Oluşturulma Tarihi: Mart 02, 2003 00:39
Müzik değil, ‘‘musiki’’de 50 yılı çoktan geride bırakan Sadun Aksüt, kendi deyimiyle, bu sanatın bir askeri, ebedi hizmetkarı. Bugün müziksever kaç kişi adını biliyor? Ama o, fasıl heyetlerinin fasıl heyeti, gazinoların gazino, assolistlerin assolist, seyircinin de dinleyici olduğu yıllardan bir tanbur ustası, bir canlı tarih gibi dimdik ayakta.
Tanbur Metodu, 500 Yıllık Türk Musikisi Antolojisi, Dede Efendi, Müzisyen Osmanoğulları, Türk Musikisi Güfteler Hazinesi, 100 Türk Bestekarı, Şarkılarda İstanbul gibi pek çok kitaba imza attı. 100'ü aşkın şarkı, 30 kadar saz eseri ve bir o kadar ilahi ve bir Mevlevi ayin-i şerifi besteledi. Uzun yıllarını radyoya verdi. Sayısız öğrenci yetiştirdi. İzmit Türk Musikisi Cemiyeti'nin 10 yıl hocalığını ve şefliğini yaptı.
En son TRT'de hazırlayıp sunduğu Taşplaktan Bugüne adlı hatıralı, sazlı, sözlü program da yayından kaldırıldı, şimdilerde tekrarları bile ilgi çekiyor ama o İTÜ Devlet Konservatuvarı'ndaki tanbur hocalığı görevi dışında evde oturuyor. Ve diyor ki, ‘‘Ben ve musiki dünyasındaki kuşağım, herhalde on kişi ya kaldık ya kalmadık, dağ çiçekleriyiz. Siz de arı olun alabildiğiniz kadar balı alın bizden, vermeye razıyız. Ama nerede? Birisi de kalkıp gelsin ve desin ki hocam bana şunu öğret. Hoca demesin, abi desin, baba desin. Yok. Yalnızca bana mı, Selahattin İçli, Nevzat Atlığ, Niyazi Sayın, Alaaddin Yavaşça, Cüneyt Orhon, Erol Sayan'a niye gitmiyorsunuz? Mesela Niyazi Sayın, düşünün 2. Mahmud döneminden bu yana böyle neyzen görmedi Türkiye, kadri kıymeti biliniyor mu?’’
Biz bir şey demiyor, bu Albüm'ü dikkatinize sunuyoruz...
1932 yılında Merzifon'da doğar. O sırada Van Valisi olan babasının görevi nedeniyle bir yaşına varmadan İstanbul'a taşınırlar. Çocukluğu Haydarpaşa'nın şimdi sadece adı kalmış çayırında geçer. Kadıköy 3. Ortaokulu'ndan sonra Haydarpaşa Lisesi'ni bitirir. Ancak çocukluğundan itibaren Sahibinin Sesi gramofonundan Hafız Burhan'lar, Münir Nurettin'ler dinlemeye bayıldığı için, aklı fikri musikidedir. Ortaokulda kendine bir darbuka aldırır; Ankara Radyosu'nun fasıl programı başladığında onlarla birlikte çalar durur. Liseyi bitirdiğinde ise biraz korkarak da olsa sert mizaçlı babasının karşısına çıkar:
- Ben cümbüş çalmak istiyorum.
Son devlet görevi Deniz Yolları Tekaüt Sandığı Müdürlüğü olan babası, birçok edebiyat ve tarih kitabının yazarı, emekliliğinden sonra Robert Kolej'de edebiyat ve tarih öğretmenliği yapan Ali Kemali Aksüt, beklediğinden farklı bir tepki verir:
- Çalacaksan Türk Musikisi'nin hális bir sazını, tanbur çal!
Hatta ona bir tanbur alır ve Sadettin Arel'e götürür. İleri Türk Musikisi Konservatuvarı Derneği'ne kaydolan Aksüt, 1949 yılında, 100 liraya alınmış tanburu ve ilk hocası Laika (Karabey) Hanım'la çalışmaya başlar. Tanbur ve Türk Musikisi Nazariyatı derslerine girer. Ona göre bu, çılgın bir aşığın sevgilisine kavuşması gibidir. Ama asla kolay değil! Çalabilmeye başladıktan bir süre sonra büyük bir hevesle Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne gittiğinde anlar bunu. Hocaların hocası Emin Ongan, ‘‘Böyle tanbur çalınmaz! Ben konuşayım da İzzettin Ökte'ye gidin’’ der. Böylece tanburundan ‘‘dünyada kimsenin çıkaramadığı, kubbe gibi, inci danesi gibi bir ses çıkaran’’ Ökte'nin öğrencisi olur. Bu öğrencilik ve dostluk onun ölümüne kadar sürer. Uzun yıllar Emin Ongan'la yüzlerce eser meşkeder, üslup edinir. Bir dönem Belediye Konservatuvarı'nda okur. Bu yıllarda, Cahit Peksayar, Rıdvan Aytan, Hüsnü Anıl'la birlikte Kadıköy'ün Dört Ası, daha doğrusu Dört Açı olarak anılırlar. Bir yandan gözü, o zamanlar çok revaçta olan gazinolardadır.
RÜBEYZA HANIMLA AŞKI
Ustalar der ki, insanın kıçı sahne sandalyesine değmeyegörsün, bir daha oradan kolay kolay kalkamaz! Bu sözün doğruluğunu, 26 yıl sahnelerde ünlü sanatçılara refakat ederken görecektir. İlk sahne deneyimini 1952 yılında Kristal'de Safiye Ayla'yla yaşar. Yıllarca Münir Nurettin Selçuk'tan Perihan Sözeri'ye, Mualla Mukadder'den Safiye Ayla'ya, Mediha Demirkıran'dan Zeki Müren'e pek çok sahne devine çalar. Göksel Arsoy, Ayhan Işık gibi sinemadan sahneye geçenlere de eşlik eder. Bu arada dernekte tanıştığı Rübeyza Hanım'a bol bol ‘‘musiki’’ öğretmiş, sonunda onunla evlenmeyi başarmış, iki de çocuğu olmuştur. Ancak fiziği kadar sesi de çok güzel olan Rübeyza Hanım, eşinin aşırı kıskançlığı yüzünden sanat hayatına devam edemez. Aksüt'ün başka yaramazlıkları da olmaz değil, çift boşanıp birkaç yıl ayrı kaldıktan sonra yeniden evlenir. O zamanlar gazino hayatı, gece 00.30 gibi biter; saz ustaları da evlerine son vapurla dönerler. Aksüt ve tanburu da öyle. Bir gece yine öyle dönerken, sokağın köşesinden bir bakar Rübeyza Hanım pencerede. Derhal karşı kaldırıma oturur, tanburunu tıngırdatmaya başlar. ‘‘Yapma bak kaçıyorum içeri’’ diyen Rübeyza Hanım'ı da ‘‘kaçarsan, şarkı söylemeye de başlarım’’ diye durdurur. Ama gazino hayatı yüzünden ne çocuklarının büyüdüğünü görür, ne de onlarla bir akşam yemeği zevkini yaşar.
ÇÖPÇÜ KADROSUNDA!
Musikiyle, musiki tarihiyle ilgili pek çok kitaba imza attıktan sonra, bir gün de oturur hatıralarını kaleme alır. Alkışlarla Geçen Yıllar'da 50 yıl önceki musiki hayatını, sahnelerin devlerini, Radyoevi günlerini anlatır. ‘‘Musiki toplumu’’ dev bir saraydır dışardan bakınca; damı yakut, duvarları kesme kristal ayna, pencere çerçeveleri altından. Ama ya içi? ‘‘Suyu akmayan çeşme, krapon kağıdından çiçek’’ der. Yani anlayacağınız, ilk gazinolar, sahnede ilkleri gerçekleştirenler, azmin yücelttiği isimler, yaşamın sillesini yemişler yanında çıkarcılıklardan, komplekslerden, kaprislerden, büyük kazıklardan da sözeden bol dedikodulu bir kitaptır bu. Sonra Radyoda memuriyet sınırlarına hapsedilmiş sanatçılar, söylentileri bol repertuvar ve denetleme kurulları, çekememezlikler, gazinodaki ayrımlar, ayrıcalıklar. Sahnelerde sanatın yerini başka şeylere bırakması.
1967 yılında İstanbul belediyesi kendi konservatuvarında icra heyeti üyelerine kadro bulamayınca, Aksüt'le birlikte Münir Nurettin Selçuk, Emin Ongan, Hakkı Derman, Vecdi Seyhun, Fikret Kutluğ gibi sanatkarların çöpçü kadrosundan alınışı. 1970'te İstanbul'da kolera salgını varken Radyo'da yapılan aşı sırasında duyduğu ‘‘Hemşiranım aşı az, her gelene yapmayın. Önce memurları düşünün, ya sanatkarlar da duyup gelirse’’ sözleri... Yazdıkları çok insanı kızdırır. Ama bilmeyenlere, o yıllara ilişkin bir fikir de verir. ‘‘Biz sazendeler bir lokma için nelere katlanmadık. Ele ballı şerbet, bize kan dolu kadeh’’ sözleri, yıllarca gazinolarda, solistlere karşı sazendelere yapılan ayrımcılığı anlatır. ‘‘Çalgıcı’’ sıfatına en çok kızanlardandır, ki haklıdır da. Sözü geçen kişiler Türk Musiki Tarihi'nin yerleri doldurulamaz virtüözleri değil midir?
SAZENDENİN ACI İNTİKAMI
Ünlü Çakıl Gazinosu'nda, Göksel Ersoy'a refakat ettikleri bir akşam. Geçen hafta hayata veda eden Udi Baki Duyarlar'ın başı ağırır, bir aspirin içebilmek için komiden su ister. ‘‘Sazcılara su vermiyoruz, tuvaletten için’’ der komi. Tuvalete lavabo yoktur oysa, sadece taharet musluğu. Çok dokunur bu onlara, Göksel Arsoy'un yanına ‘‘çıkar’’, durumu anlatırlar. Bunun üzerine Arsoy, komiyi çağırarak ‘‘Bana bir kasa su getirin’’ der. Hemen gelir bir kasa su. Benzer bir olay yıllar önce onun da başına gelmiş, ama o intikamını, bütün kasalardaki şişeleri kapaklarını delip ters çevirerek almıştır. Sahneden indiklerinde kulisin göle döndüğünü görünce, hınzır bir gülümseme geçmiştir yüzünden.
Onun deyimiyle şimdi herkes ‘‘usta’’dır. Ama asıl ustalarla çalışmadıkları için ustalık nedir pek bilmezler. Teknik olarak ileridedirler evet ama bu işin bir de kültürü vardır, musiki tarihine geçmiş ustaların kişilikleri, icra tarzları. Onlardan haberdar mıdırlar acaba? Şimdi ‘‘seyirci’’ vardır, sahnede dinleyecek değil, seyredilecek şey olduğundan. Oysa eski gazinolara sahiden ‘‘dinleyici’’ gelir. Hem de en kültürlüsünden. Mesela gazino tarihine geçmiş, Abacı lakaplı bir İstanbul beyefendisi. Selahattin Pınar'lı, Sadun Aksüt'la, Nevzat Tokyay'lı, Fevzi Aslangil'li bir fasıl akşamında, Selahattin Bey Abacı'ya sorar:
- Ne arzu edersiniz?
- Aman efendim, siz neyi arzu ederseniz...
- Olsun, söyleyin, sizin arzunuz olsun.
- Peki o zaman, der Abacı. Geçen akşam eviç faslını dinlemiştik, bu akşam da onun kardeşi olan ferahnák'i dinleyebiliriz.
Bunu şunun için anlatır Aksüt: ‘‘Eviç faslı radyoda yapılmıyor bugün. Piyasada ise sazlar iki hane ferahnák peşrevini doğru dürüst ve ezbere çalsınlar, hanendeler okusunlar bakayım on tane eviç şarkıyı peş peşe... Hadi canım sende! Ama bu gazinoda bu çalınıyor ve dinleyici de onu ve kardeşi olan ferahnák'i biliyor!’’
ÖLÜ FASIL VAR MI?
Peki ya şimdi? ‘‘Gazetede binlerce ilan, canlı fasıl diye. Peki ölü fasıl var mı? Tabii onların canlı fasıl dedikleri, bir org, üç şarkıdan sonra, naynirinanininom oyun havası. Herkes kapı gıcırtısına oynuyor. Fasılda katiyen dans edilmez, el çırpılmaz. Peşrevle girersin, sırası vardır, bazen ağır aksak şarkıyla girilir, aksakla devam eder, içinden girme tabir edilen tarzı vardır filan falan, özellikleri var. Ama bunlar yok, canlı fasıl var!’’
TRT'de yayımlanan Taşplaktan Bugüne adlı programın hazırlayıcısı ve sunucusu. Orada hatıralar anlattı, konuklarına anlattırdı, çaldı ve söyletti. Şimdi tekrarları bile ilgi çeken program, iki yıl kadar önce nedensiz bir şekilde yayından kaldırıldı. Ama Levent'te ekmek kuyruğunda beklerken ona para istemeden çiçek sunan ve ‘‘programın çok geç veriliyor, mezata yetişmek için uykusuz kalıyorum, biraz erkene al’’ diyen çingeneden Semra Özal'a kadar pek çok insanın damağında programının tadı. O ise yıllardır tanbur hocalığı yaptığı İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda öğrenci yetiştirmeye devam ediyor. O görev ki, 1975'te gazinolardan ayda 200-300 bin lira alırken, orada 17 bin 500 lira maaşı tercih etmişti.