Güncelleme Tarihi:
Artık neredeyse tamamıyla turistik bir bölge haline gelen Sultanahmet’te buluşuyoruz. Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Sultanahmet’te halen yaşayan, eskiden kalma birkaç aileden biri olduklarını söylüyor. Doğduğu evdeyiz! Özdoğan, İstanbullu bir anne ile Kastamonulu bir babanın tek çocuğu olarak 1943 yılında dünyaya gelmiş. Anne tarafında baskın üç meslek var; bilim, sanat ve bürokrasi… Annesi Belkıs Hanım İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciye ihtiyaç olduğundan fizik bölümüne kaydoluyor. Babası İhsan Bey ise Kastamonu’nun bir köyünden. Yetim bir çocuk olarak büyüyor ama idealist öğretmenleri ve Cumhuriyet döneminin imkânlarıyla önce parasız yatılı lisede okuyor. Eğitimine devlet bursuyla Fransa’da devam ediyor. Ardından o da İstanbul Üniversitesi fizik bölümüne giriyor. Belkıs Hanımla evlendikten sonra Sultanahmet’te yanan bir konağın yerine 1934’te inşa edilen aile evine geliyor.
HAYAT SOKAKTA GEÇERDİ...
Ev de muhit de renkli… Ancak ailenin tek çocuğu Mehmet Özdoğan için durum böyle değil. Mehmet Hoca, “Zor bir çocukluktu…” diye başlıyor: “Anne, babam sabah erken çıkıp akşam geç gelirdi. Apartmanda başka çocuk yoktu. Diğer çocuklarla evde oynadığımızda pedagoji profesörü dayım ‘Gürültü etmeyin!’ diye kızardı. Bahçeye çıkardık, bu sefer müzisyen dayım orkestra çalıştığından bizi kovalardı. Hayat sokakta geçerdi. Tarihi yarımadada olduğumun farkında değildim. Her çocuk sokakta ne oynarsa onu oynardık; birdirbir, istop, saklambaç… Karşı apartman Bizans Sarayı’nın üzerindedir ama bizim için saklambaç alanıydı. Jüstinyen’in Sarayı’ndan ziyade saklanırken çiyanlara ve yılanlara dikkat etmek gereken yerdi! Sultanahmet o zamanlar İstanbul’un üst orta sınıf ve bürokrasinin bulunduğu köklü bir muhitti. 1958’de kaçış başladı. Bütün arkadaşlarımı kaybettiğimi hatırlıyorum. Farklı yerlerden gelenlerin oturduğu bir semt oldu.”
FİZİKÇİ AİLENİN YÜZ KARASIYDIM
İlkokulu, o dönemin ‘deneme lisesi’ sistematiğiyle işleyen Sultanahmet Kırkdördüncü İlkokulu’nda okudu. Pedagog dayısı aynı zamanda okulun müdürüydü. Ancak bu, Özdoğan’ı sert tedrisattan pek korumamış: “Bütün hocalar ailemi tanırdı ama eşek gibi dayak yerdik! Eğitimse o kadar iyiydi ki üçüncü sınıfta gözü kapalı Türkiye haritası çizerdim. Bugün genç kuşaklar haritayla çalışmayı bilmiyor.” İlkokuldan sonra ortaokul için İngiliz Erkek Lisesi’ne devam etti. Ardından Robert Kolej’e geçti. İlgi alanı derslerde değil başka yerdeydi… Özdoğan anlatıyor: “Çok kötü bir öğrenciydim… Hatta fizikçi bir ailenin yüz karası olarak fizik dersinden sınıfta kalmıştım. O sırada bir arkadaşımın vasıtasıyla Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF)’na girdim. Sene 1960’tı. TMTF, pek çok sosyal hizmet üstleniyordu. Öğrenciler için açtıkları amatör turist rehberliği kursuna girdim. Ortada turist yoktu ama olur da gelirlerse diye üniversitelerin en iyi hocalarıyla kalabalıklar halinde İstanbul’u ve Anadolu’yu geziyorduk. Çok aktiftim; öğrenci olaylarına katılır yürüyüşlerde pankart taşırdım. Sosyal canlılık beni Robert Kolej’den daha çok eğitti.”
‘KAYIT SIRASI AZ DİYE ARKEOLOJİYİ SEÇTİM’
1962’den sonra bir hobi daha edindi; yazları bir arkadaşıyla otostop ile Anadolu’yu gezmek. Hoca devam ediyor: “Kamyon arkasına atlayıp köy köy geziyorduk. Akşamları evlerde misafir olarak kalınabiliyordu. Bu geziler Anadolu’yu tanımamı sağladı. Sonra hippi akımı başladı ve Anadolu töresini bozdular. Konya’da bir otobüs durdurmuştuk. İçindeki amcalar bize bakıp, ‘Bak mirim, hep turist diye duyardık, ilk defa birini gördük!’ demişti. O kadar, hiç kimse gelmiyordu” Bu seyahatler kültür tarihine olan ilgisini artırdı. Üniversite seçiminde üç seçeneği vardı; siyasal, hukuk veya arkeoloji. Hoca, 58 yılını vereceği alanını nasıl seçtiğini, “Kaymakam olmak istemiyordum. Hukuk bölümü önünde bekleyen çok insan vardı. Arkeoloji kaydı için kuyruk olmadığını görünce oraya girdim. Başta beklediğimi bulamadım. Sonra efsane arkeolog Halet Çambel’i gördüm ve inanılmaz etkilendim; kişiliği, kürsünün havası, atmosferi” diye anlatıyor.
İLK KAZI YERİNDE MACBETH SAHNESİ!
Prof. Dr. Özdoğan’ın ilk kazı deneyimi nasılmış? Gülerek anlatıyor: “Okula girdiğim yıl Halet Çambel, Amerika’daki en ünlü prehistoryacı olan Prof. Dr. Robert Braidwood’u İstanbul’a getirmişti. O, kültür tarihini diğer bilim dallarıyla beraber çalışıyordu. İlk kazı yerim Urfa Bozova ve Diyarbakır Ergani’deydi. Sene 1964’tü. Kurtalan Ekspres’e binip Ergani’ye ulaştım. Elimde krokiyle karşılaştığım ilk manzara şuydu: çalının içinde kocaman kazan, başında yaşlı, beyaz saçlı bir kadın, hayvan leşi kaynatıyor! Etrafta da hayvan leşleri… Gözüme ‘Macbeth’in cadıları’ geldi! Nereye geldim diye şaşırıp kaçmayı düşündüm. Sonra öğrendim ki bu kişi meşhur zoolog Barbara Lawrence’mış. Kazılardan çıkan kemikleri karşılaştırmak için koleksiyon lazımdır. Türkiye’de bu yoktu, bunun oluşturulma sürecine tanıklık etmişim…”
KAFATASLARIYLA KONUŞAN ADAM
Daha sonra da pek çok kafatasıyla arkadaşlık etmiş Mehmet Hoca, “Amerikalı zengin bir kadın vardı sırf sekiz bin yıllık bir şeye elini sürebilmek için yüklü bağış yapıyordu. Bizse artık her şeyle içli dışlı olmuş ve kanıksamıştık” diyerek, anlatıyor: “Elmalı’daki kazılardan birinde saklama deposunda uyurdum. Oda arkadaşlarım bir İlk Tunç Çağı mezarlığından çıkardığımız kafataslarıydı. Bayağı muhabbetimiz olurdu, ben onlara bakardım, onlar bana. Kendi elinle topraktan çıkardığın şeyin seni ısırmayacağını biliyorsun. Elimden kaç iskelet geçti bilmem. Mısır veya Çin gibi binlerce yıldır girilmemiş mezarlıklar olsa belki popüler arkeoloji filmlerindeki gibi heyecanlı olurdu, Anadolu’da neyse ki böyle şeyler yok, ama onun yerine aslında dünya uygarlık tarihi açısından daha gerçek çekiciliği olan kalıntılar var.” Peki mezarlarından çıkarılan iskeletlerin huzurlarını bozduklarını hiç düşünmüyorlar mı? Mehmet Hoca’nın cevabı net: “Bozulmuyor çünkü zaten üzerine gelen başka mezarlar onun huzurunu bozmuş oluyor. Su kanalı yapılmış adamın yarısını götürmüş, ağacın kökü iskeleti delmiş.Kafatası içi genelde akreplerin en sevdiği yerdir, hep oraya yuva yaparlar. Dolayısıyla üniversite depoları daha huzurludur.”
ANADOLU’YU DİNLİYORUM GÖZLERİM KAPALI...
Prof. Mehmet Özdoğan, 1963’te adım attığı mesleğinde bugüne kadar 30’a yakın kazıda bulundu. 1994 yılında profesör oldu, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi’nin ‘Prehistorya Anabilim Dalı Başkanlığı'nı üstlendi, 2010 yılında emekli oldu. Yüzlerce öğrenci yetiştiren Mehmet Hoca, 2001’de Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü aldı; Marmara Bölgesi tarih öncesi arkeolojisi alanına yaptığı katkılarından dolayı 2008’de Vehbi Koç Ödülü’ne, neolitik çağ mimari oluşumunu inceleyerek yaptığı yayınlardan ötürü geçen yıl Mimarlar Odası’nın Mimarlığa Katkı Ödülü’ne layık görüldü. Çalışmaları devam ediyor… Peki Anadolu neden önemli? Mehmet Hoca şöyle yanıtlıyor: “Anadolu’nun üzerinden bir milyon 200 bin yıl evvel bile insanın geçtiğini biliyoruz. ‘Depolanabilir ürüne dayalı toplumun temeli kesin olarak Güneydoğu bölgemizde atılıyor. Depolanabilir tarım modeli oturtulduktan sonra aile, miras, mülkiyet gibi kavramlar oluşuyor. Bunlar, kent ve devleti getirecektir yani bugünkü uygarlığın tetiklerinin çekildiği dönem. Öğrencilik dönemimde Anadolu’da neolitik kazı neredeyse hiç yoktu ama güneyimizdeki ülkelerde 300 kadar kazı vardı. Halet Çambel sayesinde Güneydoğu Anadolu ve Çatalhöyük kazılarıyla Anadolu’nun da bu işin içinde olması gerektiği ortaya kondu. Ben daha sonra Anadolu’da başlayan modelin Avrupa’ya nasıl gittiği konusuna odaklandım. Trakya, Anadolu modelinin Avrupa’da ta İrlanda’ya kadar taşınacağı sınır bölgesini oluşturuyor.”
‘ARKEOLOJİDE YERİMİZ İYİ’
Türkiye’de geçen yıl yerli ve yabancı arkeologlar tarafından 130’a yakın arkeolojik kazı yapıldı. Kurum çalışmaları da eklendiğinde bu rakam 502’ü buluyor. Yalnız geçen yıl müzelerde yerini alan ‘envanter’lik yeni eser sayısı 6 bin 437. Mehmet Hoca, kendi başladığı dönemde yıllık kazı sayısının 15-20 civarı olduğunu söyleyerek, şunu anlatıyor:
“Türkiye’de arkeolojik çalışmaların ivmesi 1968’den sonra Keban Barajı Projesi’yle hızlandı. Kurtarma kazılarının ve üniversitelerin sayıları arttı, gençlere kazı imkanı verildi. Arkeolojik zenginliğin ören yerleriyle sınırlı olmadığı kabul gördü. Şimdi de arkeoloji alanında yerimiz iyi. Osman Hamdi Bey çok iyi sistem oturtmuş, erken Cumhuriyet dönemi de uygulamaları devam ettirmiş.”
NASIL BİR HAYAT SÜRMÜŞ KEMİĞİNDEN ANLIYORUZ
“Anadolu’da bir höyüğün üzerine çıktığınızda bilirsiniz ki altınızda sekiz bin sene tabaka tabaka duruyor... Bugün laboratuvar analizleriyle akla gelmeyecek bilgilere ulaşabiliyoruz; kemikse, kişi stresli ortamda mı büyümüş, ne yemiş, ne zamana kadar süt emmiş…”