KIZILAY'DA BİR YOKLAMA VAKTİ Ankara, Türkiye'nin hükümet konağıdır. Türkiye haritasına bakın, şehir memleketin ortasında bütün yolların birleştiği bir yerde durmaktadır. Bu Ankara'nın coğrafî konumundan kaynaklanmaz sadece. Şehrin payitahtlığını yaptığı cumhuriyetin merkeziyetçi özelliğini de gösterir. Benzeri bir örnek Fransa'dır. Fransa ve İsviçre karayolları haritalarına bakın, bir yanda bir güneşten etrafa yayılan ışıklar diğer yanda bir kafes görürsünüz. Fransa'da bütün yollar Paris'e çıkar, Ankara'da ise Kızılay'a. Kızılay kavşağı, ismini burada bulunan Kızılay binasından alıyor. Şimdiki bina oldukça yeni. Ancak onun yerinde daha önce daha mütevazı bir yapı vardı. Bu da Ankara'daki çoğu yapı gibi yıkıldı yerine yenisi yapıldı. Burası Ankara'da doğudan batıya, batıdan doğuya giden bütün otobüslerin, yeraltında da bir haç şeklinde birleşen Metro ile Ankaray'ın buluştuğu bir noktadır. Gün içinde binlerce şehirli günde en az bir kez buradaki binaların gölgesinden geçer, günlük şehir ibadetini yerine getirir. Kimliksiz binaların gri cephelerinin önünden geçer, işlerine, alışverişlerine bakarlar. Baktıkları başka bir şey de yoktur. Çünkü çevrede insanın kafasını kaldırıp seyretmesini gerektirecek hiçbir şey yoktur. Onun için Ankaralı aslında kafası önde yürüyen adamdır. Bundan dolayı diğer şehirlilerin yanında çok daha uysal görünür, boyun eğmiştir, doğru, ama eğmemesi için bir neden yoktur. Ankara'da özel ulaşım otobüslerinin çoğu, en batıdan en doğuya, en kuzeyden en güneye diye ifade edilebilecek güzergahlarda ring yaparlar. Keçiören'den Çankaya'ya, Mamak'tan Söğütözüne'ne giden mavi otobüsler mutlaka Kızılay'dan geçerler. Alternatif güzergahlar oldukça azdır. Öğrenciler devamlı, düzenli yolculardır. Onların talepleri büyük kampüslerle çeşitli semtler arasında dolmuş, otobüs seferlerinin teşekkülünü zorlarlar. ODTÜ- Yukarı Ayrancı dolmuş güzergahı, yine ODTÜ- Keçiören otobüsü ve Gazi ile Ankara üniversitelerinin bazı bölümlerinin bulunduğu Beşevler'den Keçiören'e giden dolmuşlar bunlardır. Kızılay'a uğramayan bir başka dolmuş güzergahı Batıkent- Keçiören'dir. Bu da Batıkent'in hemen yanındaki sanayi bölgesi olan Ostim işçilerini Demetevler'e, Etlik'e, Keçiören'e taşır. Ama bunların dışında birbirine oldukça yakın semtler arasında toplu ulaşım yoktur. Mesela şehrin güneyindeki vadiler boyunca, yukarı doğru oluşan semtleri sayalım. Konya Yolu'nun Batı'sında Çiğdem, Doğu'sunda Keklikpınarı, Öveçler, Sokullu, Dikmen, İlker (bu arada bir vadi var) Yukarı Ayrancı, Çankaya. Bütün bunlar güneye doğru tırmanan caddelerin çevrelerinde oluşmuş semtlerdir, hepsi de birbirine paraleldir. Ancak aralarında toplu taşım ulaşımı yoktur. Çiğdem'den Dikmen'e gitmek için Kızılay'a inip, Dikmen'e giden taşıtlardan birisine binmelisiniz. Bu birbirine daha yakın olan Dikmen'le, Yukarı Ayrancı için de geçerlidir.Şehrin bir çok semti yanyana ama uzak olmanın iletişimsizliği içindedir. Çünkü her biri, diğerinden bağımsız olarak merkeze bağlanmıştır. Elbette bu manzaranın geçerli nedenleri var. Ankara'da oturulan yer ile çalışılan yerin birbirinden ayrı olarak konuşlanması, bahsettiğimiz semtler arasında toplu taşım ulaşımını gerektirmiyor olabilir. Bu semtler arasında işlemesi düşünülen taşıtların, sadece birbirine gün gezmesine giden ev hanımlarına hizmet edeceği muhtemeldir. Bu hanımların toplu olarak taşınmasının şehir trafiğini rahatlatacak bir etkide bulunmayacağını söyleyebiliriz. Gerçi problemimiz şehir trafiği de değil. Yoğun yerleşimlerde
trafik de yoğun olacaktır. Caddeleri ne kadar genişletirsen genişlet, arabalar daha fazlasını ister. Her açtığın yeni yol hemen dolar, trafiğe karşı verilen her ödün bir yenisini gerektirir. Farkındayım, şimdiye dek anlattıklarım, belediyenin trafik komisyonuna yazılmış bir raporun tatsız satırları olarak algılanabilir, amacım tabii ki "Ankara'nın trafik sorunları nelerdir?", "Nasıl çözüm bulabiliriz?" tarzında emekli albay yumurtaları üretmek değil, ancak "Şehir yollarının bu fiziki düzeni, Ankaralılar üzerinde nasıl bir etkiye sahip?" sorusunun spekülatif cevaplarını verebilmek ve okurla bu cevaplar üzerinde anlaşabilmek için böyle sıkıcı bir giriş zorunluydu. Kızılay merkezli ulaşımın sonucudur: Cebeci'deki okuluna giden Etlikli öğrenci, Kavaklıdere'deki işine giden Eryamanlı sekreter, Bakanlıklardaki odasına çabucak girmek ve çabucak iktidarın kılıcını kuşanmak için otobüse aceleyle binip, aceleyle inen memur burada karşılaşır. Akşamları işinden çıkanlar alışveriş yapmaya, aylaklık etmeye gelenlere burada karışır. Çevredeki kamu binalarından, askeri komutanlıklardan birdenbire çıkmaya başlayan servis araçları, sabırsız dolmuş şoförleri, müşteri kapmak için yolun sağını işgal eden umursamaz taksiciler, bunların arasında kalmış ve muhtemelen banka kredileriyle alınmış sivil araçlar telaşlı ve tatsız bir kalabalık oluşturur. Kızılay insanların meydanı değil, arabaların kavşağıdır. Servisleriyle, otobüsleriyle, arabalarıyla evlerine dönen memur kalabalığı meraksız ve yorgun gözlerle bu taşıtların buğulu camlarından dışarıyı seyrederler. Bütün bu kalabalık sanki her gün buraya uğramalıdır. Gri cepheli, simetrik yapılı devlet binaları sanki orada durmuş yoklama alırlar. Öğrenciler "buradayız" der, Güvenpark'ın çingene fahişeleri soluk pardösüleriyle bağırır: "biz de buradayız", Sevgililer, daha mekanı olmamış arkadaşlar, daha başka birileri hep burada buluşur. Gima'nın, Yeni Karamürsel'in, Vakko'nun önünde duran bir kalabalık, içinde beklediği yüzü bir an önce görmek umuduyla kaldırımlardan akan diğer kalabalığı seyreder. Eğer mevsimlerden yazsa Güvenparkın betondan dökme koltuklarında oturan emekliler de seslenir az sonra "buradayız". Birazdan çevredeki mağazaların tezgahtarları da çıkar, akşam düşünce
Atatürk Bulvarı kaldırımlarına tezgah açan iÅŸportacılar da bağıracaktır: "MaÄŸazanın yarı fiyatına polarlar burada", sattıkları mallarla birlikte, oradadır onlar da. Gri cepheli binaların yoklaması tamamlanmıştır. Kızılay'a devam etmeyen, bu binaların altından boyunlarını eÄŸmeden geçen birkaç kiÅŸi vardır: aylaklar. Onların saatle belirlenmiÅŸ bir mesaileri yoktur, olsa bile okullarına da sürekli devam etmezler, onun için Kızılay'a düzenli gitmezler, gitseler bile yetiÅŸecekleri bir yer olmadığından ayaklarını sürüyerek ve çevrelerini seyrederek yürürler. Görecekleri farklı bir ÅŸey yoktur, diÄŸer Ankaralıların boyun eÄŸme edimi de buna eÄŸiliminlerinden deÄŸil, baÅŸlarını kaldırdığında seyredecek bir ÅŸey olmayacağını bilmelerindendir. Ankara'nın vizyon olarak tekdüzeliÄŸi o kadar belirgindir ki, Güvenpark'taki fıskiyeler çalışmaya baÅŸladığında hemen bir kalabalık toplaşır başına. Bundandır "YeniÅŸehir'de Bir Öğle Vakti" adlı romanında Sevgi Soysal, kitabın ve ÅŸehrin kahramanlarını Kızılay'da devrildi devrilecek bir kavak aÄŸacının başında buluÅŸturur. Mevhibe Hanım'ın mebus babasından kalma apartmanlarının önündeki kavağın kökü, yaÅŸayacak geniÅŸlikte toprak bulamadığından çürümüştür; roman kahramanlarının bir ÅŸekilde içine karıştırdığı kalabalık da, sözkonusu kavağın itfaiye erleri tarafından devrilmesini seyretmektedir. Roman, Ankaralıların resmi geçididir. Büyük maÄŸazada çalışan Ahmet, öğle tatilinde buluÅŸtuÄŸu Şükran'la çevrede hızla çoÄŸalan sandviçcilerden birinde beraber "Goralı" yerler. "Goralı" yani karışık. Romanın sonrası ise pek karışık deÄŸil. Ahmet, Şükran'la çalıştığı maÄŸazanın deposuna iner, burada istediÄŸi olmaz, çıkarlar, maÄŸazanın önünde açılışı bekleyen kalabalığın içinde Hatice Hanım'la çarpışır. Hatice Hanım, iÅŸi gücü maÄŸazalardan en erken, en güzel, en ucuz alışveriÅŸi kendisine "hak" edinmiÅŸ bir kadındır. MaÄŸazada dana kıyması bulamayınca "hak"kının yenmiÅŸ olduÄŸunu düşünür, sonra gider bir avuç çay kaşığı çalar, eve dönerken yaya geçitinde ışığı beklemeden geçenleri polise ÅŸikayet eder, çünkü "hak"kının yendiÄŸini düşünür. Karşıya geçtiÄŸinde bir dilenciyi görür, aklı başından gider. "Bunlar artık Kızılay'ın göbeÄŸine bile yerleÅŸtiler. Bu ÅŸehir iyice zıvanadan çıkmıştır artık. "Ankara caddelerine pırtıl insan görünmezdi bir zamanlar" dedi kendi kendine, düzen vardı eskiden, otorite vardı, asayiÅŸ vardı...." Bunları "kendi kendine" söylerken Hatice Hanım evsahibi Necip Bey'in verdiÄŸi selamı görmez. Necip Bey ÅŸapkasını sinirle başına takar. O Lozan'da okumuÅŸ (aslında okumamış, göl kenarındaki kahvelerde dört yıl oturmuÅŸtur.) bir mirasyedidir. Birazdan bankadaki parasını çektikten sonra da elindeki tek varlığı olarak bir katında Hatice hanımların oturduÄŸu apartmanı kalacaktır. Necip Bey parasını babasıyla annesini Ankara'ya getirmekten piÅŸman olan banka memuresi Mehtap'tan aldıktan sonra, "pikniÄŸe" gider, adından belli bu "pre-fast-food" mekanında kendisini Lozan lokantalarından birinde sanmaktadır:"Åžimdi tamamen yaÄŸsız bir bonfile istiyorum. Yalnız ızgaranın üzerinde fazla bırakıp özünü fazla kaçırmasınlar. Şöyle yarı kanlı olacak. Sonra haÅŸlanmış patates..." Necip beyin bu hali, tavrı yan masada oturan Güngör'ü sinirlendirir. Güngör, küçüklüğünde mahallelerinde oturan Amerikalı askerlere yumurta boyamaktan, bir tür free-shop sahipliÄŸine, ondan da antika satıcılığına terfi etmiÅŸ bir müteÅŸebbis. Ne var ki yemeÄŸin tadı Necip Bey'in deÄŸil niÅŸanlısı Melahat'in yüzünden kaçacaktır. Melahat'in giysi seçiminden, garip sorularından sıkılır ve karısından boÅŸanmak üzere mahkemeye gitmek için "piknik"ten çıkar. Burada biraz soluklanalım. Çünkü bana göre romanın asıl kahramanı olan kavak aÄŸacı sahneye çıkıyor. Güngör, kavağın çevresinde oluÅŸan meraklı kalabalıktan ve yolun kapanmasından mahkemeye yetiÅŸemeyeceÄŸini düşünecek ilkönce, canı sıkılacak. Burada kalabalığın içinde profesör Salih'le karşılaÅŸacak. Salih Bey, kavağın önünde durduÄŸu apartmanın sahibi olan Mevhibe hanımın kocası. Aslında roman da bu ikisinin çocukları DoÄŸan ve Olcay ile önce DoÄŸan'ın dostu, sonra da Olcay'ın sevgilisi olan Ali'nin merkeze alındığı bir eser. Kurgu daha önceki paragrafta olduÄŸu gibi sürer. Güngör kurallara uymaz mercedesine atlar mahkemeye gider, Salih beyse banyo takımı bakmak için Ulus'a gidecektir. Sonra karısı Mevhibe hanımı tanırız. Kızları Olcay, oÄŸulları DoÄŸan, onun arkadaşı Ali. Roman birkaç bölüm bu üçünün aralarındaki iliÅŸkiler üzerinde devam eder. DoÄŸanla Ali'nin arası Olcay yüzünden bozulacaktır. Kazıkiçi bostanlarında, Ali'nin evinde ÅŸekersiz içilen çayların tadı hepten kaçar. Nezarette karşılaÅŸtığı fahiÅŸe Aysel'e bile (ki o da birazdan devrilen kavağın yanından geçecektir) bu düzenin suçlarını anlatacak kadar duyarlı olan Ali, bir eylemden dolayı gözaltına alınır. Çıktığı gün DoÄŸan'la aralarındaki soÄŸukluÄŸu konuÅŸmak için "piknik"te buluÅŸur, daha sonra DoÄŸan'ın evden bir ÅŸey almak istemesi üzerine kavağın düşmesini seyreden kalabalığa karışırlar. DoÄŸan burada çay kaşığı hırsızı Hatice hanıma çarpar. Bu arada DoÄŸan'la Ali, aralarındaki tartışmayı bambaÅŸka noktalara taşımışlardır. DoÄŸan, Ali'ye kendi sınıfının kurallarından sıyrılabileceÄŸini kanıtlamak için, kalabalığın içinde yankesicilik yapmak blöfünü gösterir. SeçtiÄŸi adam Lozan serserisi Ankara beyefendisi Necip Bey'dir. Ne var ki buna cesaret edemeyecek, Necip Bey'in bankadan henüz çıktığını hatırlarsak çok ÅŸey kaçıracaktır. Burada romanın dört kahramanı daha çıkar karşımıza. FahiÅŸe Aysel, ayakkabı boyacısı Necmi, Sakarya Caddesi'nin delisi ve Mevhibe hanımların apartmanının kapıcısı Mevlüt. Bütün bunları biraraya getiren kapıcı Mevlüt'ün üstüne devrilecek olan bir kavak aÄŸacıdır. Kendi hikayeleriyle "YeniÅŸehir'de Bir Öğle Vakti" geçip giderler Kızılay'dan, bugün bütün Ankaralıların yaptığı gibi. Kavak kurbanı Mevlüt, çamaşırları sokaÄŸa asarak Mevhibe hanımı sinirlendiren karısı yüzünden sık sık iÅŸsizlik korkusuna kapılır. Kızılay'da kapıcılık bulunmaz nimettir ona göre. Kızılay'ın Ankara için neyi ifade ettiÄŸini o söylesin: "Senin gibi sütü bozuk yüzünden dışarı edilmemin duacısıdır kaç gavur. Kızılay, bu Kızılay! Ama senin gibi köy ayısı, Kızılay ne, Cebeci ne, Yenimahalle ne, ne bilecek?" Mevlüt'ün üzerine devrilen belki de Kızılay'daki son kavaktı. Ama orası hala Cebeci'den, Yenimahalle'den farklıdır. Bu farkın tek nedeni Kızılay merkezde duruyor, iktidar da Kızılay'da. Åžimdiyse oradaki mutsuz kalabalıklar ya Güvenpark'ın fıskiyelerini ya da Kızılay binasının tepesinden kendilerini aÅŸağı devirmekle tehdit eden insancıkları seyrediyor. Bakalım bu kara ÅŸehrin tutunamayanları kimin üzerine "devrilecek"? Hakan KAYNAR - 15 Aralık 2000, Cuma Â
button