OluÅŸturulma Tarihi: Haziran 01, 2003 00:00
Görsel lirizm olur mu, diye merak ederseniz, onun filmlerini izlemelisiniz. Susarak konuşan sinema da neyin nesi, diyecek olursanız; fotoğrafı da seviyorsanız, yine adres onun filmleri. Diyaloglara kulak vermek yerine kendi iç sesini dinleyen izleyiciyi, onun filmlerinin gösterildiği salonlarda bulursunuz. O yalnızlıkların, hüznün, biriktirilip kolay kolay ikinci bir kişiye, hatta kendi kendine bile söylenemeyenlerin sinemasını yapıyor. Fazla profesyoneli, kaprisi, piyasa ilişkileri, kibri olmayan bir sinema. Samimi, sade. Kendi gibi. Nitekim, tam da kendi gibi, sessiz ve derinden geldi: Dördüncü filmi Uzak'la, Cannes'da Yılmaz Güney ve Şerif Gören'in Yol filmiyle aldığı Altın Palmiye'den 21 yıl sonra, ikinci önemli ödül olan Jüri Büyük Ödülü'nü (Grand Prix) kazandı. Kahraman da, profesyonel de olmayan oyuncuları ise En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini toplayıp, üstelik Meg Ryan'ın deyimiyle değme aktörlere ders verdiler. Avrupa basını Uzak'ı yazarken Ingmar Bergman'ı, Tarkovski'yi andı. Ama o ödüllere çok alışık: Sinema Yazarları'ndan Altın Portakal'a, FIBRESCI'den Felix'e yerli-yabancı pek çoğunu evine götürdü zaten. Cannes'da Yılmaz Güney, Şerif Gören ve Tevfik Başer'den sonra yarışmalı bölüme seçilen dördüncü Türk yönetmendi. Ama ödüllerin gaza getireceği bir yönetmen asla değil. Kahramansız filmlerin, kahraman olmaktan ödü kopan yönetmeni. Hayatını ve hayata bakışını öğrenince filmlerini daha çok seveceksiniz...Filmlerinden bilindiği kadarıyla her ne kadar Çanakkale Yenice çocuğuysa da ziraat mühendisi babasının memuriyeti nedeniyle İstanbul Bakırköy'de doğar. Tarih 26 Ocak 1959. Ama babası doğup büyüdüğü topraklara dönme kararını verdiğinde henüz iki yaşında olduğundan, filmlerinden bilindiği gibi, Çanakkale Yenice çocuğu olur. Sonradan orada büyüdüğü için şükredecektir: Ormanlarla kaplı tipik bir Marmara kasabası olan Yenice'de, sabah çıkıp akşam gelmecesine bir çocukluk yaşar. Özellikle ormanlar ve mezarlıklar büyülüdür. Ağaçlar, avcılık, çete savaşları, her şeyin efsanelerle anlatıldığı kültür, hayal gücünü zenginleştirir. Yine filmlerinden bilindiği kadarıyla söylemeye gerek yoktur ki, küçükken de ağırkanlı, içine kapalı, az konuşan bir çocuktur.Ablası ortaokulu bitirdiğinde Yenice'de lise olmadığı için yine İstanbul'a taşınırlar. Sürekli pençe yapılan ayakkabı parçalanmadan yenisinin alınmadığı, çorapların yamandığı, oyuncakların bizzat çocuklar tarafından yapıldığı o yılları, yoksul yıllar gibi hatırlar ama aslında yoksulluk değildir bu. İnsanlar delice tüketimle tanışmamıştır henüz, para olmadığından değil, başka türlüsünü bilmediklerinden. Küçük çatı katından en net hatırladığı görüntü, durmaksızın tüten ve annesinin her gün cebelleştiği sobadır. OYUNCULUKLA BAŞLADIİstanbul'da orman yoksa da ağaçlar vardır henüz. Tipik bir erkek çocuğu olarak futbolcu olur, sonraları bilardo ve langırtta uzmanlaşır. Aklında ise ezberinden mühendislik. Sahiden mühendis olur ama önce lisede merak sardığı mektup arkadaşlığı yüzünden Avrupa'ya uzanmak vardır. İlk Avrupa seyahatine 17 yaşında, bir sınıf arkadaşıyla otostop yaparak çıkar. Bir ay Almanya, İsveç, Hollanda dolaştığı, çiftliklerde, ormanda, yol kenarlarında uyuduğu bu seyahatin yarattığı macera duygusunu çok sever. İlk yalnızlıklarını da o seyahatte yaşar. Yararlı bir şeydir yalnızlık; daha hızlı düşünebilir insan, düşünürken derinleşir, gözler, biriktirir. Serde de varoluşçuluk olunca biraz, geziler uzun süre devam eder.Tek tercihi olan Boğaziçi Elektrik bölümüne girer. Edebiyata olduğu kadar elektrik devrelerine de ilgisi vardır çünkü. Mühendislik de bu sanır. Sonradan öyle olmadığını, matematiğe, analitik düşünceye dayandığını öğrenecektir ama mühendislik yapmasa da eğitimi sinemada çok işine yarar. Tam ona göre bir yerdir Boğaziçi. Hayal gücünü daha da zenginleştiren bir kütüphanesi, klasik müziği tanımasını ve sevmesini sağlayan bir müzik arşivi, dağcılık, fotoğrafçılık gibi bir dolu kulübü vardır. Dolayısıyla hayatın anlamını arama güdüsüyle dağlara tırmandığı, siyah-beyaz fotoğraflar çektiği için okulu ite kaka sekiz yılda bitirir. Bu, sanatla ilişkisini geliştirirken halktan uzaklaştırdığı için snob bir dönemi olur. Ama filmlerinden bilindiği gibi ‘‘Kasaba’’ya dönüşü uzun sürmez.Kitaplarla tuhaf bir ilişkisi vardır. Okumakla kalmaz, okuduğunu eyleme dönüştürür! Bir bisikletçinin İtalya anılarını okur; bisikletle İtalya'ya gider mesela. Bu arada geçimini fotoğraflarının kazandırdığı ödüllerden, okulda çektiği vesikalıklardan, biraz da ailesinin yardımından sağlar. Bir tek sinema kulübüyle ilişkisi olmaz Boğaziçi'nde. Nedeni çok ilginç: Daha çok tek başına yapılacak eylemler peşinde olduğundan! Sonradan sinemayı tek başına gerçekleştirdiği bir eylem olarak yapacaktır ama o zamanlar sinema ona böyle görünmediğinden ‘‘Uzak’’ bir hayaldir. Mezun olduğunda, okul hayatından kurtulmaya çalışmanın ne kadar yanlış olduğunu görür; en zor şey hayatta ne yapacağına karar vermektir çünkü. Onu bu zorunluluktan kurtaran okulu bitirince, daha uzun süreli maceralar için yine Avrupa'ya koşar. İngiltere'de garsonluk yapar, sürekli okur. Ama parasız, yalnız, ne yapacağını bilmediği, bir mucize beklediği aylardır bunlar. Kurtarıcısı yine bir kitaptır, bu kez Himalaya Dağları'nda yürüyüşü anlatan bir yazar! Belki de anlam oradadır diye, meşakkatli bir yolculukla Nepal'e atar kendini. Everest ana kampına kadar, sırtında hayatta ne yapacağım sorularıyla, uzun bir yürüyüş yapar ama mucize orada değildir. Tersine, tuvalet kağıtlarını takip ederek yolun bulunduğu bu fazla turistik yer, ona yapay gelir. Yavaş yavaş o güne kadar beğenmediği ülkesini keşfeder ve aklına mucize düşünce düşer: Askerlik!Dönüşü daha da meşakkatli olur; hastalanmış, zayıflayarak bir Hint fakirine dönmüş, ayrıca parası bitmiştir. Kaçak yollarla dağdan yürüyerek Delhi'ye, oradan da günde bir elma yiyerek, fotoğraf makinesini ve İngiltere'de zencilerin çıkardığı bir yağmada arakladığı filmleri satarak Karaçi'ye ulaşır. Bu zor aylardan sonra Mamak'taki askerlik cennet gibi gelecektir. Mamak'ın bir özelliği de sinema yapmaya karar verdiği yer olmasıdır. Bu kez eyleme dönüştürdüğü Roman Polanski'nin Roman adlı kitabıdır çünkü. Ardından bütün teknik kitapları hatmeder. Karar verir ama başlayacak cesareti bulamaz; sinemacılar sinema yapmanın zorluğu konusunda bir mit oluşturarak insanları korkuttuğu için. ‘‘Bari okuyayım’’ deyip Mimar Sinan Üniversitesi'ne girer. İki yıl sonra bırakır, çünkü ona göre okulla da bağlantısı yoktur, sinema kişinin kendisinde biter. Okullar, yüzleşmek zorunda olduğumuz bir gerçeği ertelemek için uydurulan bahanelerdir sadece.Sinema kariyeri yönetmen Mehmet Eryılmaz'ın teklifiyle oyuncu olarak başlar. Bütün teknik aşamalarda bulunmak şartıyla kabul eder bu teklifi ama oyunculuğu da çok sever, oynama isteğini hálá saklar içinde. Sonra rol aldığı filmin çekildiği kamerayı satın alır ve başlar. Annesi ve babasını oynattığı ilk filmi Koza'nın yarısını tek başına, yarısını bir asistanla çeker. Bir yılda, bayat Rus filmleriyle bitirip montaj masasına oturduğunda önünde koskoca bir keşmekeş, kafasında belli belirsiz bir hikaye vardır. O masa, o montajda, sinemayı ona gerçek anlamda öğretir.Yine bir asistanla ya da iki üç kişiyle, evinde kurduğu setlerde ve büyüdüğü kasabada, akrabalarını oynatarak çektiği filmler, kendi yaşadıklarından, gözlemlerinden, hayal gücünden derledikleridir. Çoğunlukla otobiyografik yani. Görünmese de oynayanlardan biridir. Hayatta onu etkileyen ama sinemada pek ilgi gösterilmeyen şeylerden ibarettir sineması. Ne diye sorsanız, İç'e dair, ona göre çok önemli ama insanlar arasında konuşmaya değer bulunmayan ya da saklanan şeyler denebilir ama ne olduğu kelimelerle değil, sinemayla anlatılabilir ancak. O da öyle yapar zaten. Bilmek isteyen filmlerini izler. Sinemasıyla başkalarına bir şeyler anlatmaya çalışmaz, kendine terapi yapar, düşüncelerini, hastalıklarını, suçluluğunu, duygularını akıtır. Bunu susarak yapar. Kamerasıyla susar. Sınıftaki sobanın üstünde uçup duran tüyle insanları iç dünyalarına götürür. Ağırkanlılığı aynen objektifindedir; sanki sinemanın bir saniyesi 24 değil, sadece bir kareden oluşur. O bir kareyi mümkün olduğunca uzatır.SIRADA DOSTOYEVSKİ VARBu tarzı görsel bir şölen olarak niteleyip çok sevenler olduğu gibi, sıkıcı bir dia gösterisine benzetenler ya da ‘‘Nefis bir gösteriydi. Hadi şimdi de bir
film izleyelim’’ diyenler de olabilir, ancak o bunu insanların alışkanlıklarına baÄŸlar. Hollywood'un belli bir sinema türüne ÅŸartladığı izleyicinin bir suçu yoktur. Nasıl kendisi ilk gençliÄŸinde ‘‘Bu nasıl dinlenir’’ diye alay ettiÄŸi klasik müziÄŸi üniversite döneminde keÅŸfetmiÅŸ, içine sızmayı baÅŸaran bir Mozart ezgisiyle tüm piyano konçertolarını hatmetmiÅŸtir ya da Tarkovski'yi ilk izlediÄŸinde yarıda çıkmış ama dört yıl sonra aynı filmden inanılmaz etkilenmiÅŸtir, bu da bir süreç meselesidir. BaÅŸlangıçta aykırı görünen ÅŸeye zamanla alışılır. Alışılmasa da onun için fark etmez. O hayattaki sessiz bölümlerin anlamına inanır. Her ÅŸeyi diyaloglarla anlatıp o bölgelerin saklanmasını kabul etmeyecektir. Özgünlük de birincil meselesi deÄŸildir; Batı’nın yarattığı bu deÄŸere karşı, DoÄŸu’da da bütünün parçası olmak yüksek deÄŸerdir.Ben Nuri Bilge Ceylan'a, yabancı yapımcıların onca teklifinden sonra artık para problemi olan bir yönetmen olup olmayacağını sorma gafletinde bulundum. ‘‘Benim zaten para problemim yoktu ki’’ dedi. Yani, üç beÅŸ kiÅŸiyle çalışması, setlerini en mütevazı yerlerde kurması, az paralara büyük filmler çıkarması, olanaksızlıktan deÄŸil, yine tercih meselesi. 1960'lardan kalma pençeli ayakkabı, yamalı çorap kültüründen belki. Ya da daha çok ‘‘küçük daha kolay kontrol edilir’’ anlayışından. Bundan sonra da bütçesi küçük kendisi büyük filmler yapacağı kesin. Sırada bir evlilik filmi, Dostoyevski'nin Ecinniler'inden bir uyarlama ve aÅŸk acısıyla derviÅŸleÅŸen bir adamın hikáyesi var. Onları da susarak konuÅŸturacağından emin olabilirsiniz.Â
button