Göl kıyısındaki bu küçük ilçenin geçmişi öylesine zengin tarihle dolu ki, bu daracık sokaklarda tüm bu önemli olayların nasıl gerçekleştiğine insanın inanası gelmiyor.
İznik'i, ‘‘güney Marmara'da göl kıyısında şirin, küçük bir kasaba’ olarak tanımlarsam, ona çok büyük haksızlık etmiş olurum. Haksızlık cümlenin içinde kullandığım tanımlamalardan kaynaklanmaz. İznik'i tanımlarken kullandığım tüm kelimeler doğrudur: Göl kıyısındadır, şirindir, küçüktür... Doğrudur ama çok eksiktir. Çünkü bu tanımlama ile İznik hiçbir şekilde anlatılmaz. Bu hafta size ‘geçmişiyle çok büyük’ olan küçük İznik'ten bahsedeceğim.
İznik'e geçen hafta, yazdan kalma bir günde gittim. Göle paralel uzanan yol yine baştan çıkartıcı giysilerine bürünmüştü: Şeftali ağaçları iyice yapraklanmış, yol kıyısında gelincik çiçekleri kırmızı halı gibi serilmişti. İsmini bilemediğim sarı çiçekler, gelinciklerin arasından boy göstermiş, zeytin ağaçlarının altına ekilen marullar ve fasulyeler filizlenmişti. Yeni yeni yapraklanmış kavak ağaçları, merasim kıtasının askerleri gibi yolun iki yanına ip gibi dizilmişti. İşte böylesine muhteşem manzaraların arasından geçip İznik'e girdim.
Önce vakit geçirmeden Lefke Kapısı'ndan çıkıp, sancaktar Abdülvahap Efendi'nin türbesinin bulunduğu tepeye çıktım. Daha önceki gelişlerimde, İznik'in en güzel buradan göründüğünü keşfetmiştim. Fotoğraf çekimini bitirdikten sonra tekrar aşağıya indim. Kente girmeden önce Lefke Kapısı'nın fotoğrafını, Fransız bilgin Charles Texier'in, 1800'lü yıllarda çizdiği açıdan çekebilmek için epey uğraştım. Kapının etrafında park edilmiş arabaların fotoğraf karesine girmemesi için gayret sarf ettim.
Daha sonra Süleyman Paşa Medresesi'ne gittim. Niyetim biraz soluklanmaktı. Önce avludaki masalardan birine oturup, yeni demlenmiş çaydan içtim. Daha sonra avluyu çevreleyen sanatçı atölyelerini gezdim. Oradan yürüyerek seramik fırınlarının bulunduğu kazı yerine geçtim. Etrafı kaplayan otlara bakıp, kazının bitirildiğine veya yarım bırakıldığına karar verdim. İçeri girecek bir kapı bulamadığım için, fırınları uzaktan seyretmekle yetindim.
Fırınlardan sonra köşeyi dönünce kendimi Ayasofya Kilisesi'nin karşısında buldum. Kentin dört kapısına ulaşan yolların kesiştiği yerde, İ.S IV. yüzyılda yapılan kiliseye pırıl pırıl verniklenmiş, kiliseden çok apartman kapısını andıran bir kapıdan girdim. Mihraptaki basamaklardan birine oturup, bu küçük kentin geçmişindeki büyüklükleri düşündüm:
İSA TANRI MI?
Kaynaklardan birine göre kent adını, Helen dilinde ‘Zafer Ülkesi’ anlamına gelen Nika'dan almıştı. Ünlü coğrafyacı Strabon'a göre ise kenti İskender'in komutanlarından tek gözlü Antigonos kurmuştu. Lysimakhos'un karısının ismine atfen, önceleri Antigonos olan ad daha sonra Nikai olarak değiştirilmişti. Bir başka kaynağa göre, Truva savaşlarında savunmaya destek veren Askonyalı savaşçıların yurdu bugünkü İznik'ti. Kent tarih boyunca paylaşılamadı: Bitinya egemenliği, sonra Romalılar, Balkanlardan gelen Gotlar, Selçuklular, Haçlılar, tekrar Bizans, Türk boylarının saldırıları ve sonunda Osmanlı'nın zaptetmesi.
Aslında ‘şimdiki zaman’ haricinde tarih boyu istilacıların gözdesi olan bu küçük ilçe, Hıristiyanlık alemi için de oldukça önem taşıyordu. Bu dinle ilgili çok önemli kararlar burada alınmıştı. Örneğin, İskenderiye Patriği ile papaz Arius arasındaki anlaşmazlık, bu dine inananları neredeyse çatışma noktasına getirmişti. Papaz Arius İsa'nın tanrılıkla ilgisi olmadığını, yalnızca bir insan olduğunu savunuyordu. Patrik ise buna şiddetle karşı çıkıyor, İsa'nın bir tanrı olduğu savında diretiyordu.
İşte bu tartışmaya çözüm bulabilmek için, 20 Mayıs 325'te İmparator Konstantin'in başkanlık ettiği ‘Birinci Konsül’ İznik'te toplandı. Papaz Arius, İncil'den pasajlar okuyarak tezini savundu ama azınlıkta kaldığı için idam edilmekten kurtulamadı. Aynı toplantıda ayrıca yortu günleri ve dinsel törenlerin biçimleri de saptandı.
Hıristiyanlık aleminin ikinci büyük bunalımı da yine İznik'te çözümlendi. İkonalara tapınanlarla, ikonaların kırılmasını isteyenler arasındaki anlaşmazlık büyük boyutlara ulaşınca, 24 Eylül ile 23 Ekim 787 tarihleri arasında II. İznik Konsülü Ayasofya Kilisesi'nde toplandı. Sekiz oturumdan sonra ikonalara tapınmayı yasaklayan kararlar yürürlükten kaldırıldı.
İKİNCİ BUNALIM
Burada yapılan iki konsül toplantısında alınan kararlara bakınca, İznik'in Hıristiyanlığın ana kurallarının biçimlendirildiği yer olduğu anlaşılıyordu. Onun için İznik'i tanımlarken, ‘küçük, şirin bir ilçe’ kelimelerinin İznik'i anlatmadığına karar verdim. Burayı ziyaret eden Hıristiyanların sayısını öğrenemedim ama, iyi bir tanıtımla İznik'in din turizminin önemli ayaklarından biri olabileceğine inandım. Tıpkı Antakya, Tarsus, Kapadokya, Efes ve Meryem Ana gibi...
Kahvede beni turist sanan masa arkadaşlarımı, ‘Haydi hoşçakalın’ diyerek şaşırtıp oradan ayrıldım. Asırlık çınarların gölgesinden İznik Müzesi'ne doğru ilerlemeye başladım. Çarşının ortasından geçen caddede, belediyenin yaz için hazırlık yaptığını gördüm. Kaldırımlar düzeltiliyor, yolun bozuk bölümleri onarılıyordu. Toz kalkmasın diye de arasöz çevreyi suluyordu. Müzeye geldiğimde üç otobüslük bir öğrenci grubu ile karşılaştım.
Koç Lisesi'nin orta bölümü öğrencilerini, müzenin avlusunda öğretmenlerini ilgiyle dinlerken buldum. Onların gezilerini bitirmesini beklemek için, ağaç gölgesindeki bir banka oturdum. Hıristiyanlar için bu kadar kilit bir yer olan İznik'in, Osmanlı tarihinde de önemli roller üstlendiğini okumuştum; Osman Bey'in oğlu Orhan Bey, 1331'de Bizanslılardan aldığı İznik'i, Osmanlı Beyliği'nin merkezi yaptı. Yani şimdilerde ‘küçük’ dediğimiz bu ilçe, koca ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş planlarının yapıldığı bir başkent oldu. İznik'te XVI. Yüzyılın ortalarında başlayan çinicilik, buranın ününe ün kattı. Hatta burada yapılan çiniler yüzünden kent uzun süre ‘Çinili İznik’ olarak anıldı.
Eğer İznik çiniciliğinin Osmanlı döneminde başladığını sanıyorsanız, size yanıldığınızı söylemek zorunda kalabilirim. Üğücek Höyük, Karacakaya, Abdülvahap Tepesi ve Müşüküle Köyü kazılarında ele geçen buluntular, ilk seramiklerin İ.Ö 7000 yıllarında yapıldığını gösteriyordu. Roma döneminde yapılan yeşil sırlı seramikleri dillere destan oldu. Genlerinde çinicilik bulunan bu kent, daha sonra mavi-beyaz çinilerle ünlendi ve İznik Kırmızısı ile de ününün doruk noktasına ulaştı. Öyle zaman geldi ki, İznik atölyeleri Osmanlı sarayından gelen talepleri karşılayamaz oldu.
YAYIN TAVANIN TADI
Çocuklar çıkınca müzeye girip, o dünya harikası çini kalıntılarını seyrettim. Midem zillerini çalmaya başlayınca müzeden çıktım. Geçmişin görkemini yansıtmayan, herhangi mimari özelliği olmayan evlerin arasından geçip göl kıyısına gittim. Sorgulamalarımdan sonra en iyi restoran olduğuna karar verdiğim Çamlık'ta, gölü karşıdan gören gölgelik bir masaya oturdum. Ivır zıvırı es geçip bir güzel yayın tava, yanına yeşil salata ısmarladım. Gölden esen rüzgarın tatlı esintisi eşliğinde yemeğimi yedim. Daha ilk çatalda, uzun süreden beri yemediğim yayın balığının o müthiş tadını hatırladım.
Yazının başında da söylediğim gibi, İznik şöyle gelinip geçilecek bir yer değil. Onun geçmişini hatırlamak, kiliselere, kenti çevreleyen duvar kalıntılarına, camilere bakarken o günleri hayal etmek, o devirdeki ihtişamı düşünmek gerek. İznik o zaman bir başka görünüyor. Aslında tüm mekánlar için bu geçerli. Bir mekán hakkında, bugününe bakarak karar vermek yanıltıcı olabilir. Oranın geçmişini bilmek insanın bakış açısını değiştiriyor. Onun için her gezi öncesinde gidilecek yeri ‘çalışmayı’ sizlere öneriyorum.
Dolu dolu bir hafta sonu için ideal bir adres. İznik'te kalmak isterseniz hem göl kıyısında hem de çarşının içinde 3-4 otel mevcut. Ama ‘çok yıldızlı’ oldukları söylenemez. İznik'e ulaşan bir çok yol var. Gelirken Orhangazi'den sapan yolu tercih etmiştim. Dönerken de dağları aşıp, Karamürsel'e giden yolu kullandım. Epeyce tırmandıktan sonra arabayı bir kenara çekip, gölü kuşbakışı bir kez daha seyrettim. Uzaklarda görünen Uludağ'ın zirvelerinde hala kar olduğunu görüp hayrete düştüm.