Güncelleme Tarihi:
Kitabınızda insanlığın önüne iki ihtimal koyuyorsunuz: Yıkım ve anarşi! Ne kadar karamsarsınız...
- Hayır karamsar değilim. Ben durumu tesbit ediyorum. Günümüzde insanlar gerçekleri pembe ve siyah diye ikiye ayırma eğilimindeler. Oysa durumu doğru tesbit etmek gerekir. Ben sadece bir gözlemciyim. Kategorik olmak istemiyorum. Boş yere iyimser olmaktansa, doğru ve gerçekçi tesbitler yapmak daha hayırlı sonuç verir.
Peki çözüm önerileriniz nedir?
- Patlayıcı bir kokteyl haline gelen küreselleşme-eşitsizlik- kokteylinin yol açacağı felaketi ancak sosyal demokrasi ile engelleyebiliriz. Çünkü sosyal demokrasi modeli toplum ile birey arasındaki dengeyi en iyi tutturan modeldir. Komünizm ve liberalizmle sosyaldemokrasi arasındaki fark zayıfın korunmasında düğümlenmektedir. Liberalizmde bireyin çıkarı herşeyin üzerindedir. Komünizmde ise toplumun çıkarı önde gelir. Ama sosyal demokrasi her ikisinin de eşit ağırlıkta olmasını sağlayan değerler bütünüdür. Kuralları olmayan bir toplum vahşi ormana döner. Oluşturmaya çalıştığımız Avrupa modeli, insan hakları, özgürlükler, halkın ihtiyaçlarına refah devleti ile gerçek bir sosyal devlet modeldir.
Türkiye istisna
Gerçekçi tesbitlerden söz ediyorsunuz ama kitabınızda özelikle Türkiye örneği gerçeklere pek uymuyor. Türkiye Avrupa Birliği'ne katılmak konusunda da sizin söylediğiniz çerçeveye uymuyor. Siz aday ülkelerin Avrupa ile ekonomik nedenler yüzünden bütünleşmek istediğini yazıyorsunuz.
- Evet. Bu konuda Türkiye farklı bir yaklaşım sergiliyor. Türkiye'nin istediği esas olarak kulübe dahil olmak. Ekonomik yarar sağlama ikinci planda geliyor. Polonya ve Macaristan öyle değil mesela. Onlar Avrupa Birliği'ne girerek ekonomik olarak avantaj sağlamaya öncelik veriyorlar.
Siz günümüzde zenginlerin yoksulların yükünden kurtulmak istediğini söylüyorsunuz, bu nedenle ülkelerin artık toprak bütünlüğüne önem vermediğini ve bölünmelerin hızla arttığını belirtiyorsunuz. Türkiye ise toprak bütünlüğünü korumak için yıllardan beri mücadele ediyor.
- Türkiye birçok konuda istisna teşkil ediyor. Dünyada genel eğilim aksi yönde. Bağımsızlık istekleri gelir kaynakları daha fazla olan toplumlardan geliyor. 90'lı yıllar ayrılık yılları oldu. Ne var ki bu dönemde ayrılma isteklerinin gerçek motifini, tehdit edilen bir ulusal kimliğin savunulması oluşturmuyor. Artık ayrılma isteklerinin ardında yatan gerçek neden, gerekmediği halde başkalarıyla paylaşılan bir zenginliği yanızca kendine saklamanın daha kazançlı olduğu kanısına varıp başkalarıyla ortak bir yaşam sürdürmeye katlanmama isteğidir. Çek ve Slovaklar'ın ayrılışı buna örnektir. Ancak Yugolavya'da durum farklı olmuştur. Sırp liderlerin ayrılmak isteyen topluluklara karşı tepkisinin altında ise ekonomik değil milliyetçi bir neden yatmaktadır. Türkiye'de de milliyetçilik güçlüdür. Bu davranış biçimi yüz yıl önce daha yaygındı ama artık günümüzdeki örnekleri bunun azaldığını gösteriyor. Şimdi ülkelerin davranışlarını ekonomik çıkarlar belirliyor.
Siz kültürlerin çatışması yaklaşımına da karşı çıkıyorsunuz. Avrupa'nın Türkiye'ye mesafeli duruşunda kültür farklılığının etkisi yok mu?
- Hayır. Çünkü Avrupa Birliği bir Hıristiyan kulübü değil. Örneğin Müslümanlık Fransa'da ikinci din. Yahudi vatandaşlarımız da var çok sayıda. Din ulusal kimliğimizin bir parçası değil. Avrupa Birliği'nde Hıristiyanların yanısıra başka dinlerden insanlar da var. Türkiye'nin esas sorunu azınlık hakları konusundaki pürüzler, ekonomik engeller. Siz çok büyük bir ülkesiniz. Tabii ki Türkiye'nin entegrasyonu Portekiz'inkinden çok daha zor. Avrupa kimliğinin esas çerçevesini özgürlük, özgür kurumlar, refah devleti, özel ve kamu sektörü ve birey ile toplum arasındaki dengeler oluşturur. Bu bağlamda Türkiye'nin Avrupa kimliğine uyum sağlayamayacağını düşünmüyorum. Yalnız Avrupalı'nın bakış açısından bakıldığında Türkiye'nin Kürt meselesinde daha rahat davranması ve kendisine yönelik her eleştiriyi bir suçlama olarak görmemesi gerekir. Türkiye Müslüman bir ülkedir ama aynı zamanda bir Avrupa ülkesidir de. Türkiye'nin Avupa ile bütünleşmemesi için bir neden görmüyorum.
Askere göz yumduk
Hükümet değişikliği Avrupa'da nasıl karşılandı?
- Avrupa'da herkes Refahyol Hükümeti'nin düşmesinden memnun kaldı. Ama bunun askerin müdahalesi sonucu olması yazıktı tabii. Fakat Fransa da benzeri bir olayı yaşadı. De Gaulle'ü de asker iktidara getirmişti. Ve bu dönem Fransa toplumu açısında yararlı oldu. Askeri müdahale olmaksızın Refahyol Hükümeti görevden uzaklaştırılabilseydi tabii ki çok daha iyi olurdu. Ama bu girişim Türkiye toplumunu ilerletecek. O yüzden kabul edilebilir. Yine de bunun doğru ya da yanlış bir hareket olduğunu yeni hükümetin icraatı belirleyecek. Eğer bu hükümet Türkiye'de değişimi sağlarsa, ekonomiyi geliştirir ve toplumun yaşam koşullarını düzeltebilirse o zaman askeri müdahalenin Türk toplumu için yararlı olduğu sonucu çıkacak. Toplumları ileri bir aşamaya taşıyan askeri müdahaleler olumsuz sayılmayabilir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, düşmanını kaybetmenin telaşına düşen Batı toplumlarının yeni bir düşman bulduğunu, bunun da İslam olduğunu söylüyorsunuz. Müslüman dünya Sovyetler Birliği'nin yerini alabilir mi?
- NATO Genel Sekreteri olan Willy Claes, ‘Bir zamanlar komünizm ne kadar tehlikeli olduysa şimdi de İslamcı köktencilik aynı derecede tehlikeli’ demişti. Ancak yanlış. Çünkü İslam dünyası komünist blok gibi bir bütün değil ve Sovyetler Birliği gibi askeri ve ekonomik açıdan güçlü bir liderliği de yok. Müslüman dünya ancak dışarıdan gelen bir etkiyle bütünleşebilir. Batı'nın İslamı düşman olarak görmesi bu sonuca yol açabilir. Artık yeni bir düşman kategorisi yaratmak yanlıştır.
DİSNEYLEŞTİRME
‘‘Bilgi tıkıştırılmış, kültürle yoğrulmuş kafalar, yani aydınlar televizyonda çizgi film seyreden küçük çocuklar gibi uluslararası aktörleri iki sabit kategoride sınıflandırıyorlar. İyiler ve kötüler. Bu uluslararası ilişkilerin Disneyleştirilmesidir. Örneğin Fidel Castro ya ruhsuz bir diktatör ya da Küba halkının cesur kurtarıcısı olarak görülür. Gerçek aslında çok daha karmaşıktır. Ancak bunu anlatmak çok uzun olacağından basitleştirme yoluna gidiliyor. Gerçeği bu yaklaşım ile belirleyemeyiz.’’
MEDYALAŞMA
‘‘Teknolojik ilerleme ve medyanın gelişmesi bilgi akışını kolaylaştırıyor. Ama öte yandan propaganda ve yanlış bilgilendirme de aynı ölçüde kolaylaşıyor. Ruanda'daki ‘‘Bin Tepenin Özgür Radyo-Televizyonu’’ yalan söylemekte ve cinayete teşvik etmekte tereddüt etmeyen medya tipine örnektir. Hutu milislerini yönlendiren ve 1994 yazının katliamlarında başrolü oynayan bu radyodur. Bir başka olgu da toplumun medyatik taleplerine medyatik cevaplar verilmesidir. Pazar satışı şüpheli olan her türlü gerçeği ortadan kaldırır. Sonunda gerçeği yeniden şekillendirir. Tehlike de buradadır.’’
Yirminci yüzyılın sonu zıtlıklarıyla, hiçbir değer ve kıstasa uymayan gerçekleriyle aklımızı karmakarışık ediyor. Dünyayı anlayıp yorumlamak, dibi delik kovalarla göl boşaltmaya çalışan ahmak durumuna sokuyor insanı çoğu zaman.
Sovyetler Birliği'nin dağılması ve sermayenin sınırlar arasında serbest dolaşımıyla sağlanacağı tahmin edilen gelişme ve küresel refah ne yazık ki gerçekleşmiyor. Soğuk savaş sonrası dünya gülbahçesi olmuyor.
Bloklararası tehdit ortadan kalkıyor ama savaşlar, iç çatışmalar çoğalıyor; silahsızlanma çalışmaları ilerliyor ama silah satışları artıyor. Nükleer silahların teröristlerin ellerine geçme riski ciddi bir tehlike haline geliyor.
Küreselleşme, döneme damgasını vuruyor ama aynı zamanda devletler çatlıyor, parçalanıyor, yenileri doğuyor.
Ama en ürkütücüsü, yoksul-zengin uçurumu derinleşiyor.
1960'da zengin ülkeler yoksul ülkelerin 30 katı zenginliğe sahipken 1990'lara geldiğimizde katsayı 150'ye ulaşıyor.
Jimmy Carter'ın ulusal Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, ‘‘Tarihin arenasında doymak bilmez tüketici ile açlıktan gözü dönmüş izleyici birbirine girebilir pekala’’ diyor.
Ancak dünya nutku tutulmuş gibi müthiş bir hareketsizliğin içine gömülüyor. İnsanlar gibi devletler de rahatlarını bozmak istemiyor. Müdahale etmekten, karışıklıklara el koymaktan kaçınıyorlar.
İşte dünyanın içinde bulunduğu bu umursamazlığı Fransız araştırmacı Pascale Boniface ‘Güçsüzlük İsteği’ diye yorumluyor.
Boniface Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkçe yayınlanan ve aynı adı verdiği kitabında, Doğu Bloku'nun çöküşü ile dünyayı saran iyimserlik havasını dağıtan şu yargıya varıyor: ‘‘Güç peşinde koşma düşlerinin ortadan kalkmasıyla barış dolu bir dünyanın ortaya çıkacağını sanmak yanlış. Önümüzdeki yıllarda anarşi perspektifi, adına yaraşır bir dünya düzeninden daha gerçekçi görünüyor.’’
Fransa Başbakanı Jospin'in ideologlarından ve sosyalist hükümetin politikalarının oluşumunda ağırlığı olan Pascal Boniface ile Paris'te kitabıyla ilgili görüştük...