onları yok sayan dilinin hiç etkili olmayacağını düşünmek doğru değil.