<B> Murat DEMİROĞLU</B>
Oluşturulma Tarihi: Nisan 05, 2003 16:34
Murat Demiroğlu (üstte), kaçırılan uçağın Atina’ya inmesiyle birlikte telefonunu açtı. Hem televizyon kanallarına bağlandı, hem de uçağın içini fotoğrafladı. Yanda bu fotoğraflardan birini görüyorsunuz.
28 Mart 2003. Saat 22.00'de İstanbul
Atatürk Havalimanı'ndan kalkan, TK 160 sefer sayılı Ankara uçağının içindeyim. Tüm haftanın yorgunluğu üzerimde. Biraz bıkkın ve isteksiz bindiğim bu uçakta geçireceğim zamanları, uyku olarak değerlendirmek niyetindeyim. 20 dakikalık bir şekerleme sonrasında, şu anonsla irkiliyorum: ‘‘Ankara, Atatürk Havalimanı inmemize izin vermiyor, İstanbul'a geri dönüyoruz.‘‘
İçimden, ‘‘Atatürk Havalimanı İstanbul'da, Ankara'daki Esenboğa‘‘ cümlesi geçiyor. Bu anonsun yarattığı tedirginlik, uçakta bulunanların yaratıcılığını uyandırıyor, felaket senaryoları kuruluyor.
Hostesler en az bizim kadar şaşkın. ‘‘Ne olduğunu biz de bilmiyoruz, kokpit kilitli, birazdan açıklama yapılır‘‘ diyerek aramızda dolaşıyorlar.
O an, uzmanlık alanı insan olan birinin gözlerine sahip olmanın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Hem kendimi, hem de çevredekileri dinlemeye ve gözlemlemeye çalışıyorum.
Aklıma, Irak'taki savaş geliyor. Dünya öylesine bir kaosun içinde ki, olumsuz herhangi bir olayı savaşa bağlamamak neredeyse imkansız.
Tüm veriler uçakta yolunda gitmeyen bir durum olduğunu ortaya koyuyor. Bu arada 10'uncu sırada olmanın önemini, biraz ötemde oturan bir kadının, hostesler tarafından sessizce ön kısma alınması ve ardından yerine dönmesi sonrasında hissediyorum. Sakince kitabını okumaya devam eden birinin neler bildiğini ve niçin çağırıldığını merak ediyorum. Konuşmaya başlıyoruz. Ona, 10E’de oturan, uçuşun başında tuvalete giden ve yerine dönmeyen, yolcu ile ilgili sorular sorulduğunu öğreniyorum.
Hostesler, ‘‘Elinde bir paket var mıydı?.. Şüpheli bir davranışı oldu mu?.. Nasıl bir izlenim bırakmıştı?..‘‘ gibi sorular sormuş. Sakince şu yorumu yapıyor: ‘‘Sanırım, yanımdaki adam, kokpitte ve sorun çıkarıyor. Bugün benim doğumgünüm, meraklanma, kötü bir şey olacağını sanmıyorum.‘‘
Bu soyut cümle nedense beni garip bir biçimde rahatlatıyor. Kaçırılmıştık ama en azından uçağımızda bir arıza yoktu. Yine de resmi bir açıklama olmadığı için, sakinliğimizi bozmadan, bildiklerimizi yansıtmadan bekliyoruz.
10'uncu sıradaki yolculardan biri ısrarla ve giderek yükselen bir sesle, ‘‘Yanımdaki adam nerede, görmek istiyorum‘‘ diyerek hostesleri sıkıştırıyor. Ortalığı ayağa kaldıracakken kızgın bir ses pilot kabininden anons yapıyor: ‘‘Atina'ya gidiyoruz. Yakıt ikmali sonrasında Berlin'e uçacağız.‘‘ Böylece kaçırılışımız resmileşiyor.
Uçağımız Atina'ya iniyor ve sonrasını herkes televizyonlardan da izlemeye başlıyor. Telefonlar açılıyor, televizyon kanalları ulaşabildikleri yolcularla canlı bağlantı kuruyor. Yakınlarımıza mesaj atıyoruz, cep telefonuyla fotoğraf çekebilenler bu fırsatı kaçırmıyor. Teknoloji farkını gösteriyor.
İletişim kanallarının açılması, kuralsız ve sınırsız bir süreci başlatıyor. Yolcular aslında tahmin edilenden daha az panik yaşıyor. Belki de belirsizliğin ortadan kalkmış olması herkesi rahatlatıyor. Kaçıran kişinin kimliğine dair soru işaretleri akla geliyor. Adam kim, amacı nedir, bir kişi mi yoksa başkaları da var mı, sıradan bir hava korsanı mı, yoksa bir intihar komandosu mu?..
Uçak dışıyla kurulan bağlantılarda birbirinden kopuk ve saçma duyumlar ulaşıyor. Kaçırılan bir uçakla böylesine rahat ve bilinçsiz bağlantıya geçmenin uçağın içinde nasıl bir psikolojiye yol açacağı tahmin edilemiyor. İçeridekilerin canlı yayında söyledikleri, farklı kanalların farklı kişilerle kurduğu telefon bağlantılarındaki mesajlar, bolca yönlendirme ile, bizlere cep telefonu mesajı olarak geliyor.
Resmi olmayan kanallardan yapılan bu açıklamalar, tekrar içeriden dışarıya kartopu gibi büyüyerek yayılıyor. Yunanistan'da yakıt ikmali yapılıp Berlin'e uçacağımızı düşünürken, Yunanistan kriz masasının bir biçimde bu işi çözeceğini düşünenler de çıkıyor.
Hava korsanı, hepinizin bildiği ünlü açıklamayı yapıncaya dek, açıkçası fazla tedirgin olmuyorum. Karşımızdaki adam, bize hiçbir şey yapmayacağını söylüyor ve bir anlamda özür diliyor ama, sesi kaybeden birinin sesi. Çok sağlıklı olmadığı her halinden belli. Üstüne bir de telefonuma gelen 'Meraklanma uçağa müdahale başlıyor sizi kurtaracaklar' mesajları ile kendimi bir anda çaresiz hissediyorum. Dengesiz bir adam ve silahlı müdahalede kurşun adres sormaz ki...
Saatler ilerledikçe, yorgunluğumuz artıyor, toleransımız düşüyor. Bu durumdan abartılı bir manşet yaratmaya çalışan bir gazetecinin sorularına dayanamıyorum.
Kriz durumlarının egzersizi yapılmaz, sadece hazır olunabilir. Hele bu tip krizlerde davnanışlarınızı önceden öğrendiğiniz bir kalıba sokabilmeyi başarmanız neredeyse imkansızdır. Yalnızca seçimleri yapmanız mümkündür. Tedirginlik ve endişe, panik ve korku ile sakinlik ve huzur, rahatlık ve pozitiflik arasında
seçim yaparsınız. O uçağın içinde böyle bir serüveni yaşamış olmanın, bana farklı bir yaşanmışlık, bir zenginlik kattığını düşünüyorum. Ve kriz anları için hazırlanmanın önemini anlıyorum... İnsanın ayaklarının yere basmasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu havada asılı kalmadan bilemezsiniz. Başımız göğe erse de ayaklarımız yerde olsun...