Osmanlı İmparatorluğu, tarihi boyunca İran’la, Avusturyalılarla ve Ruslarla mücadele etti. Ancak Osmanlı’yı aciz bırakanlar ise Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve bugünkü Kazaklar’dı. Kazaklar, o kadar cüretkárlardı ki 17. yüzyılın başlarında İstanbul’a gelip, Yeniköy’ü yağmalamışlardı. 1637’de Azak’ı alan Kazaklar’a karşı Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü sultanlarından Dördüncü Murad bile birşey yapamamıştı.
Moldavya’dan Hazar Denizi’ne kadar uzanan geniş step bölgesi tarih boyunca asilerin sığınma mekánı olmuştu. Hükümdarların otoritesini tanımayıp steplere sığınanlara Kazak, yani kaçak denilirdi. Stepin batı tarafında Lehistan ve Rusya’dan kaçmış Hristiyanlar bulunurdu. Steplerde yaşayanlar hayatlarını saldırdıkları bölgelerden elde ettikleri ganimetlerle sürdürürlerdi.
Kazak gruplarının en güçlüsü ve Osmanlılar için en büyük tehlike olanları, Zaporog Kazaklar’ıydı. Zaparog Kazaklar’ı, 16. yüzyılın sonlarından itibaren Karadeniz’deki Osmanlı şehirlerine cüretkár saldırılar yaptılar; Akkirman’ı, Kili’yi, Tuna kıyılarını, Kefe’yi, Trabzon’u ve Sinop’u yağmaladılar. Hatta 1615, 1620 ve 1624 yıllarında İstanbul’un Karadeniz kıyılarına da saldırdılar. Bu akınlar İstanbul’da bile korkuya sebep olurken kıtlık tehlikesi başgösterdi, Bulgaristan’ın doğusunda ve Anadolu’nun Karadeniz kıyılarında yaşayan halk da yerleşim yerlerini bırakarak iç bölgelere çekildiler.
Kazak tehdidinin 1650’lerde iyice artması, Osmanlı İmparatorluğu’nun dikkatini kuzeye çevirdi. Lehistan sınırında bulunan Osmanlı toprakları ile Karadeniz kıyıları da Kazak tehdidi altındaydı. Kazaklar, Osmanlı topraklarını yağmaladıktan sonra Lehistan’a sığınıyorlardı ve bu yüzden Lehistan üzerine arka arkaya seferler yapıldı.
Osmanlı donanması, Kazak saldırıları karşısında Karadeniz kıyılarında devriye gezmeye başladı. Ancak büyük gemiler, Kazaklar’ın küçük ve süratli gemileri karşısında fazla bir varlık gösteremiyor, özellikle rüzgársız havalarda, Kazak gemileri Osmanlı gemilerine büyük zararlar verebiliyordu. Kazaklar’ın en cüretkár saldırıları, 1624’te İstanbul’un Yeniköy taraflarına yaptıkları baskın oldu. Hadise, Naima Tarihi’nde ‘Donanma Kırım tarafında meşgul iken, Don Kazaklar’ı, Karadeniz’i boş bulup 150 gemi ile 20 Temmuz 1624’de Yeniköy’ü yağmaladılar ve birkaç dükkánı da yaktılar. Yağma öğrenilince, bostancılarla yeniçeriler gemilere bindirilip Yeniköy’e gönderildi. Askerin geldiğini gören Kazak eşkiyası bir an durmayıp denize firar etti. Boğaz’a böyle bir hücum, hiçbir tarihte işitilmiş değildi’.
Don Kazaklar’ı, 1637’de de Kırım’daki Azak Kalesi’ni de ele geçirdiler ve kalede yaşayan herkesi öldürdüler. O yıllar, imparatorluğun Dördüncü Murad’ın demir pençesinde yeniden canlandığı dönemdi ancak İran dize getirilmiş fakat Kazaklar’a karşı birşey yapılamamıştı. Kırım’a gönderilen Osmanlı kuvvetleri, kaleyi Kazaklar’dan geri alamadılar. Azak Kalesi’ni, ancak Dördüncü Murad’ın ölümünden sonra, 1642’de, Rus Çarı’nı savaşla tehdit ederek geri alabilirken, Kazak tehlikesinden de Kırım’ı kaybetmemizden sonra kurtulabildik.
Sorular ve cevaplar (Mehmet Nuri Yılmaz)Şefaat nedir?
Metin KARAOĞLAN/ANKARA
Sözlükte bir başkasını desteklemek üzere ona katılmak, yardımcı olmak ve aracılık yapmak gibi manalara gelen şefaat, ıstılahta, ahirette günahkár müminlerin affedilmesi, günahı olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin, Allah’a yalvarmaları, dua etmeleri ve günahlarının bağışlanmasını istemeleri demektir. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin şefaat etmesi veya Allah’ın razı olmadığı birine şefaatte bulunması mümkün değildir. ‘Onun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. (Yunus 10/3). ‘Onlar Allah’ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaatçi olmazlar’ (Embiya 21/28). Káfir, müşrik ve münafıklar için şefaat söz konusu değildir. ‘Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez’ (Müdessir, 74/48; En’am 6/51). Hz. Peygamber, bir hadislerinde, ümmetinin günahkárlarına şefaat edeceğini
haber vermiştir.
Hz. Peygamber’in bir de genel ve kapsamlı şefaati olacaktır. Mahşerde bütün insanlar, heyecan ve ıstırap içinde bulundukları bir sırada hesaplarının bir an önce görülmesi için Hz. Peygamber’den şefaat dileyecektir. Buna ‘şefaat-i uzma’ (büyük şefaat) adı verilir. Hz. Peygamber’in bu anlamdaki şefaat yetkisi Kuran’da ‘Makam-ı Mahmud’ (övülen makam) adıyla anılır.
Bir arkadaşım, ‘Hz. Peygamberimiz mescitleri yıkmayı emrettiği ve Kuran’da bu konuda ayet olduğu halde bu gün hálá mescitlerde namaz kılınıyor’ dedi. Siz buna ne diyorsunuz?
E.M./MALATYA
- Bu tür yakıştırmaların ciddiye alınır bir tarafı yoktur. Madem, böyle bir soruya muhatap olduk, cevabını da verelim: Bilindiği gibi Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde Kuba denilen semtte bir süre misafir kaldılar ve orada bir mescit inşa ettiler. Münafıklar, Kuba Mescidi’nin cemaatini bölmek, Müslümanları parçalamak ve Ebu Amir adındaki bir İslam düşmanına yer hazırlamak amacıyla Medine yakınında bir mescit yaptılar. Kuran’da buna ‘Mescid-i Dırar’ deniliyor.
Bekledikleri, ‘Ebu Amir’, Uhud ve Huneyn savaşlarına katılarak Peygamberimize karşı savaşmış, bir sonuç alamayınca Şam’a kaçmıştı. Oradan münafıklara şöyle haber göndermişti: ‘Elinizden geldiği kadar silahlanın, hazırlanın, bana bir mabet yapın, ben Bizans imparatoruna gidiyorum, büyük bir orduyla gelip Muhammed’i ve ashabını Medine’den sürüp çıkaracağım.’
Bu adamın teşvikiyle münafıklar Mescid-i Dırar’ı yapmışlardı. Münafıklar, ihtiyarlık ve hastalık gibi sebeplerle Peygamberimizin mescidine gidemediklerini ileri sürerek burada toplanmak istiyorlardı. Dış görünüşü cami olan bu bina, aslında Müslümanları parçalamak için yapılan bir fesat yuvası idi.
Münafıklar, Peygamberimizi davet ederek yaptıkları mescidi açmasını istediler. Allah-ü Teala, Cebrail’i göndererek mescidin Müslümanları parçalamak için kötü amaçla yapıldığını bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Tebük seferinden dönüşte bu mescidi yıktırıp yaktırdı. Böylece münafıklar kötü emellerine ulaşamadılar. Ebu Amir de Şam’da perişan bir halde öldü. Bu hususta Kuran şöyle diyor: ‘Zarar vermek, tanımamak, müminlerin arasını açmak ve önceden Allah ve resulüyle savaşmış olanı gözetmek için bir mescit yapanlar da var. İyilikten başka bir niyetimiz yoktur diye de yemin ederler. Halbuki Allah onların yalan söylediğine şahitlik eder. Orada asla namaz kılma. Ta ilk günden takva üzere kurulan mescit, elbette içinde namaz kılmana daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven insanlar vardır. Allah da temizlenenleri sever.’ (Tevbe, 107, 108)
Nimeti sadece şükür artırır
Şükretmek avlanmaktır, nimeti bağlamaktır. Şükür sesini duydun mu nimetin çoğalmasına hazırlan.
‘Tanrı bir kulu sevdi mi sınar, belÄlara uğratır’. Sabrederse onu seçer, şükrederse de akranı arasında seçkin bir hale getirir onu.
Kimi kullar vardır, kahrı yüzünden şükrederler Tanrıya; kimi kullar da vardır, lutfu yüzünden şükrederler Tanrıya; bunların herbiri de hayırlıdır; çünkü şükretmek panzehirdir; kahrı lutfa döndürür. Akıllı, olgun, o kişiye derler ki gizli-açık, cefáya şükreder; öylesine bir kişidir o ki Tanrı, seçmiştir onu, maksadı öcalmak bile olsa şükürle maksadına ulaşmayı hızlaştırır; çünkü apaçık şikáyetlenmek, içteki şikáyeti azaltmaktır.
Esenlik ona, Peygamber, ‘Ben çok güle-güle öldüren kişiyim’ dedi. Yáni, cefá eden gülüşüm, onu öldürüştür sanki. Gülüşten maksat, şikáyet yerine şükretmektir.
Hikáye edilmiştir ya, bir Yahudi vardı; Tanrı Elçisi’nin ashabından birinin evinin üst katında otururdu. Yahudinin láğımından pislikler, çocukların sidikleri, çamaşır suları, o zátın evine akardı. Böyle olduğu halde o, teşekkürler ederdi Yahudiye, ayáline de Yahudiye teşekkürler etmesini, işi belli etmemesini buyururdu. Böylece sekiz yıl geçti. Derken ashaptan olan o zat öldü. Yahudi, ev halkına başsağlığı vermek için sahabeden bulunan zátın katına indi. Evdeki pislikleri, pisliklerin aktığı delikleri görünce bunca zamandır olup-biteni anladı, pek nadim oldu. Ölen zátın karısına, ‘Ne diye bana haber vermediniz, ne diye boyuna bana teşekkür edip durdunuz?’ dedi. Ev halkı, o buyururdu teşekkür etmemizi, teşekkürden vazgeçmememiz için bizi korkuturdu dediler. Yahudi imana geldi, Müslüman oldu (Hazreti Mevláná’nın ‘Fihi Má-Fih’inden).
Halep dolması
Patlıcanlar tepeleri kesip soyulur, oyulur ve tuzlu suya atılır. Yağlı koyun kıymasına patlıcanların çıkartılan içinin bir kısmı, çiğ pirinç, soğan, tuz, biber, nane ve safran yoğrularak iláve edilir. Patlıcanlar bu şekilde doldurulduktan sonra kesilen tepeleri üzerlerine kapatılır. Alt tarafına kemik dizilmiş olan tencereye yerleştirilir ve üzerine koruk suyu iláve edilir. Kor üzerinde suyunu çekene kadar pişirilir. Patlıcanların siyah kabuğa kadar iyice oyulması gerekir (‘Melceü’t-Tabbáhin’den).