Güncelleme Tarihi:
Hikâye, 1953 yılında Adapazarı’nda başlıyor. Bugün Türk futbolunun en tanıdık isimlerinden Yılmaz Vural, renkli bir ailenin içine doğuyor. Babası Zirai Donatım Fabrikası’nda çalışıyor. Sanatçı ruhlu bir kişilik; işi at arabası ve traktörlerin üzerindeki yazı ve logoları yazmak… Annesi otoriter bir ev hanımı. Evin reisi Adapazarı’nın en büyük otelini işleten Mustafa Dedesi ve Vural’ın ‘karakterime çok dokundu’ diye özlemle andığı, yaptığı kocakarı ilaçlarıyla meşhur babaannesi ‘Kurşuncu Bahriye…’ Yılmaz Hoca, “Çok özgür büyüdük” diye başlıyor anlatmaya: “Babaannem bana özgürlüğün çok pahalı bir oyuncak olduğunu, onun için insanlara çok şey kaybettirebildiğini anlatırdı. Toplumda, diğer insanları rahatsız etmeden sıra dışı olabilmeyi… Uzun saçı sevdiğimden omuzlarıma kadar uzatmıştım. Etraftan tepki görüp kestirmeye niyetlenince bana ‘Uzat oğlum, nasıl mutlu oluyorsan öyle yap!’ demişti. Enteresan bir hayata bakışı vardı.”
‘OYUNCAKLARIMIZI KENDİMİZ YAPARDIK’
Vural, “Ben İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış bir ortamda ülkenin tüm değişimlerini yaşamış bir nesildenim. Bu nedenle her şeyin değerini daha iyi biliriz” diye devam ediyor: “Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık; yakan top, misket, çukurlar kazardık, sopadan atlarımız, kılıç kalkanlarımız olurdu. Mahallede hiyerarşi vardı. Büyüğümüz, bir yaş büyükse bile ‘Git sakız al bana’ dediğinde koşar alırdık. Mahallenin kızı bizim namusumuzdu, ona kimse yan bakamazdı! Mahallemizin Numan Amcası vardı. Çok varlıklıydı. Biz evine girer saklambaç oynardık; mutfağında ne pişerse mahalleye dağıtırdı. Çocukları biz ne giyersek onu giyerdi. Şimdi karşı dairede oturanı tanımıyorsun, parası olan seni ezmeye çalışıyor… Türkiye kabuk değiştirdi. Daha çok üretmeye çalışan bir ülke varken şimdi müthiş tüketim var. Gelişim olacak tabii ama yardımlaşma duygusu törpülendi.”
‘FANATİK KUZENİM CAMDAN ATLARDI!’
Futbolla olan ‘tutkulu’ ilişkisi kuzeni ‘Erdoğan Ağabey’ sayesinde olmuş. Vural anlatıyor: “Bir Fenerbahçe hastasıydı... O zamanlar evler çok yüksek değildi. Fenerbahçe gol attı mı evinin penceresinden aşağı atlardı! Maç kaybedince en az iki gün evde hasta yatardı. Derken o bir mahalle takım kurdu. Ben 7-8 yaşındaydım. Evimizin önünde bir boşluk vardı. Ben küçükken orası koş koş bitmezdi… Sonra gittiğimde gördüm, ufacık bir yermiş! Orada bizi başlattı. Tutkuya dönmesi bilinçli değildi… Top peşinde, sabahtan akşama kadar koşar eve gitmezdim. Babaannem bana ekmeğin üzerine zeytinyağı, kırmızı biber döker getirirdi. Derken ben 16 yaşındayken Sakaryaspor seçmelerine katıldım. Oranın altyapısında, 1969’da lisanslı bir oyuncu oldum. O zamanlar Türkiye genelinde liseler arası futbol müsabakaları vardı. Ben Sakarya Lisesi’ndeydim. 1974’te Sivasspor’da profesyonel futbolcu oldum. 18 yaşımda evden ayrıldım.”
‘SPORA YAKIN, SAĞ-SOL KAVGASINA UZAKTIK’
Tembel bir öğrenci olduğunu söylese de eğitimini de yarıda bırakmak istemiyordu. Ancak yerinde de durmuyordu! Liseyi Sivasspor’dayken bitirdikten sonra 1974-1975 arası Tekirdağspor’a geçti. Top peşinde koşarken üniversite sınavlarına girmeyi ihmal etmiyordu. Kabiliyet sınavına girdiği Ankara’daki Gazi Eğitim Enstitüsü Spor Bölümü’nü bir puanla kaçırdı. Tekirdağ’a dönmeden bir lisede müdür olan amcasını ziyarete gitti. Bu sırada tesadüfen içeri giren bir gencin ‘Hocam ben Spor Akademisi’ne gidiyorum” sözü üzerine genç Yılmaz Vural’ın gözleri açıldı! Devamını kendinden dinleyelim: “Ülkede Gazi’den başka spor okulu yok zannediyordum. Ona ‘Kardeş bu spor akademisi ne?’ dedim. Yeni açılmış; 19 Mayıs Gençlik ve Spor Akademisi. Başvurunun son günü koşarak kaydoldum. Gençlerbirliği’ne transfer olup okula girdim. Yaşım tutmuyordu ama kayıtları yapan ağabey tanıdıktı, tesadüfler işte! Okulun temelini Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve Başbakan Sadi Irmak attı. Açılışta bize, ‘İşte Türk sporunu kurtaracak insanlar burada yetişecek!’ diye konuşma yaptılar. Dört sene sonra biz okulu bitirdiğimizde kimse ne olacağını bilmiyordu… Bunun üzerine temeli alıp TBMM’nin önünde protesto yaptık! Daha protestocu bir gençliktik biz! Ama spor sayesinde 1975-1980 arası başka okullardaki gibi sağ-sol kavgası ortamına girmedik.”
CEM KARACA’NIN BATERİSTİYLE ALMANYA YOLLARI
Vural, okulu bitirdiğinde 26 yaşındaydı ve antrenör olmaya karar vermişti. Ne olacağı belirsiz geleceğinin kapısındaydı. Ne yapacaktı? Almanya’ya gitmeye karar verdi. Buna dolaylı olarak Cem Karaca vesile olmuş! Anlatıyor: “Türkiye’nin en iyi bateristlerinden Haluk İnce arkadaşımdı. Kısa süre önce Cebeci’deki evi bombalanmıştı. O dönem Almanya’da olan Cem Karaca, Haluk’u yanına beraber bir grup kurmaya çağırıyordu. Biraz da onun davasına gittik yurtdışına. Cem Karaca çok şeker bir insandı. Tabii siyasi olaylardan yurtdışında olduğundan Türkiye’deki gibi değildi. Kendine göre doğru bildiği şeyleri savunan birisi olarak gurbette olmanın sıkıntısı içindeydi. Onlar bir ekip kurdular.” Vural’ın yoluysa başkaydı. Devam ediyor: “Antrenörlük okuluna girme peşindeydim. O dönem Türk spor akademileri Almanya’da üniversiteye denk olarak kabul edilmiyordu. Bunun değişmesi için ‘Alman Yüksek Spor Okulu’nda Okuyan Türk Öğrenciler Derneği’ kurduk ve yıllarca süren mücadelenin sonunda başarıya ulaştık. Köln Spor Akademisi’ne girdim. 27 yaşında bir kelime Almanca bilmeden Almanya’ya gelmiştim. Babam işçi çocuğuydu. Orada hem çalıştım hem okudum. Bulaşık yıkadım, restoranlarda, inşaatlarda, fabrikalarda çalıştım. Okul da fiziksel kondisyon istemesine rağmen sabahlara kadar çalıştım. Hiç kolay değildi. Bugün yok ‘takla atıyor, bilmem ne’ diye işin magazin boyutunu öne çıkarıyorlar ama bu zorluklarla eğitim alıp ülkeme faydalı olmak istedim.”
‘FUTBOLSUZ SIKICI VE SEVİMSİZİM’
Yılmaz Vural’ın futbolculukla başlayan kariyeri 1986-1987 sezonunda Malatyaspor’u çalıştırmak üzere Türkiye’ye dönmesinden sonra antrenörlükle devam etti. Bugüne kadar 30’dan fazla takımı çalıştırdı. Yılmaz Hoca, “Beni mutlu eden şey futbol. İçinde olduğum sürece bana yaşam enerjisi veriyor” diyor. Şimdilerde keyifsiz olduğunu söylüyor: “Çalışmazken benim için her şey çok olumsuz. Adrenalinle yaşamaya o kadar alışmışız ki, olmayınca çok canım sıkılıyor, sevimsiz bir adam oluyorum. Bu kadar mesleğe yatırım yapmış birisi olarak bana ‘Hoca, sen ne düşünüyorsun, senin fikrin ne?’ diyenin olmamasına üzülüyorum.”
O halde, biz soralım... Hoca ne düşünüyor? Yanıtı: “Eğitimi eksik yapıyoruz. Hep günü kurtarıyoruz. Futbol yöneticiliği hobi gibi görülüyor. Başladığım günden bugüne statlar, futbol topu, kıyafetler gibi şekilsel değişimler oldu, zihniyet hiç değişmedi. Yörenin gençliğine hizmet edeyim, onları meslek sahibi yapayım, yabancı gençlerle yarışalım beklentisi yok. Oysa Türkiye’de 18 milyon genç var. Bu dinamizmi değerlendiremiyoruz. Devlet stadyumlar yapıyor. Avrupa’nın en yeni tesislerine sahibiz ama içinde yarışan Türk çocuğu sayısı yetersiz. Yabancılara ayrılan bütçeyle kıyaslandığında fonlar çok az. Yabancılara verilen milyon dolarlarla bütün Türkiye’nin altyapısını yaparız.”
EN SERT TEZAHÜRAT ‘BİR BABA HİNDİ’YDİ
“Küçükken, yedi yaşlarımdayken babam beni Dolmabahçe Stadı’na maç izlemeye götürürdü. O zamanlar maçlar cumartesi, pazar günleri oynanırdı ve Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş seyircileri maçları beraber seyrederdi. Galatasaray’ın amigosunun adı ‘Karıncaezmez Şevki’ydi. Adamın ismine bak, şiddet yok! Birbirlerini kızdırmak için söyledikleri en sert slogan; ‘Bir baba hindi, hey Allah’ diyeydi… Bir şey protesto edilecekse ıslık çalınırdı. Asla küfür olmazdı. Herkes takım elbisesi, kravatı, elinde şemsiyesiyle gayet medeni şekilde, çocuklarıyla maç izlemeye gelirdi. Türkiye bu boyuttan çıktı maalesef. Şimdi seyirciler yan yana konulamaz hale geldi. Ne oluyor yani? Bir maç oynanıyor, birisi yenecek… ‘Kazanmak için her şey mubahtır’ mantığı ortaya çıkınca işin keyfi kaçtı.”
YOĞUN BAKIMDA ‘BİR DAKİKA’LARIN ÖNEMİNİ ANLADIM
Yılmaz Hoca, geçen aralık ayında COVID sebebiyle yaklaşık bir ay yoğun bakımda kaldı. Entübe edilen Vural, bu zorlu savaşı kazanıp aramıza döndü. Bu süreç onun hayata bakışını değiştirmiş. Gözleri dolarak anlatıyor: “Öncelikle ailenin ne kadar önemli olduğunu anladım. Çocuklar, eşim… Bir de zamanın ne kadar önemli olduğunu gördüm. İki gün yaşamsal değerlerim olması gerekenin altına inmiş. Ölmüşüm, ışıkların içerisinde bir yere gittim. Allahıma ‘Beni buraya bir dakika erken aldın. Bırak şu çocukları göreyim de öyle geleyim’ dedim… Hayata döndükten sonra ne kadar aptalca şeyler yaparak o yaşanmamış bir dakikaları kaçırdığımızı düşündüm. Kaçırmamak, yaşamak lazım… Sonsuza kadar yaşam var sanıyoruz ama yok. Şimdi oğluma, ‘Evde bilgisayara takılma, çık, temas et, dokun, arkadaş ol!’ diyorum.
KEMAL SUNAL İLE ROL ARKADAŞLIĞI
Yılmaz Vural’ın 1985’te yapımcı Memduh Ün ve yönetmen Kartal Tibet’in çektiği, başrolünde Kemal Sunal’ın oynadığı ‘Gurbetçi Şaban’ filmindeki kısa oyunculuğu da çok ses getirmişti! Vural bugünleri şöyle anlatıyor: “Türkiye’den Almanya’ya iş yapmaya gelenler bizi rehberlik için bulurdu. Bir gün bana ‘Türkiye’den film ekibi geldi. Bunlara polisten izin, kıyafet figüran lazım’ dediler. Baktım, yapımcı Memduh Ün, yönetmen Kartal Tibet ve Kemal Sunal. Kemal Ağabey’in filmlerdeki gırgır karakterlerin aksine çok ciddi bir kişiliği vardı. İlk gün hiç konuşmadı benimle. Vakit geçtikçe kaynaştık. Bir hafta sonra ‘kanki’ olduk. Bana ‘İstasyona gel, sen de bir sahnede oyna!’ dedi. Biraz çekindiysem de oynadım. Sonra 1986’da antrenörlük yaparken bizim genç arkadaşlar ‘Hoca, seni filmde gördük!’ dediler. Başta ‘Ne filmi ne alaka’ diye itiraz ettim. Ama sanki dokuz Oscar almış gibi her kanalda oynuyor! Sonunda itiraf ettim. Ondan sonra bir sürü daha filmde oynadım.”