Kızından fazla hepimizin babası Erkin Koray

Güncelleme Tarihi:

Kızından fazla hepimizin babası Erkin Koray
Oluşturulma Tarihi: Haziran 14, 2003 20:48

Onu yakından tanıyanların, röportaj yapma şansına erişenlerin ya da Gökhan Aya ve Münir Tireli gibi adına kitap yazanların (Erkin Koray Kitabı, Ada Müzik) üzerinde en çok birleştiği nokta ‘‘ağır mevzu’’ olması.

Türkiye'nin ilk uzun saçlı müzisyeni, rock'çısı, hippisi, elektrogitar sahibi gibi pek çok unvana sahip olan ve de aynı zamanda sert ve zor bir adam olarak tanınan Erkin Koray, bende de ağır ve derin bir mevzu tadı bıraktı. Ama başarıp da içindeki filozofu ortaya çıkarabilene, yanında sürpriz hediyesi var: Çocuksu yanını ve Asım Ekren'in deyimiyle Kalamış Sahil Sineması'ndaki ruhunu kaybetmemiş şeker bir adam. Ben de geleneği bozmayıp sordum elbette: ‘‘1971'de, Cannes'da hiçbir dünya gazetecisi yanaşamazken, John Lennon'ın kulağına ne fısıldadınız da Arda Uskan için randevu koparttınız?’’ Bana da cevap vermedi tabii. O bu ülkenin gelmiş geçmiş iki baba babasından biri biliyorsunuz. Süleyman Demirel de böyle sorulara cevap vermez. Ama Erkin Baba'ya Süleyman Baba'yı sorup cevap almayı başardım: ‘‘Kendisi büyük bir atraksiyon ve ekoldür. Yalnız, verdimse ben verdim ne olmuş yani'den itibaren bir-iki basamak aşağıdan takip ediyorum onu. Benim henüz böyle bir sloganım olmadı!’’ dedi. Bir de ‘‘baba’’ lakabından sıkılmak bir yana şeref duyduğunu söyledi. ‘‘Bazen soruyorlar, bu ülke sana ne verdi, diye. Daha ne verecek? Ne kadar para verdi anlamında soruyorlar ama ben öyle almıyorum. Yani para verip bana baba deyin olmaz.’’

Demiryolları müfettişi, klasik müzik tutkunu Enver Bey ile Şehir ve Radyo Senfoni Orkestrası piyanisti Vecihe Hanım'ın ilk oğlu olarak İstanbul Ethemefendi'de, Yeşilçam'ın neredeyse tüm köşklü filmlerinin çekildiği meşhur Kani Bey arazisinde doğduğunda takvimler 24 Haziran 1941'i gösterir. Annesi tarafından piyano başına oturtulduğunda beş yaşındadır. Ancak, klasik müzik alanında bir zamanların ‘‘harika çocuk’’larından biri olmasına ramak kalmışken, o rock dünyasına atıverir kendini; ‘‘bir genç olarak evini geçmek mecburiyetinde olduğundan.’’ Sevgili anne-babası, rock'ın sadece müzik kısmıyla değil, hayat tarzıyla da bütünleşen; o zamanlar hiç görülmediği üzre saçını uzatan, acayip kolyeler takıp klasik bir ruhun hakim olduğu eve pek uymayan oğullarını ilk başlarda hayretle karşılar tabii. Hatta, kafasında olmasa da gitarı kırılır. Ancak modern insanlardır, kısa zamanda toparlarlar. Enver bey, gitarını kırdıktan bir hafta sonra yenisini alır. Derslerini boşvermesine yaptığı itirazları, ‘‘canım böyle bir adam okula gitmeyebilir’’e dönüşür. Saçı yüzünden reddetmeye kalksa da bir süre sonra ‘‘bizim oğlana da yakışıyor’’ demeye başlar.

Yine de muhafazası mümkün olmaz, ‘‘daha fazla rahatsız etmeyeyim’’ diyerek 17 yaşında terk eder evi. Sözünü ettiğimiz dönem 1955-56. Rock Türkiye'de sadece Durul Gence, Erkut Taçkın, Erkan Gürsal gibi gençlerin Deniz Harp Okulu Orkestrası repertuvarına kıyıdan kıyıdan aldığı parçalarla seslendirilmekte. Elektrikli gitar mı? Akustik gitar bile gençlerin sadece hayalini süslemekte.

Deniz Harp Okulu'ndan izin alamadığı için adını Somer Soyata olarak değiştiren Erkan Gürsal rock konserleri vermeye başladığı sıralarda o da Alman Lisesi'nde iki arkadaşıyla birlikte rock yapar ve rock ufaktan fenomen olmaya başlar. Türkiye'ye ilk elektrogitarın girdiği tarihlerdir onlar. Bir onun elinde görülmüştür; bir de Somer Soyata'nın. Ama ‘‘Türk rock tarihçileri’’, onun adını düşer bu tarihi olayın yanına.

UNDERGROUND NİHANSIN DİDEDEN

Sonraları elektrosazı ‘‘icad eden’’ kişi olarak da geçer adı. Ve onun, davulda kardeşi Korkut, kontrbasta Barlas Gürkanlar'la birlikte Galatasaray Lisesi'nde verdiği konser, Türkiye'de rock'ın miladı kabul edilir. Tarih 29 Aralık 1957. Sahne hayatı böyle başlar ya, o aslında atom fiziği okumak istemiştir! Ancak teknik, fiziğe, matematiğe olan merakından dolayı müziğine hep yansıyacaktır. Yıllar sonra türküleri bile ‘‘elektronik’’ yapan adam, sadece öyle tellere vurup şarkı söylemez, çaldığı enstrümanın içini, düğmenin arkasındakini de hep bilir. Nitekim daha da yıllar sonra bütün bunlardan sadece kendisinden oluşan bir orkestra kuracaktır. Yazdığı sözler her ne kadar romantik olsa da doğal müzik, akustik vesaire gibi şeylere hiç takılmaz, elektronik sever ve iddiasını bu alanda da koyar.

İlk düzenli programlarını Moda Rainbow Oteli'nde yapar ve 1958'den itibaren sahne teklifleri yağmur gibi yağar. Halk arasında ‘‘ye ye müziği’’ denilen rock'ın, insanın sinir sisteminde etkili olduğunu düşünür ama yatıştırır mı sinirleri, yoksa oynatır mı bilinmez. Ona göre ikisi de. Ama onlar oynatma yönünü seçtiklerinden, sahneye çıktıkları salonların hali pür melali şöyledir: ‘‘Rock müziğin deşarj olma isteğini harekete geçirmesi nedeniyle’’ kırılan sandalyeler, izdiham nedeniyle parçalanan kapılar. Giderek sözleşmelere ‘‘kulübün hasarı tazmin edilir’’ gibi maddeler konur ve çok tazminat öder. Bu yüzden kovulduğu ya da salon bulamadığı da çoktur.

İlk 45'liği 1962 yılında çıkar: Bir yüzünde Bir Eylül Akşamı, diğer yüzünde It's So Long olan, Türkiye'nin ilk rock plağı. Türküleri rock tarzı yorumlama işi de ‘‘Ceviz oynamaya geldim odana’’ adlı denemesiyle başlar. Başlar da... onun ‘‘felsefe ziyaretleri’’ zamanı gelmiştir. Beatles müziğinin peşinden çıktığı ilk İngiltere ve Almanya yolculuğu, herkesinkinden farklı bir ‘‘istikbal’’ arayışıdır. Sadece dünyada yapılan müzikleri tanımak değil, aynı zamanda sorularının cevabını bulmaktır derdi. İlk yolculuktan hard-rock yaparak döner.

Ama '68'in Çiçek Çocukları hippilerle, görüşleri, giysileri, müzikleri kapıdadır. Dünyada fazla bir örneği olmayan psychedelic-rock'a dalar. Nedir derseniz, ‘‘ruhsal müzik’’ gibi bir şey. Ancak rock tarzı. Pink Floyd'un ilk dönemlerinde yaptığı, Türkiye'de, deyim yerindeyse sufiliğin rock versiyonu. Bir Türk Sanat Müziği klasiği olan Nihansın Dideden'i bile psychedelic-rock tarzında söyler. Köprüden geçti gelin'i, Kendim ettim kendim buldum'u, Kıskanırım'ı, dönemin İngiliz, Amerikan underground'ının en iyilerini cebinden çıkaracak şekilde yorumlar. Sonraki dünya ziyaretlerinde hippiler gibi yaşar, geri dönme garantisi olmasın diye uçak biletini satıp, cebinde kalan son parayla metroya binmeyip yürürken tanıdığı biriyle iki bira içtiği günlerdir onlar. Kanada'da rakı almak için trenle 700 kilometre gidip gelen adam, para kazanmak için metroda çalmayı reddeder; o gitara uygun görmediği için!

İşin felsefesi her daim önemli olmuştur onun için. 1969'da kurulan Yeraltı Dörtlüsü'nün bir yaptığı müzikse, kalan zamanda yaptığı tek şey, aynı evin içinde yaşayıp, sürekli aynı sorulara cevap aramaktır: Biz kimiz, evrende nasıl bir yer kaplıyoruz, nereye gidiyoruz? Müzik grubu olmadan önce felsefe grubu olarak kabul etmişlerdir kendilerini. Özellikle Cihangir'deki Köşe Palas çok çekmiştir ellerinden. Bir gece kar bastırdığında evsahibinin tüm mobilyalarını şöminede yaktıları bile olmuştur. Bir dolu beste o evde yapılır. Bu arada bir yaptıkları daha vardır; konser çıkışlarında uzun saçlar ve giysileri nedeniyle saldırıya uğramak. Başta çok dayak yiyen Koray, giderek dayak atmaya başlar. Hatta, Cüneyt Arkın gibi, peşine takılanları, sokak sokak, haklaya haklaya eve döndüğü anlatılır.

NE SAĞDA, NE SOLDA, YUKARIDA

Etiler, Gayrettepe, Levent üçgeninde yaşanan bir efsanenin de içindedir o. Hani, arabeskçi Orhan Gencebay ve Burhan Tonguç, cazcı İsmet Sıral, asit Orhan Atasoy ve rock'çıların biraraya geldiği alemlerin. Herhalde o zamandır, ‘‘uzayda bir elektrik hasıl oldu, bütün dünyayı kapladı, biz de şans eseri denk geldik’’ dediği. Bir akşam değişiklik olsun diye rakı içtikleri, Fesupanallah, Şaşkın ve Komşu Kızı'nın o gece ortaya çıktığı rivayet edilir. Orhan Gencebay'la birbirlerini takdir eder, müzikleriyle etkilerler. Sonradan müziğine arabesk rock ya da sadece arabesk diyenler olacak, Gencebay'ın Hor Görme Garibi şarkısını yorumlayışı, ‘‘arabesk hardrock başeseri’’ olarak anılacaktır, o itiraz etmez. Sadece o parçaları rock -hatta bazen heavy metal- ruhuyla yaptığını söyler.

Sentezci ve deneysel şarkıları folk-rock, psychedelic-progressive rock ve daha saf rock normlarının içiçe olduğu dünyalarda dolanır durur. Birlikte çaldıkları arasında Neşet Ertaş bile vardır ya kimi zaman daha önce Ron Wood, David Bowie, Alice Cooper'ın yaptığı yüz makyajıyla çıkar sahneye. Arap olduğu kadar Hint müziğinden de etkilenir. Sonuçta, kısaca ‘‘Turkish Rock’’ mıdır yaptığı? Öyle ‘‘Mezopotamya modu’’ gibi terimleri ukalaca bulur. Ona göre Ortadoğu melodileridir onlar, arabesk de doğunun rock'ı. O ise dönemin yapmacıksız, yerli ve underground rocker'ı. Cem Karaca sol grupların konserlerine çıkar, Barış Manço ülkücülere yakın dururken, o ‘‘ne sağdayım, ne solda, ben yukardayım’’ diyendir.

BÜYÜK GÜRÜLTÜ ÇOK YAKINDA

1980 sonrası o artık ‘‘baba’’dır. Yeni rock dinleyicileri eski rock'çıları merak ederken, 48 yaşında yeniden yükselir. Sahnede synth-klavyesiyle tek başınadır artık. Ama eskiden ortam daha heyecanlıdır sanki. Biraz da yapmacık heyecanlar görür gözleri. Onun çok önemsediği ‘‘felsefi taraf’’ta ise büyük eksiklik sözkonusudur. Hatta eksiklikten öte, kaybolma. Kimi yapımcılar, dinleyiciyi aptal etmek için elinden geleni yapar ona göre. Üstelik onun romantik sözlerine karşın, şimdiki rock'a daha bir şiddet, küfür, argo hakimdir. Rock'ı özünden uzaklaştıran bu zıpırlıklara ne gerek vardır yani; isyan etmek illa ki küfürle mi olur? Aşk şarkısıyla da isyan edebilir insan. Ama asıl isyan ruhundadır. Mesele budur. Fanatiği olduğu İstanbul'u birkaç yıl önce pat diye terkeder; son dönem görüntülerine tahammül edemediği için. Ve bir gün Taksim'in ortasında bir-iki kişiyi durdurup,

‘‘sizin ne işiniz var burada?’’ diye sormak normal olmadığından. ‘‘Bu eğitim sistemine güvenmiyorum, onu ben eğiteceğim’’ diyerek okula göndermediği kızı Damla'yla İzmir Bornova'ya yerleşir. İnziva mı? Haşa! Her zaman söylediği bir cümle değildir ama: ‘‘Çok yakında büyük gürültü çıkaracaktır. Nereden çıkacağı da belirsiz. Bakarsınız dünyanın öbür ucundan çıkabilir!’’
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!