Güncelleme Tarihi:
İki avuçluk kirli, yapışkan kan göllerinin ortasında dikilip neden yedi öfkeli Suriyelinin bana bağırdığını anlamaya çalışıyordum. Birçok Suriyelinin “ortadan kaybolduğu” gözaltı merkezinde geçirdiğim üç günde kendisine “Bay Kapa Çeneni” adını taktığım kişi dışında aralarında İngilizce bilen yoktu.
Çantalarımı aramalarını ve izler ve yatağın kenarından görünen kelepçelere bakarken tutuklanacağımı ya da en azından gözaltına alınacağımı tahmin ettim. “Neden yapıyorsunuz bunu?” dedim, Bay Kapa Çeneni, “KAPA ÇENENİ!” diye gürledi.
Oraya birkaç dakika önce gelmiştim. Saçımdan tutup beni arabadan çıkaran iki adamın ortasında içeri girmiştim. Beni otelime götürdükleri konusunda ikna etmeye başladılar ancak hiçbir şekilde sivil giyimli güvenlik görevlilerinin bana kaldığım yere kadar eşlik edeceklerine inanmadım. Ancak gözlerimin bağlanmasına engel olmayı başardım.
Yaklaşık 20 dakika sonra, kara yoluna çıkıp iki kontrol noktasından geçtik. Oraya gelmeden önce solumda oturan güvenlik görevlisi şalımla gözlerimi kapattı. Silahlı muhafızlar asker birliğe benzeyen bir yerin kapısını açtı. İçeride bir şiddet havası vardı.
Küçük Guantanamo’ya hoş geldiniz! Benim buraya getirilmemin sebebi valizimi aradıklarında bir uydu telefonu ve bir internet dağıtıcısı bulmuş olmalarıydı. Piyasada kolaylıkla bulunabilecek ürünler olsa da şüpheli bir durum olduğuna karar verildi. Bunun yanında Amerikan pasaportum ve El Cezire destekli vizem de son noktayı koydu. Ajanlar hangisinin daha kötü olduğuna karar veremiyordu: Suriye’de çalışan bir ABD ajanı mıydım yoksa bir El Cezire muhabiri miydim?
Üç hücremden ilkine götürüldüm. Orada 25 yaşında olduğunu ve Şam’da yaşadığını söyleyen, ağlamaktan yüzü şişmiş genç bir kadın vardı. Muhaberat’ın kendisini neden aldığına dair en ufak bir fikri yoktu. Bir giyim mağazasında tezgahtar olduğunu söyledi. Hücrenin köşesindeki topuklu ayakkabılar da bu kızın gösterilere katılacak bir insan olduğu iddialarını yalanlar nitelikteydi. Bir arabaya tıkıştırılıp gözleri bağlı halde buraya getirildiğinde telefonla konuştuğunu söyledi. Nerede olduğunu ya da ne kadar kalacağını bilmiyordu, ailesiyle görüşmesine izin verilmemişti.
Bir adam beni bileğimde kelepçeler, gözlerim bağlı halde hücremden aldı. Beni bir duvara itti ve orada beklememiş söyledi. Ben de öyle yaptım. Sağımda ve solumda 10’ar metre mesafede iki farklı sorgu ve dayak sesi duydum. Sorgulananlar ya “Vallahi! Vallahi!” ya da “Hayır! Hayır!” diyordu.
Bana sonsuzluk kadar uzun gelen bir süre orada bekledikten sonra biri yanıma yaklaştı. “Kimin için çalışıyorsun?” dedi, “El Cezire, internet” dedim. Yalnız olup olmadığımı sordu, ben de tek başıma olduğumu söyledim. Oradan ikinci bir hücreye götürüldüm. Bu sefer duvarlarda kan lekeleri vardı. Kansız görünen bir köşeye sıkıştım ve gece yarısı bir daha çağrılana kadar da kalkmadım.
Bir kez daha koluma kelepçeler takıldı ama bu sefer gözlerim bağlanmadan önce koridordaki kalorifer peteğine zincirlenmiş, 20 yaşında bile olmayan bir erkek gördüm. Kucağında bir defter vardı, gözleri bağlıydı ve o kadar çok titriyordu ki muhtemelen itirafını yazmak için kendisine verilen kalemi bile tutamıyordu. Bu arada dışarıda dayak ve ağlama sesleri sürüyordu. Labirent gibi merdivenleri dolaşarak, kendisine Firass diyeceğim, sorgucumun beni beklediği bir ofise girdim. Kendisini gözümdeki bandın çıkarılması için ikna etmeyi başardım.
Firass iri yapılı ve istediğinde nazik olabilecek bir erkekti. Tesiste kadın tutuklular olmasından dolayı kaygılıydı ve beni rahat ettirmeye çalışıyordu. Hatta “resmi görüşmemizin” içinde bir yatak, patates kasaları ve bir buzdolabı bulunan bir odada yapılmasından dolayı özür bile dedi. “Bu aralar çok meşgulüz” diye açıklama yapan bu görevliye “Madem sorunları küçük bir grup çıkarıyor, o zaman neden bu kadar meşgulsünüz?” diye sormak istedim ama bu çok mantıklı bir an gibi gelmedi.
Başlarda bir ajan olduğuma emin gibi görünen Firass’ın İngilizcesi çok düzgündü. Konuşmanın ilerleyen safhalarında El Cezire’ye odaklanarak kanalla İnsan Hakları İzleme Örgütü’nü aynı kefeye koydu. Kanalın BM Güvenlik Konseyi nezdinde Suriye için büyük sorun olduğunu söyledi. Dört saatlik sorgunun sonunda bu kez gönderildiğim oda, korkmuş bir genç kızın koltukta uyuduğu kullanılmayan bir ofisti.
Ertesi gün yeni orda arkadaşımla, çok fazla detaya girmeden tanıştık, çünkü yasaktı. O da Şam’ın zenginlerinin oturduğu mahallelerinden birinden bilmediği bir sebepten dolayı alınıp getirilmişti. Ben kendisiyle tanıştığıma sekiz gündür oradaydı ve hasta görünüyordu. Bize günde üç kere verdikleri karışık ve çoğu zaman bozuk yemekler onun midesine dokunuyordu. Ama tamamen yemeyi bırakamayacak kadar da açtı. Tesiste bir doktor vardı, ama kız doktora görünmeye çok korkuyordu.
Günlerimizin çoğunluğu, tıkalı lavabosunun dışında suyu akmayan banyomuzun penceresinden görebildiğimiz kadarıyla eli kolu bağlanmış genç erkeklerin sorgulanmalarını dinleyerek geçiyordu. Bir öğleden sonra duyduğumuz dayak sesleri o kadar kuvvetliydi oda arkadaşım bana (ya da kendine) “Burada kadınları dövmüyorlar” diye hatırlatmak zorunda kaldı. İlk önce kulaklarımı kapatmayı düşündüm ama sonra “Eğer bu adam ağlıyorsa birinin onu duyması lazım” diye düşündüm.
Muhaberat ajanlarından biri odamıza geldiğinde, hücre arkadaşım ailesini arayabilmesi için cep telefonunu kullanmasına izin verilmesi için yalvarmaya başladı. Ama elbette reddedildi. Dışarıdan gelen seslerin ne olduğunu sorunca da Dera’da insanlara ateş ettikleri için cezalandırılan insanlar oldukları söylendi. Sonra Bay Kapa Çeneni gelip oda arkadaşımı sorguya götürünce endişelenmeye başladım. Bir saat sonra geri geldiğinde sorununa çözüm bulamamıştı. Merak etmeden duramadım: Böyle bir kız Suriye devletine nasıl bir tehdit yaratabilirdi? Neden korkuyorlardı bu kadar?
Üç gün sonra Firass bana Katar’a dönebileceğimi söylediğinde çok memnun oldum. Hatta beni patronunun ofisine bile götürdü. Orada El Cezire’nin Suriye’deki olayları nasıl haber yaptığıyla ilgili uzun bir söylev dinledim. Konu ağırlıklı olarak çok küçük bir azınlığın temelde mutlu bir çoğunluğun canını sıkmasıydı.
Havaalanına götürüldüm ama Katar’a gitmeme izin verilmedi. Onun yerine Suriye’ye İran pasaportuyla girdiğim için ite kaka Tahran’a giden bir uçağa bindirildim. Suriyeli yetkililer İranlılara bir ajan olduğumu ima ettiler.
Neyse ki hakkımdaki gerçekler ortaya çıkmıştı. Birkaç haftalık sorgunun ardından İranlı savcılar da bir ajan değil gazeteci olduğuma karar verdi. Çarşamba günü serbest bırakıldım ve Tahran’dan Doha’ya giden bir uçağa bindirildim. Daha önce İran politikalarıyla ilgili eleştirel yazılarım olsa da bu ülkede saygı ve nezaketle karşılandım. Bütün ihtiyaçlarım karşılandı, “Vallahi! Vallahi!” diye bağıran Suriyelilerin seslerini kafamda duymadan uyuyabilmem için gereken uyku haplarını bile.