Kartal gibi düşmana aktılar

Güncelleme Tarihi:

Kartal gibi düşmana aktılar
Oluşturulma Tarihi: Şubat 26, 2008 00:00

Turgut Özakman, kitabında düşmana taarruza kalkan arkadaşlarına hiç emir almadan katılan kahraman Türk askerini anlatıyor. Özakman, "Pırıl pırıl yanan süngüleriyle bin beş yüz Çanakkale askeri, dev bir kartalın kanatları gibi açılmış, düşmanın üzerine gelmekteydi. Bunu seyretmek için bile yürek isterdi" diyor.

ACELE üç bölük hazırlandı, tüfeklere süngüler geçirildi. Yüzbaşılar ve teğmenler, kılıç ve tabancalarını çektiler, bölük ve takımlarının önüne geçtiler.

Düşmanla arada beş-altı yüz metre uzunluğunda gelinciklerle dolu bir yamaç vardı.

Üç bölük bu geniş alanı ateş altında, koşarak geçecekti.

Bu anda bir Çanakkale olayı parladı.

Silah kardeşlerinin süngü hücumuna kalkacağını ve bu kadar geniş bir alanı ateş altında geçeceklerini anlayan, duyan öbür beş bölük galeyana geldi. Onları yalnız bırakmamak için emir almadan tüfeklerine süngülerini geçirdiler, siperlerin önüne çıktılar. Hiçbirini durdurmaya imkan yoktu. Tabur komutanları yedekte kalması için bir bölüğü zorlukla geride tutabildi.

Yedi bölük, Allah’ı anarak koşmaya başladı. Koşmuyor uçuyorlardı. Vurulan düşüyor, kalan düşmana akıyordu.

Pırıl pırıl yanan süngüleriyle bin beş yüz Çanakkale askeri, dev bir kartalın kanatları gibi açılmış, düşmanın üzerine gelmekteydi. Bunu seyretmek için bile yürek isterdi.

MUSTAFA KEMAL: BU KADAR KUVVET BANA AZ BiLE

Kazım Bey, Mustafa Kemal’in görüşlerini Liman Paşa’ya çevirdi. Sonra bir soru daha sordu:

"Bu komutanlık size verilirse, kabul eder misiniz?"

"Evet."

Kazım Bey konuşmaya kısa bir ara daha verdi. Belki yeni albay olmuş 34 yaşındaki genç bir komutana iki kolorduya yakın kuvvetin teslim etmenin doğru olup olmadığını tartışıyorlardı. Grup bir iki tümenle daha desteklenince "ordu" düzeyinde olacaktı.

Kazım Bey yeniden konuştu:

"Liman Paşa Hazretleri ’Bu kadar çok kuvvetin birden emrinize verilmesi fazla gelmez mi’ diye soruyorlar."
/images/100/0x0/55ead342f018fbb8f8991a89


M.Kemal sakin bir sesle yanıtladı:

"Hayır, az gelir."

Kazım Beyin sesinde gizli bir keyif titredi:

"Anladım. İyi akşamlar."

"İyi akşamlar."

İNSAN OLMAYANA KAHRAMAN DENMEZ

19. Alay cephesinde 1 binbaşı, 2 yüzbaşı ve 72 er esir edildi. Bunların bir kısmı yaralıydı. Sağlıkçılar yaralıları sargı yerine taşımaya başladılar. Yaralı bir İngiliz eri için sedye kalmamıştı. Süngü savaşından üstü başı kan içinde, parça parça çıkmış askerlerden biri, can acısıyla inleyen yaralıya acıdı, sırtına aldı, sarsmamak için dikkatle yürüyerek sargı yerine götürdü. Bir subay arkalarından uzun uzun baktıktan sonra dedi ki:

"Eğer insanca davranmıyorsa, bir savaşçının bir hayduttan ne farkı olur? Savaşçıyı hayduttan ayıran, onu kahraman yapan, işte şu yorgun askerin gösterdiği insanca tavır. İnsan olmadan kahraman olunmaz. İnsan olmayana kahraman denmez."

GOLİATH’IN BATIŞI

İngiliz zırhlısı Goliath’a 300 metre kaldı.

Zırhlının gözcüsü sis içinde hayal gibi görünen Muavenet muhribine pırıldakla parola sordu. Muavenet’in işaretcisine bu durumda ne yapacağı öğretilmişti. Aynı işareti tekrarladı, yani o da Goliath’a parola sordu. Bu anlamsız yanıt İngiliz gözcüyü şaşırttı. Alarm vermedi.

On saniye kazanmışlardı.

On saniye yetti.

Anında fırlatılan üç torpito 50 km. hızla, suyun iki metre altından dev zırhlıya doğru yol alırken, Muavenet büyük bir hızla çark etti, uzaklaşmaya başladı. Makineler son güçleriyle çalışıyor, gemi zangır zangır titriyordu.

Gözcü alarm verdi mi, vermedi mi, anlaşılamadı. Çünkü üç torpito birden koca Goliath’ı bulmuştu. Korkunç bir patlama oldu. Gökyüzüne alevler, dumanlar, buharlar, demir ve insan parçaları fışkırdı.

Saat 01.15’ti.

Bu hizmet günahsa biz sonucuna razıyız

Hayriye Hanım’ın elleri de sesi de titriyordu:

"Hastalara eliniz değiyor mu? Yabancı erkeklere dokunuyor musunuz?"

Gönüllü hastabakıcı Raiba Hanım, "Aa, evet" dedi, "Mesela dün iki ayağından da yaralı bir gazi getirdiler. Ameliyattan önce zavallının ayaklarını yıkadım."

Hayriye Hanım mosmor oldu. Sesi gittikçe yükselerek, alın damarları kabararak, "Boyunca günaha batmış olduğunu, bunları yaparak ahretini yaktığını, bu hallerin gavurluğa özenmek olduğunu" anlattı, "sapkınlıktan hemen caymasını" istedi. Kızı da gözlerini kocaman kocaman açmış, başını sallayarak annesini onaylıyordu. Rabia Hanım sinirlenmedi. İki çocuklu, okur yazar, mutlu, olgun bir İstanbul hanımefendisiydi. Birkaç komşusu da buna benzer sözler söyleyip uyarılarda bulunmuştu.

Yumuşak bir sesle "Teşekkür ederim" dedi, "Ama ablacığım biz sizin gibi düşünmüyoruz. Bu insanlar biz burada şerefimizle, namusumuzla yaşayabilelim diye savaşıyor, şehit oluyor, yaralanıyor, yanıyor, sakat kalıyorlar. Bizim de bir şeyler yapmamız gerek. Cansız, akılsız, vicdansız, bilinçsiz bez bebek miyiz biz? Böyle zor günlerde her insana büyük, küçük görevler düşer. Bir kadının böyle bir zamanda evine gömülmesi ayıp olmaz mı? Benim payıma bu görev düştü. Yaptığım günah değil. Şunu da söyleyeyim. Eğer bu hizmet günahsa, biz bunun sonucuna razıyız. Devletin, milletin kurtuluşunun, şeref ve başarısının, kişisel kurtuluştan daha önemli, daha gerekli, daha hayırlı olduğuna inanıyoruz. Müslümanlık, sizin anladığınız gibi, sırf kişisel kurtuluş, yani bencillik dini değildir. Bir din böyle olamaz zaten. Müslüman sırf kendini, ahretini düşünen, başka hiçbir şeye, hiç kimseye, devlete, millete, vatana önem vermeyen, bencil biri olamaz. Bencillik insanın kendine tapınmasıdır ki en büyük günahtır."

Allah’ın huzuruna temiz çıkacaklardı

Tabur komutanlarına bir emir götüren Emir Subayı Asteğmen Cevdet, dönüşünde gözleri dolu dolu, "Komutanım" dedi, "Bir şeyi görmenizi istiyorum."

Şefik Bey çok önemli bir şey olduğunu anladı, yoksa asteğmen böyle bir öneride bulunmaz, gözleri dolmazdı. Sessizce asteğmeni izledi. Biraz ilerleyince gördü. Onun da gözleri dolup taştı.

Askercikler kirli çamaşırlarını dürüp fundaların diplerine bırakmışlar, temiz çamaşırlarını giyerek şehit olmaya hazırlanmışlardı. Allah’ın huzuruna insan ve asker olarak temiz çıkacaklardı.

Çılgın Türkler’in tarihi gazi toplarını hurdacıya sattılar

Turgut Özakman, yeni kitabında yüz kızartıcı bir gerçeği açıklıyor. Çanakkale Savaşı’nda, tabyaları dolduran 137 büyük topun akıbetini anlatıyor. "Kim yok etti bu gazi topları" sorusunu yönelten Özakman, yanıtı da kendisi veriyor: "Biz yok ettik! 1954 yılında Maliye Bakanlığı bu gazi topları, yani tarihimizi hurda demir fiyatına bir hurdacıya sattı."

TURGUT Özakman, Diriliş romanında Çanakkale Savaşı’ndaki yüz kızartıcı bir gerçeği açıklıyor. Çanakkale Savaşı’nda, tabyaları dolduran büyük, tarihi 137 topun akibetini anlatan Özakman, röportajında şunları söyledi:

137 BÜYÜK GAZİ TOP

İngiliz-Fransız donanmasını yenen Kilitbahir ve Çanakkale’deki tabyalamızı gezerseniz, buralardaki toplardan ancak bir ikisinden kalma bir kaç parça görürsünüz. Peki o tabyaları dolduran 137 "gazi top"umuz nerede? Buralardaki uzun, kalın namlulu, büyük gövdeli, raylı dev makineler ne oldu?.. Kim yok etti bunları?.. Biz yok ettik! 1954 yılında Maliye Bakanlığı, bu gazi topları, yani tarihimizi, hurda demir fiyatına bir hurdacıya sattı. Hurdacı da bütün topları kesti, biçti, söktü, parçaladı ve götürdü.

SİYASETÇİ BİLGİSİZ

Mustafa Kemal’in ölümünden sonraki siyasi liderlerimizin büyükçe bir bölümü, sanıyorum ki yakın tarihimizi iyi bilmedikleri için, bu devletin kuruluş gerekçelerini anlamadıkları için, bazı şeylerle kolayca oynanabilir gibi geldi onlara. Kendilerini Atatürk’ten daha akıllı, daha yurtsever, daha bilgili saydılar. Atatürk’ün ve arkadaşlarının milli mücadelenin gereklerinden, şartlarından doğan bir yönlenmesi var. Onu değiştirmeye, onun üzerinde oynamaya kalktılar. Her yerde de başımızı duvara vurduk, her seferinde. Taş üstüne taş koymamış, ama siyaseten lider olmuş bir adamın Türkiye’nin geleceği için çok kesin konuştuğunu gördüğüm vakit benim içim ürperiyor. Belli ki daha dünü bilmiyor, evvelsi günü hiç bilmiyor. O zaman yarını da kestiremiyor. Türkiye bunu hak eden bir ülke değil.

BÖLÜNMENİN EŞİĞİ

Çok derin bir bölünmenin eşiğinde duruyoruz. Osmanlı’da böyle bir bölünme olmadı. Cumhuriyetin hiçbir döneminde böyle bir bölünme olmadı. Bu bölünme şimdi oluyor. Ve bizi yönetenler bu bölünmenin sonunun nereye varacağını, tarih bilmedikleri için kestiremiyorlar. Onlara yaşıma dayanarak bir tavsiyede bulunayım. Yakın tarihimizi çok iyi okusunlar. Kulaktan dolma bilgiyle yargıda bulunmasınlar.

Falan okulun mezunu da orduya girsin diyen Balkan savaşı’nı okusun

Türk’ün canı çok ucuzdur Almanlar için. Onun için çok kolay harcamışlar. Bu, çok büyük bir derstir. Bir: Milletin ve devletin namusu ordusudur; bu orduyu sen hiç kimseye emanet edemezsin; hiçbir yabancıya emanet edemezsin. İki: Bunun içinde çok çeşitli görüşlerin, fikirlerin, ideolojilerin, inançların karmaşa halinde bulunmasına asla izin veremezsin. Verilirse Balkan Ordusu’ndaki durumu yaşarız, facia olur. Ordu paramparça olur. Biz bunu yaşamışız. Artık bunun bir ikinci defa yaşanması söz konusu olamaz. Falan okuldan mezun olanların orduya girip girmemesi tartışması ikide bir devreye girer. Bu tartışmayı gündeme getirenler Balkan Savaşı’nı bir okusunlar, niye yenildik? Okuduktan sonra bir daha bu teklifte bulunmazlar. Okurlarsa ama. Ordunu yabancıya emanet edemezsin, ordunun iç parçalanmasına fırsat ve imkan veremezsin.

Ordu, o milletin ve devletin genel hayrı için kullanılır. Macera için kullanılmaz. Birinci Dünya Savaşı’nda Enver Paşa ve arkadaşları, ordumuzu macera için kullandılar. Galiçya’da ne işimiz vardı bizim? Makedonya’da, Macarlara, Avusturyalılara yardıma gidecek halde miydik biz? Yardım dediğiniz, Anadolu’nun insanını yolluyorsun oraya, ölsün diye. Kan yardımı yani bizim yaptığımız. Sarıkamış’ta ne arıyorsun? Allahuekber Dağı için halkın söylediği bir söz var. Öyle bir mevsim ki, kuş geçmez bu dağın üstünden.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!