Hemen kendimi aradım. Eski numarayı çevirmişim; o tatlı kadın, “Bu numara artık kullanılmıyor” dedi. Yeni numarayı aradım, meşgul çaldı. Ben de BKM’nin basın sorumlusu Selma’yı (Semiz) aradım.
Kendi kendimi bu röportaja nasıl ikna ettim
- Ben: Selmacığım merhaba. Ben kendimle röportaj yapmak istiyorum. Bana bi randevu ayarlayabilir misin acaba?
- Selma: Kusura bakmayın ama Yılmaz Bey’in kesin talimatı var. Hiçbir röportaj talebini kabul etmiyor.
- Ben: Çok havalıymış! Sebep?
- Selma: Artık kendisine sorulacak soru kalmadığını düşünüyormuş.
- Ben: Sen beni kendisiyle görüştür ben ikna ederim. Soru neymiş, muhabbet edeceğiz. Kendisinin edeceği muhabbet de mi kalmamış?
- Selma: Bakın Beyfendi, Yılmaz Bey’in talimatı çok açık; “Bana hiçbir röportaj talebini iletmeyin bile!”
- Ben: Ama siz de hiç yardımcı olmuyorsunuz.
Fotolar bıyıklı olsun
Selma telefonu kapattı... Gerçekten umutsuz bir durumdaydım. Kendimle konuşmak istiyordum fakat ulaşamıyordum.
Derhal Necati’yi aradım. Telefonu çok uzun çaldı. Çaldığıyla kaldı. Ben Necati Akpınar’ın cevapsız aramalar denizindeki yerimi aldım. Necati, yirmialtı toplantı sonra aradı. Buldu da.
- Ben: Ya Neco, ben kendime ulaşamıyorum. Kendimle röportaj yapmak istiyorum. Hürriyet için.
- Neco: O zaman Selma’ya söyleyim fotoğraflar bıyıklı olsun.
- Ben: Kırıcı oluyorsun.
- Neco: Tamam o zaman hafız, sen kapat ben seni arayayım beş dakkaya...
Bir tuhaflık olmasın
Telefon acı acı çaldı.
- Ben: Merhaba Necati.
- Neco: Kendinle röportaj yapacakmışsın ama ulaşamıyormuşsun.
- Ben: Evet önce Selma’yı aradım resmen tersledi beni. Selma’ya hiçbir röportaj talebini kabul etmediğimi biraz bağıra çağıra söylemiştim. Yok canım, düpedüz bağırıyordum. Korkuyorum Necati; bir dilin sürçse, ters bir laf çıksa ağzından yandın gitti. Her gün röportaj konusu ya daha gergin bir hal alıyor ya da ben fazladan tırsıyorum, bilmiyorum. Ne diyorsun; konuşayım mı kendimle?
- Neco: Ya bence manşette bir tuhaflık olmasın, gerisi mühim değil.
- Ben: Manşeti de ben kendim atıcam canım.
- Neco: İşte onu diyorum, bi tuhaflık olmasın.
- Ben: Neco, bana güvenmiyorsan hiç konuşmayayım ben kendimle.
- Neco: Yok canım tatlı tatlı konuş ne var. Şöyle yapalım, ben telefonu kapatayım, sen de kendinle ne istiyorsan konuş.
- Ben: Tamam.
Kendimi yazarken buldum. Merhabalaştım. Medeni ama mesafeliydim. Arkadaş olmaya değil, soru sormaya gelmiştim...
Ben sordum Yılmaz cevapladı
- Ben: Sizinle röportajı direkt yazarak yapmak daha uygun olur diye düşündüm.
- YILMAZ ERDOĞAN: Evet, bence de kendi kendimize konuşup kaydedip sonra onları çözmek falan aptalca olur. Bana siz mi diyeceksin... iz...
- Ben: Bence soru sormak için en ideal mesafe bu. Öyle çok soğuk bir siz değil ama gene de siz. Siz de uygun görürseniz?
- Y.E.: Evet, ben bana siz diyor. Bu daha önce başıma gelmedi.
- Ben: Siz oyun yazarısınız bu kadar şaşırmamalısınız.
- Y.E.: Ben hep şaşırırım.
Şaşırdım şiir yazdım
- Ben: En son neye şaşırdınız?
- Y.E.: Keskin bozkırında gece gökyüzüne bakarken çok şaşırdım. Hatta o kadar şaşırdım ki, ‘Yurdun Sevmek Maceradır’ adlı şiire sebep oldu bu.
- Ben: Şiir nasıl yazılır hakikaten? Şiirsel olmayan bi cevap rica edersem eğer, şiir nasıl yazılır ya da niçin yazılır?
- Y.E.: Ben Türkan Demiryöney’in öğrencisiyim. Gerçek hayata imanım vardır. Her şiir, varlığını bir yaşanmışlığa borçludur.
Ben: Sana bakmak, Allah’a inanmaktır?
- Y.E.: ......
Kalabalık birisiniz
- Ben: Orada bahsettiğiniz kişiyle de röportaj yapmak isterdim. Neyse. Yılmaz Bey, kalabalık bir portre çiziyorsunuz ve insanların kafası karışabiliyor. Birçok şapkanız var.
- Y.E.: Evet, bazı tv programlarında adının altına mesleğini yazarlar. Böyle zamanlarda tatlı bir asistan kız gelir ve sorar. Ben de ‘Sadece adımı yazın kâfi’ diyorum.
- Ben: Bu cevap havalı olduğu için mi seçildi yoksa?
- Y.E.: Hayattaki diyalogların da şık olmasında bir beis yok.
- Ben: Siz kimsiniz onu öğrenmeye çalışıyorum aslında.
- Y.E.: Ben bir yazarım.
- Ben: Bazen ‘Düşünürüm’ dediğiniz oluyor, şimdi neden yazara gerilediniz?
Umursamama hakkı
- Y.E.: Hava peşindeyim hissi oluşuyor. Az önce siz de yersiz bir vurgu yaptınız bu konuya.
- Ben: İnsanların hakkınızda ne düşündüğü sizi ne kadar ilgilendirir?
- Y.E.: Çok ilgilendirir ama ben az ilgilendiriyormuş gibi yaparım. Ama bu benim duygularımla ilgilidir, düşüncelerimle değil.
- Ben: Duyarım, kırılırım ama yolumdan dönmem mi diyorsunuz?
- Y.E: Dönsem nereye gideceğim? Sevdiğini umursarsın; umursamak bir ilişki biçimidir. Benimki de umursamaktır. Sanat her türlü yüzmeye müsait bir denizdir. Bir sanatçının umursamama hakkı da vardır. Umursama işinde tercihler sözkonusudur.
‘Ben’, beni yendi
- Ben: Geçmişte sanat sinemasıyla ilgili daha sert bir bakış açınız vardı, değişti mi bu?
- Y.E.: Antalya
Film Festivali’nde jüri deneyimi yaşayınca konuyu anladım. Çünkü ben de herkes gibi önyargıların çekiciliğine kapılıyorum. Önemsemiyorsun ya da önemsemiyormuş gibi yapıyorsun. Kibirli davranıyorsun yani. Herkes için söylemiyorum, ben de öyle yaptım. Hatta Vizontele yarışırken, baktım bana ödül yok şehri terkettim.
- Ben: Ve bu bir hataydı...
- Y.E.: Daha da ötesi, düpedüz arkadaşlarıma saygısızlık ettim. Altan, Demet ve Kardeş Türküler. Filmimiz üç ödül almış ama ben, ‘ben’ kaygısına yenik düştüm. Yani yaşarken bir sürü ahmaklık yapıyorsun ve çok beşer hareketler bunlar deyip geçiyorsun.
Hayat, neşeli mi
- Ben: Mükremin’e bakıyor musunuz Türkmax’ta?
- Y.E.: Bazı bazı. Her seyircisi gibi büyük hürmetim var. Naifliği hem en güzel hem en kusurlu tarafı. Daha güzel yapmak mümkün ama o kadar naif olmak artık imkânsız.
Ben: Neşeli Hayat hangi derde derman olacak?
- Y.E.: Bu çok iddialı olmadı mı?
Ben: Tamam canım sizin hatırınız için tırnak içine alırız... Siz soruyu anladınız?
- Y.E.: Elbette anladım. Siz sanki sizi kızdırmak zor bir şey değilmiş gibi bir his veriyorsunuz insana.
Ben: Siz de...
- Y.E.: Eskiden öyleydim. Şimdi daha tatlıyım. İsterseniz ben Neşeli Hayat sebebiyle neler öğrendiğimi söyleyeyim. Birincisi; Maslak’tan Reşit Paşa’ya, sağa dönerken sola Boyacıköy’e değil de tam sağdan aşağı Muhtar Sokak’a indiğinizde, sanki bir film çekimi için özel yapılmış bir mahalleye gelindiğini. Orada ekseri İstanbul’un cümle restoran aleminde çalışan aşçılar, şefler, garsonlar ve onların ailelerinin yaşadığını. Ki dikkat ederseniz, Rıza Şenyurt da aşçıdır. Rıza Şenyurt olmanın bir oyuncu için nefis bir deneyim olduğunu öğrendim. Rıza’nın ruh hali, her gün içine girip zaman geçirmek istediğim bir meditasyona dönüştü. Başka ne öğrendim? Hayat genel olarak güzeldir de acaba yeterince neşeli midir?
Demek ki neymişim
Ben: Sizce hem film yazıp yönetip oynayıp, hem de üstüne bu kadar çok konuşmak iyi bir şey midir?
- Y.E.: E soruyosun, anlatıyoruz kardeşim. Sormasan niye anlatayım? Demek ki hem yapabilen hem analiz edebilen birisiyim allah allah...
- Ben: Bu kadar kızacağınızı bilseydim...
- Y.E.: Yok canım, aslında aynı fikirdeyim. Ama sinema filmleri biraz da üzerine muhabbet etmek içindir öyle değil mi? ‘Baba’ filmi mesela, hâlâ başköşededir.
- Ben: Aslında galiba röportaj tamamdır. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
- Y.E.: Yok.
- Ben: Çıkarmak istediğiniz bir şey var mı?
- Y.E.: Yok.
- Ben: Röportaj yayınlandıktan sonra inkâr edeceğiniz bir bölüm var mı?
- Y.E.: Yayınlandıktan sonra söylerim. Hah hah... Herkese iyi bayramlar dilerim. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim.
Tanrı, ‘Vizontele’ için ne diyecek
- BEN: Vizontele için ne diyeceksin? On yıl sonra ne anlam ifade ediyor?
- Y.E.: Baharatlı bir şekerleme... Taraf gazetesinin nefis bir anketi var ya... Orada, öldüğünüzde tanrının size ilk ne demesini ister ya da beklersiniz gibi bir soru var. Bana söyleyeceği belli: Birinci Vizontele daha iyiydi! Hah hah hah....
Söyle yiğidim görüşüm ne
- Ben: Siyasi görüşünüz?
- Y.E.: Siyasi görüş... Bir kere bir ana görüşü olur insanın önce. Meselâ hayata iyimser bakıyordur veya kötümserdir. Yalanı seviyordur veyahut nefret ediyordur. Umutludur, umutsuzdur. Sinirlidir bazısı, sakindir öteki. Ve bu ana görüşün içinde bir çoğu zaman tesadüfi bir ifade biçimi olarak vardır siyaset. Sen karşıtınla neredeyse tıpatıp aynısındır da, zıt cephelerdesinizdir. Bu nedenle hiçbir eski kelime yetmiyor anlatmaya. Ben ironik bakarım herşeye. Ve şu meşhur kader meselesinde varılan büyük senaryoyu da düşününce, tercih gibi duran mecburiyetler filan...Bir görüşe sığmıyor koca umman. Sen söyle yiğidim benim görüşüm ne? Semazen dönüyor kendi huşuun içinde, sen adamı durdurup “Kardaş senin siyasi görüşün ne” diye soruyorsun. Dans et arkadaşım. Siyaset hayatı aşırı ciddiye alır, almak zorundadır, işi, vazifesi budur. Bu kadar ciddiyet şaire de komedyene de gitmez. Yoksa açıkçası herkesin yararına düşünme bilimi olarak siyaset de, siyasi muhabbet de her zaman ilgimi çekmiştir. Arkadaşım eğer beni konuşturmaya devam edersen bitmez. Bayram misafirliğidir, öyle çok da uzatılmaz. Değerli Hocamız Robert Mc Kee bir örnek verdiydi seminerde. İsmini unuttum ünlü bir yazar bir başka yazar arkadaşına uzun bir mektup yazıyor ve diyor ki; “Kusura bakma birader mektup uzun oldu, kısasını yazmaya vaktim olmadı.”
- Ben: Teşekkür ederim ama hiç özel hayata girmedik. Oğlunuz olacak?
- Y.E: Allahın izniyle.
- BEN Adı belli mi?
- Y.E: Belli.
- Ben: Kendisine söylediniz mi?
- Y.E: Söyledik.
- Ben: Beğendi mi?
- Y.E: Otuz tane isim söyledik bir tanesine tamam dedi.
- Ben: Beğendi yani?
- Y.E: Benimsedi bile.
- Ben: Allah bağışlasın.
- Y.E: Cümlemizinkini.
- Ben: İyi bayramlar tekrar.
- Y.E: İyi bayramlar.
Yurdun Sevmek Maceradır
Ankara keskin bozkırında
Isırırken tenini
Gecenin soğuk süt düşleri
Alıç
Ve
Tuzlu kuru ayçiçeği tohumu yerken
Çitlemenin şarkısıyla konuşurken
Komşu tabiatla
Yurdun sevmek
Maceradır
Türkiyem,
Maceradır.