Güncelleme Tarihi:
“Alpay, dur, yapmaaa!...” Ankara’nın Sıhhiye semtindeki geniş bahçeli evde sık sık bu ses yankılanıyordu. Aslen İstanbullu bir ailenin tek oğlu olan Alpay, o zamanlar mahalleyi birbirine katmasıyla meşhurdu… Kim tahmin ederdi ki bu yaramaz ufaklık, seneler sonra söylediği romantik şarkılarla tüm Türkiye’nin tanıdığı bir yıldız olacak! Hikaye, 1935 yılında Ankara’da başlıyor. Alpay anlatıyor: “Ben yedi aylıkken doğmuşum. Teyzem, ‘Aman yaşamaz bu!’ demiş ama çok iyi beslenmişim; habire kilo almışım.
‘KAVUNCU KANTARIYLA TARTILIRDIM’
Kavuncunun kantarıyla tartarlarmış beni. Sonunda yaşamışım ama çok korkunç yaramaz bir çocuk olmuşum. Annem ‘Ben bir çocuk doğurdum, 10 çocuk büyüttüm’ derdi. Evde yüksek tavanlı bir garaj vardı. İlk paraşütle düşme deneyimimi onun tepesinden şemsiyeyle atlayarak yapmıştım. Evimizde bir erzak odası vardı. Sıra sıra gerili iplerde çirozlar, sepetlerin içinde yumurtalar, limonlar, sarımsaklar olurdu. Onları yoldan geçenlerin kafasına atardım. Her gün kapıya bir sürü insan dayanırdı!” Ancak bu renkli evin ziyaretçileri, sadece Alpay’ın haylazlıklarının kurbanları değildi… Evleri, eski Radyoevi binasıydı. Ailenin ahbaplığı olduğundan, müzisyenler programları bitince eski Radyoevi binası olan bu eve gelir, sabaha kadar müzik yapardı. Küçük Alpay, yatak odasından aralarında Şerif İçli ve Hakkı Derman gibi meşhur sanatçıların da olduğu gruptan gelen alaturka sesleri dinlerdi… Alpay, “O bakımdan ben alaturka müziği de iyi bilirim” diye açıklıyor.
Ancak o zamanlar gündeminin büyük bir bölümünü müzik değil, halen yaramazlıkları kaplıyordu… Lise eğitimi için TED Ankara Koleji’ne kayıt ettirildi. Devamını anlatıyor: “Bir gün babam veli toplantısına gidiyor. Tüm ebeveynler çocuklarını överken benimki ‘Ben başka veliler gibi çocuğumdan methiyelerle bahsedemeyeceğim, benim çocuğum son derece yaramazdır. Bu velilerin çocukları gibi bir zekaya da sahip değildir…’ diyor ve öğretmenleri dinlemeye başlıyor. Beden eğitimi öğretmeni başlıyor anlatmaya: ‘Spora büyük kabiliyeti var. Yarışlarda tuhaf stiliyle birinci oluyor ama beden terbiyesinden 10, ruh terbiyesinden 0 alıyor, ortalaması 5!’ Ardından aynı zamanda meşhur bir ressam olan resim öğretmenimiz Eşref Üren’e geliyor sıra. Babam onu, benim yaptığım karikatürlerden tanıyor. Üren, ‘Evet, resme çok kabiliyetli ama yaramazlık sebebiyle notu 5’ deyince babam beni okuldan alıyor ve ‘adam’ olacağım düşüncesiyle Atatürk Lisesi’ne veriyor.
GRAND TUVALET FUTBOLCU
Atatürk Lisesi süper bir okuldu. Çok güzel günlerim geçti. Biz kolejde kızlarla okuduğumuz için ben hep çok şık giyinirdim. Yeni sınıf arkadaşlarımın durumlarıysa pek iyi değildi. İlk gün en arka sıraya oturdum. Bana aydan gelmişim gibi bakıyorlardı. Teneffüs olunca bütün millet başıma toplandı. Yüzünden kan damlayan bir herif geldi... Sınıfın en güçlüsüymüş; ‘Bilek güreşi yapar mısın?’ dedi. ‘Peki efendim’ dedim, küt diye devirdim onu. Herkesin gözleri fal taşı gibi oldu!” Asıl heyecansa onu teneffüs sırasında bahçede bekliyordu… “Atatürk Lisesi’nin süper bir futbol sahası vardı” diye anlatıyor Alpay: “Ters bir hareketli top bir anda benim önüme düştü. Ben ilk gün için giydiğim ‘grand tuvalet’ kıyafetimle topa bir vurdum! Bana ‘Yarın maç var, gelir misin?’ dediler. ‘Oynarım’ dedim. Ertesi gün beş bin kişinin izlediği, bana ‘Kolejli, kolejli’ diye tezahürat ettikleri maçta 4-5 gol attım ve yeni okuluma uyum sağladım. Ondan sonra derslerde portakal kabukları uçuşmaya başladı ve o sınıf Atatürk Lisesi’nin en yaramaz sınıfı olarak tarihe geçti!” Alpay’ın futbol sahasındaki başarısı başkalarının da dikkatini çekmişti; Genç Milli Takım’a girdi. Ancak kamplarda olmasından kaynaklanan sürekli devamsızlığı okulda dikkat çekmeye başladı. Özellikle bir edebiyat öğretmeni vardı ki… Sınıf arkadaşlarının, derslere getirdiği “Alpay şöyle gol attı, böyle topa vurdu!” manşetli gazete sayfaları onu yumuşatmaya yetmedi. Muallim Naci’nin kim olduğu ve ne yaptığı sorusuna “Ölmüştür” yanıtını vermesiyle Atatürk Lisesi günleri son buldu. Üçüncü durağı Hergele Meydanı’ndaki Gazi Lisesi oldu. Annesinin deyimiyle, “Oğlan yerini buldu” ve Alpay okulu bitirip Hukuk Fakültesi’ne girdi.
ŞAPKA NEFRETİ
TEK PİŞMANLIĞIM FUTBOLU BIRAKMAK
Peki bu kadar yaramaz bir çocukluktan romantizme geçiş nasıl olmuş? Alpay, “Yaramazlığımın yanında son derece duygusal bir çocuktum” diye yanıtlıyor: “O dönem ‘rock n roll’ modaydı; bense moda olanları değil kendi sevdiklerimi söyledim. Bu aralar herkesten ‘sanatçı’ diye bahsediyorlar ama gerçek sanatçı müzikten de resimden de edebiyattan da felsefeden de mimariden de anlamalı. Ben sanatçıyım. Benim evimdeki bütün resimler benim yaptığım yağlı boya tablolardır. Pişman olduğum tek şey futbolu bırakmaktı. Müzikteki şöhretime ek olarak Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi üç futbolcusundan biri olsaydım kötü mü olurdu…Yakında ‘Fettah Ürkek ile Görünmez Adam’ isminde 100 sayfalık bir karikatür kitabım çıkacak.”
Doruk Onatkut’un öngörüsü bir zaman sonra gerçek oldu. Alpay’ın, kurduğu orkestra ile çıkardığı şarkılar meşhur oldu, listelerde bir numaraya yükseldi. Ancak Türkiye’nin cismiyle Alpay’ı tanıması için biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu. Alpay anlatıyor: “Okul bitti bu arada… Benim şarkılar bir numara oluyor, millet ‘Konser!’ diye peşimde koşuyordu ama ben tanınmak istemiyordum. Üstelik bizim konserler rezalet oluyordu. El bombası gibi mikrofonda ses çıkmıyor. Bense konserimde insanların beni plağımdan dinledikleri gibi duymasını istiyordum. Sonunda Fransız asıllı bir Amerikalı bana gereken ses tesisatını getirdi. Büyük Sinema’nın çok güzel sahnesi vardı. Işık düzeni kuruldu. Belki bir ay prova yapıldı. Ancak provayı boş salonda yapıyorduk. Ya dolu salonda kötü olursa? Bir formül bulduk; salonda kalabalığın izleyeceği iyi bir film oynayacağı zaman orkestram perdenin arkasına geçecek ve arada çalacaktı. Ben de seyirciler arasında oturup teftiş edecektim. Bu uygulandı. Ses düzeni müthiş olunca konser ilan edildi. Edildiği gün biletler tükendi. Akın akın insanların geldiğini görünce kendi kendime ‘İptal etsek de kurtulsam’ diyordum. Sunucu, ‘Alpay ve Arkadaşları’nın ilk konserine hoşgeldiniz!’ dedi. Ben merdivenin tepesinde tavanda duruyordum. Ortalık yıkıldı. İlk söylediğim, ‘Estando Contigo’ diye bir İspanyolca şarkıydı. Bitince önce bir sessizlik oldu. Sonra çılgınca alkışlar! Müthiş konserdi. Sene 1964’tü… Böylece bu işin içine girmiş olduk…”
‘TÜRKİYE’DE SENİN GİBİ SES YOK’
“Aslında hiçbir şeye merakım yoktu, okumak gibi bir derdim de yoktu...” diye devam ediyor anlatmaya: “Arkadaşlarım sabahlara kadar sınavlara çalışırdı. Ben bana anlattıkları özetle onlardan daha yüksek not alırdım! Futbol kariyerim de devam ediyordu ama babam bir gün eve geldi ve bana ‘Oğlum çok başarısız bir sporcusun’ dedi. Beni bu yaşta Milli Takım’a çağırdıklarını kendisine hatırlatınca, ‘Allah sana dünya çapında tanınacak yetenek verdiyse ama sen ancak Türkiye’de başarılı olabildiysen bu başarısızlıktır. Yarın Fenerbahçe ile maçınız var; sen sabah 4’te eve geliyorsun; ya adam gibi oyna ya da git sabaha kadar kızlarla dans et!’ dedi. Ben tercihimi kızlarla dans etmekten yana kullanarak futbolu bıraktım…”
Futbol kaybetmiş ama Alpay’ı kazanan sadece Ankara partileri olmamış! Küçükken yatak odasından dinlediği müzik de hayatına yeniden girmiş… Nasıl olduğunu şöyle anlatıyor: “Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisiydim. Kuzenim Şanar Yurdatapan bas gitar çalardı. İstanbul Suadiye’de ‘Dağ Kulüp’te Doruk Onatkut’la, ‘Dogo Orkestrası’ isimli grupları vardı. Bir gün bana da ‘İlla bir şarkı söyle!’ dediler. Birinin arkasında utana sıkıla ‘Adios Maria’yı söyledim. Orası yerle bir oldu. Doruk, ‘Türkiye’de senin gibi şarkı söyleyen yok, bir takım bantlar şarkılar hazırlayalım, senin sayende biz de meşhur oluruz!’ dedi.”
ÖZLEMLERİM...
"Eski Ankara’yı özlemle arıyorum. Her zaman için eskiler daha kaliteliydi. Ankara bir bürokrat şehriydi ama bana göre İstanbul’dan daha kaliteliydi… Her şeyde kalite, zaman geçtikçe düştü. Yakın zamanda dostlarım Cemil Taşçıoğlu ve Şener Berksoy’u kaybettiğim için çok üzgünüm.”