Güncelleme Tarihi:
Dört gün barda bekledi
Richard D.Wilson, Ocak 1959'da İstanbul'a indiğinde İngilizce bir tabela gördü. Tuslog birliklerine gelen personelin bilgi için İstanbul'daki karargahı araması isteniyordu. Ama o tek kelime Türkçe bilmiyordu ve nereden telefon edeceğini bulmak bile başlıbaşına bir sorundu. Dostça davranan bir Türk'e rastladı. O Türk, telefon etmesini sağladı ve şehirdeki karargaha ulaşmaları için bir otobüse bindirdi.
Karargahta yeni gelenler için yer yoktu ve bir otele gitmek zorundaydı. Ertesi gün büroya yeniden gitti. Han binasındaki büroda, küçük bir bar, bazı eşyaların satıldığı PX mağazası da vardı. Üniformayla dolaşmak zorunda olmadığını öğrenince oradan birkaç parça giyecek satın aldı. Büroda, kırmızı kaplı bir kitap verdiler. Türkiye'de serbest dolaşabilmesi için gerekli olan bu belgenin adı ‘Kırmızı kitap’tı. İşlemlerini yürüten Mrs. Edwards, 12. Birliği arayıp, Wilson'ın göreve başlamak için beklediğini haber verdi. Oradaki görevli itiraz etti:
- Göreve yeni başlayacak kimseyi beklemiyoruz. Bir yanlışlık olsa gerek.
Mrs. Edwards, kesin bir dille tekrarladı. Yanındaki erin görev yeri orasıydı. Telefondaki görevli, ‘‘Tamam’’ dedi, ‘‘Snack-barda beklesin, gelip alırız.’’
Wilson, snack-barda, kendisini Anadolu Kavağı'ndaki görev yerine götürecek kişiyi sabırla bekledi. Snack-bardaki bekleyişi tam dört gün sürdü...
1963 yılında, Trabzon'daki Amerikan üssünde Türk ve Amerikan askerleri arasında küçük bir gerginlik yaşandı. Genç bir Türk kızının üsdeki Amerikan askerlerinden biriyle ilişkisi vardı.
Asker, birgün Türk kızını üsse getirdi. Kızın üsse girişinden kısa bir zaman geçmişti ki, üç Türk askeri anakapıda belirdi. ‘‘Kızı derhal dışarı çıkarıp bize teslim edin. Yoksa biz girip çıkarırız.’’ Amerikalı inzibatlar kabul etmediler:
- Üs komutanının izni olmadan böyle birşeye izin veremeyiz.
Derhal, üs komutanı Albay Sylvester J. Wagasky'ye telefon ettiler. Komutan, o sırada mini golf sahasında golf oynuyordu. Golf sopasıyla birlikte anakapıya geldi. Konuyu öğredikten sonra kısa bir yanıt verdi:
- Üsse giremezsiniz. Kızı size veremeyiz.
Türk askerleri, bu yanıta sinirlendiler. İçlerinden biri, Albay Wagasky'nin kolunu sertçe tuttu. Ortalık karıştı. Bu sırada Wagasky'nin elindeki golf sopası da birdenbire Türk askerinin kafasına iniverdi.
Kargaşa, bir Türk subayının gelişiyle yatıştı. Türk subay, Wagasky ile kısa bir konuşmanın ardından Türk askerlerini hazırol vaziyetine geçirdi. Amerikalı albayın kolunu tutan askeri, ata binerken kullandığı kısa kırbaçla dövdü. Sonra da dönüp Wagasky'den özür diledi. ‘‘Bir daha böyle birşey olmayacak.’’
Türk askerleri anakapıdan uzaklaşırken Wagasky de mini golf sahasına döndü...
Bu öyküyü anlatan Mike Chapman, Türk kızı ve kızın arkadaşı olan havacıyla ilgili ayrıntıları hatırlamıyor. Kesin olan birşey varsa, o da kızın o gün üsde kaldığı...
TÜRKİYE DE NERESİ?
Chuck Maki, teknik okulu bitirdikten sonra tayin edileceği yeri öğrenmek üzere ilan tahtasına bakmaya gitti: Türkiye...
Anlamamıştı? Orası neresi? ‘‘Türkiye ha?’’ Yukarı Pensilvanya'dandı ve hayatında hiç Amerika dışına çıkmamış bir gençti. Üç arkadaşı daha aynı yere gidecekti! Onlar da şaşkındı. Uzun uğraşlardan sonra atandıkları ülkenin yerini ve nasıl gideceklerini öğrendiler. Uzun bir yolculuk oldu. Akdeniz üzerinden uçmak muhteşemdi.
İstanbul'da önce Hilton Oteli'nin yakınındaki büroya gitti. Oradan da üsse gitmekte olan bir ambulansla üssün yolunu tuttu. Boğaz'dan geçişi olağanüstü bir anı olarak belleğine kazıdı. Ama Körfeze yaklaşırken ambulans bozuldu. Telefon aramak üzere yürümeye başlayan Maki'nin şansı yaver gitti. Üsse giden papaza rastladı. Onunla birlikte Gölcük'teki Türk donanma üssündeki ABD askeri bürosunu bulması zor olmadı. Ambulansa bir çekici gönderdiler. Maki'nin Karamürsel'de günleri böyle başladı.
Eğlenceli ve Türkiye'de nasıl vakit geçirileceğini bilen bir grubun tam ortasına düşmüştü. Haftasonlarını İstanbul'da geçiriyorlardı. Orada kaldıkları Gül Palas, Agatha Cristie'nin romanlarından tanıdığı Pera Palas'ın birkaç blok altındaydı. Birgün otelden çıktıklarında olağanüstü birşeyler yaşandığını anladılar. Caddeler, Türk askerleriyle doluydu. Taksim meydanında tanklar vardı. İngilizce bilen birilerine sordular. ‘‘Ne oluyor?’’ Onlar da ‘‘Kıbrıs Türktür, Türk kalacak’’ pankartlarını gösterdiler. 1955 yılında da karışıklıklar çıkmış ve pek çok Yunan asıllı vatandaşın malları zarar görmüş; ölenler olmuştu. Türkiye hükümeti, benzer olayların tekrarlanmasını istemiyordu; o nedenle de askeri önlemler almıştı. Hükümet isabetli davranmıştı; bir süre sonra da olaylar yatıştı.
İstanbul geceleri renkli geçiyordu. Türkçe altyazılı filmlere, gece kulüplerine gidiyorlardı. Her haftasonu uğradıkları lokantanın yemekleri muhteşemdi. Hoş bir çekiciliği vardı. Sanki Almanya'dan alınıp, İstanbul'a konmuş bir Alman lokantasıydı. Unutulmaz Alman yemeklerini çok sevdiler. Bira ve rakı da vardı.
Yalova feribotundaki yolculuklar çok keyifliydi. Hollywood yıldızları Katherine Hepburn ve Marie Blanchard'un üssü ziyaretleri de mutluluk verici olaylardı.
İki yıl böyle geçti. Maki, birşey anlamadığı, hatta ilk günler ‘‘bir ses yumağı’’na benzettiği Türkçeyi de öğrendi. Şimdi Türkçe, İngilizce'den sonra ikinci dili. En çok üzüldüğü nokta da, İstanbul'daki pul kolleksiyoncusuna sadece bir kez gitmiş olması. Çünkü o artık Amerika'da az rastlanan bir Türk pulları kolleksiyoncusu...
İZİNSİZ RADYO KURDULAR
Neil Berg, 1957 yılında Karamürsel'e atandığında yanında küçük bir radyosu vardı. O günlerde kısa dalga yaygın değildi. Berg ve oda arkadaşı Jak Grolle, ayrıcalıklı kişilerdi. Amerikan Askeri Kuvvetler radyosundan müzik ve basketbol maçlarını dinleyebiliyorlardı. Önemli bir maç olduğunda ya da yeni çıkan bir şarkı çalınırken oda tıka basa insanla doluyordu.
Berg, odasını kurtarabilmek için formüller üretmeye başladı. Acaba kendi radyosundan bulduğu müzik ya da maçları bir teybe kaydedip dinlenme barakasında herkese dinletse olmaz mıydı? Bu formülün işe yaramayacağı kısa sürede açığa çıktı. Bu kez bir adım daha attı Berg. Teybe kaydettiklerini düşük güçte bir radyo sinyalleriyle üsdeki herkese dinletemez miydi? Zaten herkesin bir radyosu vardı ve ‘‘Türkiye ve Ortadoğu müziklerini, anlamadıkları konuşmaları dinlemekten’’ bıkmışlardı. Berg'in bu konuda deneyimi vardı; Kuzey Dakota Eyalet Üniversitesi'nde kablo bağlantılı bir radyo yayını çalışmalarında görev almıştı. Berg, bu düşüncesini üs komutanı Albay Robert Allen ve diğer subaylara iletti. Onlardan da destek aldı. İlk kuruluş toplantısı 23 Ekim 1957'de yapıldı. Radyo istasyonu kurmak için gereken cihazların ve diğer malzemenin listesini çıkardılar. Bir baraka kısa süre içerisinde bir radyo istasyonuna dönüştürüldü. Radyoda çalışmak isteyen o kadar çok gönüllü çıktı ki, sonunda görevlendirilen personel sayısı 60'ı buldu. Radyonun ismi de kondu: ‘‘Keeping In Touch with United States.’’ Yani ‘‘Amerika ile temas halinde kalmak’’ Radyo, kısaca ‘KTUS’ olarak anılmaya başlandı.
Berg Hala dost mesajları bekliyor.
Bir sorun vardı! Nereden izin alacaklardı? Amerika'dan mı, Türkiye'den mi? Sonunda, komutanlar Amerika'ya başvuru kararı verildi. ABD Federal Haberleşme Haberleşme Komisyonu'ndan resmi izin alındı. Oysa Berg de biliyordu ki, ‘‘Federal Komisyonun Türkiye'de radyo yayınına izin verme yetkisi yoktu.’’ Türkiye, o tarihte bunu sorun yapmadı. 31 Mart 1958'de törende Albay Allen kurdeleyi kesti, diğer komutanlar da güç düğmesine basıp, radyo ekipmanını çalıştırdılar ve KTUS yayına başladı. KTUS, birçok plak şirketinin ilgisini çekti ve yeni çıkan plaklarını gönderdiler. KTUS dinleyicileri mutluydu; radyolarını çok seviyorlardı. Radyoya, Silahlı Kuvvetler Radyosu da yardım gönderdi. Uzman subaylar, Karamürsel'e gelerek, Berg'e destek oldular. Berg, oradan ayrılırken, çocuğunu geride bırakıyormuşcasına hüzünlüydü. Hala KTUS dostlarından gelecek mesajları bekliyor...