Güncelleme Tarihi:
İnsanın en hayati, en önemli varlığı onun onurudur. Onuru zedelenmiş bir insanın acısını, küskünlüğünü hiçbir madde değeri gideremez. İnsan bir anlamda onurdan ibarettir. Ve ezelden ebede tüm insanlar onurda eşittir.
Kur'an, insanın onurunu izzet diye anar ve onu, insanın Allah ile ortak yanlarından biri olarak gösterir. (Münafikûn 8) Bunun içindir ki Kur'an, adaletin özünde insan onurunun korunmasını gördüğü gibi, Allah'a yakınlığı da insanın onuruna saygıyla birleştirir.
Kur'an, bu temel kabulünden hareketle şu noktanın altını çizmektedir: İnsana, onurunu zedelemek pahasına yapılacak yardım, verilecek mal, para ve servet, miktarı ne olursa olsun, iyilik ve hizmet sayılmaz. Onuru yaralamak, kişiliği zayıflatmak pahasına yapılan yardım ve iyiliklerle beslenip büyütülen nesillerden yarınlarımıza sahip çıkmalarını bekleyemeyiz. Onurları ezile ezile büyümüş ve bir yerlere gelmiş insanlara onurlu şeyleri teslim etmek bir aldanış olur.
Yapılan iyiliği, verilen şeyleri başa kakmak, onur zedelemenin en dikenli yoludur. Kur'an, Bakara suresi 263 ve 264. ayetlerinde bu konuyu düzenlerken şöyle diyor: ‘‘Tatlı ve güzel bir söz, bir affetme, arkasından eziyet ve başa kakma gelen bir bağıştan daha hayırlıdır. Ey iman sahipleri, iyilik ve bağışlarınızı, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle işe yaramaz hale getirmeyin.’’
İnsanın onuru pahasına yapılan iyilik ve yardım, insanı baskı altında tutmaya yönelik yardımdır. Kur'an, insanın baskı altında tutulmasını yani ikrahı hayata hıyanet saydığı için, bu niyetle yapılan yardım, esası bakımından insana kötülüktür. Kur'an, insanın hür iradesinin ürünü olmayan hiçbir harekete değer vermez. Yardımı, insanı kontrol altına almak için yapan ise, insandaki hür iradeyi işlemez hale sokmaktadır. İnsan, sadece istediğini yapmakla hür olmaz, gerçek hürriyet için, insanın istediğini istemekte de hür olması lazımdır. İşte bu hürriyetin zedelenmesi Cenab-ı Hakk'ı öfkelendirmektedir. Bu hürriyeti zedelemek pahasına yapılan yardıma Yaratıcı Kudret'in hiçbir itibarı yoktur.
YARIN: İnsan ve robot
Muhteşem Selimiye Camii
EDİRNE'ye gelen yerli, yabancı herkesin mimarisine hayran olduğu Selimiye Camii, Koca Sinan'ın ‘‘ustalık’’ dönemi eseridir. Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra tahta çıkan 2. Selim, ataları gibi adını ölümsüz kılacak bir cami yaptırmak istiyordu. Ancak bu İstanbul'da değil, Edirne'de olacaktı. Bu işle görevlendirilen Mimar Koca Sinan, Edirne'de Kavak Meydanı denilen alanda, Yıldırım Bayezid'in sarayının yer aldığı tepede cami yapmaya karar verdi. Sinan öyle bir yer seçmişti ki, Edirne'ye hangi yönden gelinirse gelinsin, bu muhteşem abide hemen göze çarpacaktı. 1568 yılında törenle caminin yapımına başlandı. O sıralarda Ayasofya'nın kubbesini aşacak büyüklükte bir kubbe yapılamayacağına inanılıyordu. Sinan, yaptığı kubbe ile mucizevi bir olayı gerçekleştirdi. Uyguladığı teknikle 31 metre çapındaki kubbeyi, çevresindeki dayanak yapacak yarım kubbeler olmadan 8 büyük kalın sütunun üzerine oturttu. Bu kubbe, Ayasofya'nın kubbesinden 4.5 metre daha genişti. Yerden yüksekliği ise 43 metreyi buluyordu.
Yabancı bir mimarın, ‘‘Bu kul yapısı değil, gökten inme bir ilahi mabet’’ şeklinde yorumladığı Selimiye Camii'nin içinde yer alan hatları Karahisarlı Ahmet'in yanında yetişmiş olan Molla Hasan Bin Karahisari yazmıştı.
Cahillerden yüz çevirin!
‘‘...Cahillerden yüz çevir.’’ (A'raf, 199)
Cahillerden yüz çevirmek her şeyden önce onların ardı sıra gitmemeyi gerektirir. Kur'an'a göre bilgisizlik, körlüktür, hayatı da ölümü de çirkinleştirir.
Bilgisizliğin, özellikle Allah'ı tanıtma ve savunmada kullanılması büyük felaketlere ve utançlara yol açar. Şu ayetler bu gerçeğe dikkat çekiyor: ‘‘İnsanlar içinde öylesi vardır ki, Allah konusunda ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık getiren bir kitaba sahip olmaksızın mücadele edip durur. Yanını eğip bükerek uğraşır ki, allah yolundan saptırıversin. Böyle kişiye dünyada bir yüz karası öngörülmüştür. Ve kıyamet günü biz ona, o kasıp kavuran yangının azabını tattıracağız.’’ (Hac, 8-9)
Kur'an'ın, cahillerden yüz çevirmeye yönelik buyruğu onun kendini tanıtan şu ayetinde mucize bir güzellikle amacının doruk ifadesine büründürülmüştür: ‘‘Yemin olsun ki, biz onlara ilme uygun biçimde ayrıntılı kıldığımız bir kitap getirdik. İnanan bir topluluk için bir kılavuz, bir rahmettir o.’’ (A'raf, 52)
Vahyin getirdiği ışığa çeşitli gerekçeler uydurarak karşı çıkanlara Kur'an'ın son söylediği şudur: ‘‘...Getirin susturucu/bilimsel kanıtınızı, eğer doğru sözlü iseniz.’’ (Neml, 64)
Ve ‘‘...Eğer doğru sözlü iseniz bana ilimle haber verin.’’ (En'am, 143)
Ve, ‘‘...Eğer doğru sözlü kişiler iseniz bundan önce bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin.’’ (Ahkaf, 4)
Ve, ‘‘Eğer doğru sözlülerseniz, hadi getirin kitabınızı.’’ (Saffat, 157)
Ve, ‘‘Eğer doğru sözlü iseniz, hadi getirin susturucu/bilimsel kanıtınızı.’’ (Bakara, 111)
Kur'an, ‘‘ilimden delil getirin’’ çağrısına, kendisine karşı çıkanların verdikleri cevabı da ibret verici bir ifadede özetlemiştir. Şirk çocukları, vahyin mesajını duyuran tüm nebilere şunu söylediler: ‘‘Onlara, 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız' derler.’’ (Bakara, 170, Maide 104)
Yapay olarak ülke gündemine zaman zaman oturtulan Alevi-Sünni meselesi hakkında neler söyleyeceksiniz?
Cevap: Bu konu hakkında çok yazı yazdım. Alevilik ve Sünnilik islam dini içinde iki büyük mezhep. Bana gelince, ben ne Alevi ne de Sünniyim. Benim dinim Kur'an, mezhebim Hz.Muhammed'in gerçek sünneti, tavrım-tarzım bilimin yoludur. Hz. Ali'yi, Peygamberimizden sonraki en büyük insan bilirim, o gözle sever sayarım.
Bugünkü mezhep-tarikat çekişmelerine gelince:
Benim böyle bir meselem olmadığı için ben hepsine eşit mesafeden bakarım. Hepsini kardeş sayarım. Hepsinin bana göre eksikleri vardır Kur'an açısından bakınca. Öne geçtikleri taraflar da vardır. Olay bu, yani esasta basit bir hadise. Alevilik ve Sünniliğin ikisi de müslümanlığın içinde iki renktir, iki ekoldür, iki desendir. Ben ikisini de kucaklıyorum, ikisine de saygım var. Kısacası bu, uzununun da sonu yok.
HATTIN USTALARI
MUSTAFA RAKIM
Türk hat sanatının en büyük isimlerinden olan Mustafa Rakım 1757'de Ünye'de doğdu ve 1826'da İstanbul'da öldü. Hatatlığı kendisi gibi önde gelen bir hattat olan ağabeyi İsmail Zühdü Efendi ile Derviş Ali'den öğrendi. Aynı zamanda ressamdı ve Üçüncü Selim'i tahta çıktığı sırada gösteren bir de tablo yapmıştı. Osmanlı tuğrasını da derleyip ölçülü bir şekle sokan Mustafa Rakım çok sayıda levha ve kitabenin yanısıra Tophane'deki Nusretiye Camii'nin kuşak kitabelerine de imzasını attı. Vasiyeti gereğinde Karagümrük'e defnedildi ve türbesi eşi Emine Hanım tarafından inşa ettirilip sonradan medrese haline getirildi.