Güncelleme Tarihi:
Bu iki kitabı yazarken yaptığım okumalar, beni Atatürk'e yönlendirdi. Hayatımızda bu kadar büyük bir rol oynamıştı, ne var ki hakkında yazılanlar onu tanımama yetmiyordu. Halide Edip’ten sonra yeni bir konu arayışına da girmiştim. Her defasında Atatürk’ü düşünüyor, sonra aklımdan uzaklaştırıyordum. Sonunda dedim ki, “Bunun kaçarı yok, hiç değilse bir girişeyim”.
Bilgilere ulaşmak zevkliydi, ama Atatürk'ü yazmak zordu. Dokunulmazlıkları çok fazla. Herkesin hassas noktası. Üzerine yazılmış kitap da çok fazla. Atatürk'ü yazıyorum dediğimde, beni vazgeçmeye teşvik eden bakışlar ya da sözcüklerle çok karşılaştım. Fakat Makbule Hanım’ın izinden gidip, onun anlattıklarını okuyunca “böyle bir kaynak varsa, ben bunu yazmalıyım” diye düşündüm. Onun anlatılarından çok etkilendim.
Makbule Hanım’ın değerini ben de baştan bilemedim. Boşandıktan sonra Latife Hanım ile ilişki kurması, etrafta aktif olarak dolaşması merakımı çekmişti, Latife Hanım kitabına da almıştım. Fakat bu sefer karşıma çıkan anlatılarda son derece içten ve tam da ihtiyacımız olan bakış açısına sahip olduğunu gördüm. Çünkü Mustafa Kemal anlatıları her zaman çok resmidir. Fakat Makbule Hanım, ünlü bir komutan ve devlet başkanını anlatmıyor verdiği röportajlarda. Birlikte oyunlar oynadığı neşeli ve muzip çocuğu anlatıyor. Ama devlet erkanı onu patavatsız buluyor. Üstelik koca Atatürk'ü neden kız kardeşi anlatacak ki! Onu tanıyan paşalar, vekiller varken... İşin tadı tuzu kaçıyor o zaman da.
Zaman zaman kattım diyebilirim. Katmadan olmuyor. Ama yine de sanıyorum biyografi yazarları arasında mesafesini korumak için uğraşanlardan biriyim.
Her yönünü tabii ki o kitapları yazarken görmemiştim. Burada farklı dönemlerde, farklı olaylarda nasıl davrandığı var. İç dünyasını çok fazla keşfedememiştim.
O EVDE DOĞDU MU DOĞMADI MI?
Bu tartışmalar beni de iyice kışkırtmıştı. Ona dair çocukluk anlatılarını yan yana getirdim, Selanik'e gittim, Pembe Ev’in etrafında dolandım, bahçesinde oturdum, iki gün boyunca gezdim durdum. Okuduklarımı ve anlatıları değerlendirdiğimde orada doğduğuna şüphem kalmadı. Yunanlı tarihçi Vasilis Dimitriadis'in Türk Tarih Kurumu'ndan yayımlanan kitabı imdadıma yetişti. Evin tapu belgeleri artık elimdeydi.
ZÜBEYDE HANIM VE ALİ RIZA EFENDİ
Makbule Hanım’ın anlatılarından Zübeyde hanımı çok yakından tanıdığımı düşünüyorum. Zübeyde Hanım, çok güzel, dirayetli, güçlü ve akıllı bir kadın. Çevresinde yaşayan kadınlara hep destek oluyor. Onları güçlü kılmak için elinden geleni yapıyor. Oğlunun hayatına yön vermek istiyor ama daha güçlü bir iradeyle yüz yüze gelince oğlunun hayallerinin önüne dikilmekten vazgeçiyor. Kendisine hayran kaldım. Yaşadığı hayatı çocuklarına hikâye olarak hep anlatmış, Makbule hanım da onun anlatılarını bizlere ulaştırmış.
O çok sevimli bir hikâye. Ali Rıza Efendi, rüyasında Zübeyde Hanım’a benzeyen bir genç kız görüyor ve onu anlatmaya başlıyor. Bunun üzerine kız kardeşi tesadüfen Zübeyde Hanım’ın yaşadığı eve gidiyor ve ağabeyi Ali Rıza Efendi’ye koşuyor: “Rüyalarındaki kız burada, Selanik’te”. Hemen istemeye gidiyorlar. Baştan aile vermek istemiyor, sonunda razı oluyor. Düğün günü törenler yapılıyor. Kadın tarafı ayrı, erkek tarafı ayrı eğleniyorlar. Ama o dönem bir adet var. Gelinin yüzüne ağda yapıyorlar. Üzerine süsler, inciler, altınlar yapıştırıyorlar. Zübeyde Hanım’ın cildi bu işlemden zarar görüyor. Geçirdikleri ilk gecenin ertesinde Ali Rıza Efendi, kız kardeşine “Beni yüzü çıbanlı biriyle evlendirdin, nerede o güzel kız” diyor. Kardeşi, “Bekle, sabret, düzelecek” dese de Zübeyde Hanım’ı aile evinde bırakıp, uzaktaki görev yerine, Çayağzı’na gidiyor. Bir-iki ay yok oluyor.
Evet, fakat şunu da söylüyor: “Döndüğünde eski güzel Zübeyde’yi karşısında görünce yüzünde güller açmıştır, çok güzel bir hayat kurmuşlardır.” Zaten Ali Rıza Efendi, Zübeyde Hanım’a hep “Cennetimin Gül Bahçesi” diye hitap ediyordu.
ZENGİN MİYDİ, FAKİR Mİ?
Sanıyorum bütün bu tartışmanın kaynağı Atatürk’ün 1921 sonunda verdiği bir röportajdan kaynaklanıyor. Kız kardeşiyle bir kulübede nasıl oturduklarını, nasıl karga kovaladıklarını anlatmış. Herhalde o anlatı, yetim, yoksul kalmış bir çocuğun anlatısı olarak algılandı ve çok beğenildi. Ya da ben böyle düşünüyorum.
Hikâye öyle değil. Evlerinin bulunduğu mahalle Selanik’i araştıranlar tarafından zengin mahallesi olarak kabul ediliyor. Zübeyde Hanım zaten varlıklı bir aileden geliyor. Ali Rıza Efendi ise devlet görevini bıraktıktan sonra ticarete başlıyor ve çok başarılı oluyor. Arsalar almış, pembe evin yanına ikinci bir ev yaptırmış. Selanik’teki aile evini gezenler onların yoksul bir aile olmadıklarını fark ediyor zaten. Zübeyde Hanım eşi öldükten sonra da kiralarla geçiniyor, bir sıkıntı çekmiyor. Parayı da düzgün idare ediyor.
MEKANA TUTKUSU ÇOK FAZLA
Sanıyorum okul beğenmeme meselesi biraz da mekandan kaynaklanıyor. Çünkü Şemsi Efendi okulunu çok güzel tarif ediyorlar. İçeri giriyorsunuz etrafı çam kokusu sarıyor, yeni, şık okul, dinamik öğretmenler. Öbür okul bakımsız… Mustafa Kemal güzel mekanlara hep meraklı. Artı burada jimnastik var, küre var, kara tahta ve daha iyi bir eğitim var. Şemsi Efendi de çok iyi bir öğretmen. Madalyalara layık görülmüş.
“YALNIZ BİZ ERKEKLER Mİ HAKLIYIZ ANNE?”
Atatürk’ün bu yönünü, bu kitabı yazarken keşfettim. Yalnız kalmış bir anneyle büyüyor. Annesinin göçmen arkadaşlarının da böyle sorunları var. O dönem kadının dul olarak yaşaması hiç kolay değil. Dedikodular hayatı çok zorlaştırıyor. Mustafa Kemal iki kız kardeşi ve annesiyle, yani üç kadınla büyüyor ve onların sorumluluğunu hissediyor. Kadınlara karşı duyarlılığı çok gelişiyor. Gazeteciler sorduğunda, “Kadınlık meselesinde bana yol gösteren annemdir” diyor. O evin içinde kadın taraftarı fikirlerin anlamı büyük.
O dönemin normal davranışları bunlar. Eğer yakında kızların gidebileceği bir okul yoksa okumaları problem haline gelebiliyor. Latife Hanım'ın parlamentoda görev almak istemesi ise dönemin Amerikalı gazetecilerini bile çok şaşırtıyor. Diyorlar ki, “George Washington’ın karısını parlamentoda düşünün, acaba nasıl olurdu”. Alışılmadık bir şey Latife Hanım’ın istediği.
PARAYLA İLİŞKİSİ
Defterlerinden anlaşıldığı kadarıyla parasını hızlı harcıyor, bittiğini anlamıyor. Bir-iki yatırım yapıyor, onlar başarısız oluyor. Fakat sonraları savaş sırasında eldeki parayı korumak konusunda çok özenli. Kendi kişisel bütçesini kötü kullansa da devlet bütçesi konusunda gayet dikkatli.
FİKRİYE’Yİ MUSTAFA KEMAL’E LAYIK GÖRMÜYORLARDI
Hıfzı Topuz’un nikahlandıklarına dair yazdıklarının doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü o dönem, akrabası da olsa evinde bir kadının bulunması dedikoduya yol açabilecek bir durum. Gizli de olsa bir nikah ikisi için de bir korumadır.
İddianın biri şu: Fikriye’nin evlenmiş ayrılmış olduğunu söyleyenler var. Ancak yakınları bu bilgiyi doğrulamıyor... İkincisi Fikriye Makbule’yi kızdırmaktan zevk alıyor. En gerçekçi yorum şu: Zübeyde Hanım ve Makbule Fikriye’yi Mustafa Kemal’e layık görmüyordu.
Küstüklerini sanmıyorum, ama Makbule Fikriye'ye kötü muamele edince, “Benimle Ankara'ya gelmiyorsun” diyor. Annesini alıp gidiyor. Nikaha gelince, evet Makbule nikahta değil, o gün İstanbul'da. 100 yıl öncesinin koşullarında bir yerden bir yere gitmek kolay değil. Nikahtan kısa süre önce, anneleri vefat ettiğinde Makbule ağabeyinin yanına İzmit'e gidiyor. Bunu bir telgraftan öğreniyoruz. Yani küs değiller.
Benim kanaatim bir kaza kurşunu ile öldüğü. Ankara’ya giderken çantasına silah koyarak belli ki her şeyi göze almış. Arabaya binerken bir arbede sırasında kaza kurşunuyla hayatını kaybettiğini düşünüyorum. Atatürk çok üzülüyor. Fikriye’yi gerçekten çok seviyormuş, yanında iken kendini mutlu hissedermiş.
FİKRİYE!
Varsın çeksin bu dimağ, unutmaz seni.
Kimse dolduramadı yürekteki yerini.
Bir kadeh gibi sunmuştun ölümsüz sevgini.
Çaresiz yürek nedendir, bilmedi kadrini.
Terk-i hayat ne der, bilemem amma,
Bir ümmid-i hayaldir buluşmak orada.
Dilerim sübut bulur, kanayan yarada.
Aşk-ı muhabbet biter mi cennet-i âlâda.
(Eriş Ülger’in Fikriye kitabından)
İÇİNİ DÖKTÜĞÜ KADIN: MADAM CORİNNE
Bir mezzosoprano. Mustafa Kemal’in Balkan Savaşı’nda şehit düşen bir arkadaşının eşi. Ailesi Sarayda tercüman, İtalyan kökenli bir aile. Kuyruklu piyanosu var. Onun başında aryalar okuyor. Mustafa Kemal o eve davetli olarak sık sık gidiyor. Romantik bir ilişkileri var, belli ki. Madam Corinne, Osmanlı Kadınlar Cemiyeti’nde çalışıyor. Sanıyorum ki bu özellikler Mustafa Kemal’in hayatındaki kadınları da tarif ediyor... Güzel sesli, iyi piyano çalan, dil bilen, kadın meselesine meraklı kadınları seviyor. Madam Corinne ile dostluğu, mektuplardan da anlaşılacağı üzere uzun yıllar sürüyor. Her ne kadar aile ikisi arasında sadece arkadaşlık var dese de, mektuplardan öyle olmadığı anlaşılıyor.
Kafasında, bu kadın benden büyük, olmaz diye bir şey yok. 60 yaşında bir adam, 20 yaşında bir kadınla evleniyorsa, ben neden kendimden 10 yaş büyük bir kadına aşık olmayacakmışım diyor. Çok net aslında. Kafasında o noktada bulanıklık yok.
ARADIĞI TÜM ÖZELLİKLER LATİFE HANIM’DA VARDI
Ben aşk olduğunu düşünüyorum, Halide Edip’in yalancısıyım. Onların karşılaşmasını anlatırken Mustafa Kemal’in ona bakışlarını, Latife’nin onun karşısında erimesini çok güzel anlatmış. Ve tabii Latife Hanım’da da aradığı bütün özellikler var. Latife Hanım bütün dikkatleri üzerine çeken bir kadınmış.
Yalnız boşanma sırasında benim hoşuma giden bir olay var. Latife Hanım, boşanma evrakına müdahale ediyor ve nasıl bir boşanma olacağını ona dikte ediyor. Bu evrak iki kere yazılıyor. Yani ikisinin ortak kararıyla boşanmış oldukları tarihe geçiyor. Gerçi Latife Hanım’ın çabası tarihçilerin gözünde kıymetli değil. Mustafa Kemal “onu bir Anadolu Ajansı bülteniyle boşadı” diye bir söylem var. Halbuki öyle değil.
ÖZGÜR SELANİK
Doğrusu Selanikli olmak Batılı olmak anlamına ne kadar geliyor, keşfedebilmiş değilim. Ben esas Selanik’teki özgürlüğün onu etkilediğini düşünüyorum. Merkezdeki otoriteden uzak bir şehir. Yayınlanamayan gazeteler, kitaplar orada çıkıyor. O da hepsini okuyor.
KÜRTLER O GÜN PARLAMENTOYA GİTSEYDİ…
Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtiğinde, onu geniş yetkilerle donatan bir padişah iradesi, sayısız nişan, fahri yaver unvanı ve dikkatle seçilmiş bir karargahı vardı. Altı ayın sonunda neredeyse unvanları dahil sahip olduğu her şey elinden alınıyor. Buna rağmen, onu eskisinden daha güçlü kılan bir sıfatla, seçilmiş bir Erzurum mebusu olarak Ankara’ya gidiyor. İstanbul’da açılacak Mebusan Meclisi’nin başkanlığına talip aslında. Özetle, komutan olarak gittiği Doğu Anadolu'dan seçilmiş bir mebus olarak Ankara'ya geliyor, dört ay sonra da feshedilen Osmanlı Meclisi'ni Ankara'da açıyor.
Kürtlerle ilişkisinin 1915-1916’da çok dostane olduğu anlatılıyor. Diyarbakır’da iki yıl kadar kalmış. Bitlis’i geri almış. Bütün bunlar Kürtler’in Mustafa Kemal’i çok sevmesine neden olmuş.
Tabii. Fakat Erzurum Kongresi sırasında Kürtlerin katılması için olağanüstü gayret harcıyor. Sivas’a davette bulunuyor. Kürt önderlerin kongreye katılmaları için kendini paralıyor. Daha sonra da parlamentoya davet ediyor. Maalesef bu davet Kürtlerin bir kısmı tarafından hoş karşılanmıyor. Bunu bir aldatmaca olarak görüyorlar. Bu davetin kıymeti bilinmemiş, diye düşünüyorum.
Bence olurdu. Herkes birbirini daha iyi anlamaya çalışsaydı çok başka olurdu.
KOMÜNİZME BAKIŞI
İkili bir bakışı var. Diplomatik olarak fevkalade dost, politik olarak son derece ihtiyatlı ve mesafeli. Komünizmi kontrol etmek için kendisi komünist partiler kurduruyor, bu partilere üye oluyor. “Gerekirse komünist olunabilirmiş” imajı verirken “Ama memleketimize bir dış müdahaleyi kabul edemeyiz” noktasında duruyor.
Muhalefeti eziyor, ezince Halide Edip de muhaliflerden biri olarak ona karşı duygularını bu şekilde ifade ediyor. Baştan dostluk ve ittifak içindeyken, bu bitince Mustafa Kemal’e bambaşka bir gözlükle bakmaya başlıyor.
GÜNE NASIL BAŞLARDI?
Bol şekerli kahvesiyle. Gün içinde ve gece boyunca defalarca kahve içerdi. Çok sigara çer, genelde peş peşe yakardı. Sigarasını yakmadan önce kapattığı tabakanın üzerine birkaç kere vururdu. Hanımlardan izin almadan sigara yakmaz, yanlarında yemek masasında içmezdi.
NE YER, NE İÇERDİ?
Soğan, sarımsak kokusundan hiç hoşlanmazdı. Pastırma, sucuk gibi nesneleri sofrasına almaz, evinin semtine bile yaklaştırmazdı. Kefal ızgara ve İzmir çipurasını severdi. Çırpma hamurdan, içinde beyaz peynir, tavuk olan börek, suluca irmik helvası sofradan eksilmezdi. Az pişmiş sulu omlet ve İtalyan soslu makarnaya bayılırdı.
SOFRADA İMTİHAN EDERDİ
Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir vazifede kullanacağı adamları içki aleminin pek elverişli olduğu türlü yönlerden yoklardı. Misafirperver ve ikramcıydı. İş başından artan ömrü, sofrada geçmiştir. Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildir. Dostlarıyla, hatta düşmanlarıyla sohbet ve tartışma meclisiydi.
TİTİZDİ
Gömlekleri, pantolonları sürekli ütülenirdi. Günde iki üç kere kıyafet değiştirirdi.
ŞEN ADAMDI!
Afet İnan, “Şen adamdı, muhitine neşe, cesaret ve nefse itimat telkin ederdi” diyor. “Gülen resmini görmek ender bir hadisedir. Halbuki bütün Atatürk’ü yakından tanıyanlar, bilirler ki, bu sert ifadesinin yanında, neşeli bir karakteri vardır. Bilhassa seyahatlerinde çok neşeli bir insan olurdu…”
UTANGAÇTI
Falih Rıfkı’ya göre, “Reddedilmekten, karşılık görmemekten çekinirdi. Utangaçtı. Büyük yaşlarına kadar içki, bu utangaçlıktan kurtulmasına yardım etmiştir. Kadınlara yalvaranlara kızardı. Hayali genişti. Saatlerce kendi başına düşündüğü olurdu.
UYKUSUZDU
Ekseriyetle uykuyla geçirdiği zamana acırdı diyor Cevad Abbas ve Gazi’den şu sözleri aktarıyor: “Hayat pek kısa. Çocukluk ve mektep hayatı bir kısmını alıyor. Geriye kalanı ise uyku yarıya indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve vücuda verdiği istirahat gıdasını verecek komprimeler icat edilse. Bir gün o da olacaktır. Nitekim tababet, kimya, uyutmak için pek güzel ilaçlar yapmışlardır…
YÜZLEŞTİRİRDİ
Emir eri Ali Metin, “Öfkelenince kaşları mızrak gibi kalkıyor” derdi. Huylarından biri de insanları yüzleştirmekti. Halil Nuri Yurdakul’a göre, “Hele sevdiği saydığı bir kimse aleyhine bir şey söylensin, hemen onu çağırtır ve ‘Bak, senin için neler söylüyorlarmış’ diyerek olayı kişinin yüzüne anlattırırdı.”
BUGÜN 9 EYLÜL… İZMİR’E GİRDİĞİMİZ AKŞAMDIR
9 Eylül 1922’de Mustafa Kemal Nif'te (Kemalpaşa) kaldı. Ertesi gün öğleden sonra İzmir'de olacaktı. Dumlupınar’dan yürüyüşe geçen ordu öyle hızlanmıştı ki adeta koşuyor, telgraftan daha hızlı gidiyordu. Köylüler, askerlere ikram yetiştiremiyorlardı. Sonunda İzmir göründü. Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar otomobillerle Belkahve’ye gelmişlerdi. “Kadifekale’ye bizim bayrak çekilmiş” dediler. Mustafa Kemal, bir incir ağacının altından elinde dürbün İzmir’e bakıyordu. İstila ordusu artık bir dumandı. O gece Nif’in belediye dairesinde konakladılar. Gölgeler gibi çekingen yedi sekiz kadın tarafından ağırlandılar. Kadınlar onu dizlerine sarılıp öptükten sonra, başörtüleriyle ayakkabısının tozunu aldılar. Mustafa Kemal, “Yahu İzmir’e girdiğimiz akşamdır bu. Bu kadar sessiz mi olacak. Hadi, bari, biz kendimiz şarkı söyleyelim” demiş, birlikte söylemişlerdi. Nöbetten çıkmış askerler bahçedeki üzüm çuvallarının üzerinde yatıyordu. Latife ile tanışmaları ise 11 Eylül’de. Mustafa Kemal ondan Halide Edib'e ilk söz edişinde, kıkır kıkır gülüyormuş. Halide Edib, “Mustafa Kemal Paşa onun aklını başından almıştı, kendisinin de Latife Hanım’a aşık olduğu aşikardı,” diye yazmış.
SON 24 SAATTE NE OLDU?