İşte Darbe Komisyonu raporları

Güncelleme Tarihi:

İşte Darbe Komisyonu raporları
Oluşturulma Tarihi: Kasım 26, 2012 12:17

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu çalışmalarının ardından taslak raporlarını hazırladı.

Haberin Devamı

İşte Komisyonun hazırladığı raporlar:

GENEL DEĞERLENDİRME RAPORU

27 MAYIS RAPORU

12 MART RAPORU

12 EYLÜL RAPORU

28 ŞUBAT VE 27 NİSAN RAPORU

TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu rapor yazımında son aşamaya geldi.

Genel değerlendirmeyle başlayan rapor, “Türkiye'de devlet geleneği ve demokrasi”, “Milli Güvenlik Kurulu”, “Devlet teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığı”, “İç güvenlik”, “Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla ve gayri nizami harp”, “Askerin eğitimi”, “Yargı birliği ve askeri yargı”, “Ekonomi ve darbeler”, “Askeri işlerin denetimi”, “Ulusal istihbarat ve darbeler”,

“Medya, aydınlar, sivil toplum ve darbeler” ve “Sonuçlar” ana başlıklarından, toplam 145 sayfadan oluşuyor.

Ana raporda ayrıca, kurulan 27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası Alt Komisyonu, 12 Eylül 1980 Darbesi Alt Komisyonu, 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi ve 27 Nisan 2007 E-Bildirisi Alt Komisyonu'nun raporlarına da yer veriliyor. Raporda, 27 Mayıs darbesine 191 sayfa, 12 Mart 1971 muhtırasına 217 sayfa, 12 Eylül 1980 darbesine 498 sayfa ve 28 Şubat sürecine 517 sayfa ayrıldı. Rapor, Genel Değerlendirme bölümü ile birlikte toplam 1568 sayfadan oluşuyor.

Haberin Devamı

Raporda yer alacak öneriler ise komisyonun 26 Kasım Pazartesi günü yapacağı toplantıda ele alınacak.

“Derin güvensizlikler”

Demokrasilerde milli iradenin dokunulmazlığının esas olduğu ifade edilen raporda, Türkiye'de her 10 yılda bir gerçekleştirilen darbelerin, milli iradeyi yok ederek, demokrasinin kesintiye uğramasına yol açtığı; Türkiye'nin kanun devletinden hukuk devletine dönüşmesini engel olduğu vurgulandı.

Milletin temsil hakkını tehlikeye düşürecek her müdahalenin, demokrasi, hukuk ve insan hakları ile evrensel değerleri çiğnemek anlamına geldiğinin ifade edildiği raporda, millet iradesinin sürekliliği ve aksatılmaya uğratılmamasının temsili demokrasinin temeli olduğu belirtildi. Raporda, “Bu yüzden demokrasi, her koşulda korunması gereken ve kültür benliğimize nakşedilmesi gereken bir değerdir” denildi.

Haberin Devamı

Raporda, Türkiye'de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana atanmışlar ile seçilmişler arasında var olan ve zaman zaman gün yüzüne çıkan çekişmenin adının, devlet-hükümet kamplaşması olduğu vurgulanarak, şunlar kaydedildi:

“Bunun arka planında, Türkiye'de kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören bazı bürokratların, toplumun içinden çıkan seçilmişlere yönelik derin güvensizlikleri yatmaktadır. Bu hastalıklı düşünceye göre, Türkiye'de seçilmişler, bir başka deyişle siyasiler, nihai tahlilde 'kendi menfaatlerini milli menfaatlerin üzerinde gören, güvenilmez kişilerden oluşmaktadır.' Bu nedenle siyasilerin, devlet ve devlet aygıtı tarafından her zaman ve her şart altında ve gözetlenmesi zaruridir. Bu anlayış, 1982 Anayasası'nda vücut bulan kuşkucu, kendisinden başka kimseye güvenmeyen aynı zamanda statükocu bürokratik vesayetin de temel dayanağıdır.”

Haberin Devamı

“Vicdanın gereği”

Raporda, Türkiye'deki darbelerin, görünürde bazen sağa, bazen sola, kimi zaman hem sola hem sağa bazen de dindarlara karşı yapıldığının altı çizildi. Darbeler gerekçelendirilirken bu tür ideolojik argümanlar kullanılmakla ve değişik dönemlerdeki askeri müdahalelerde, bazı kesimler diğerlerinden daha fazla diyet ödemekle birlikte aslında faturanın, tüm toplum tarafından ödendiği belirtilerek, “Dünya ve Türkiye örneklerinin öğrettiği; darbelerin tüm halka karşı yapılmış, hak ve hukuk kavramlarının askıya alındığı talihsiz dönemler olduğudur” ifadesine yer verildi.

Toplumun tüm kesimleri ve bunların siyasi temsilcilerini, her çeşit darbe, muhtıra ve demokrasiye müdahale süreçlerine karşı ortak tepki göstermesini sağlayacak, demokratik bilinç düzeyini yükseltecek bir eğitim sistemine ihtiyaç olduğu vurgulanan raporda, hiçbir kesimin, diğerinin acılarına kayıtsız kalmaması istendi. Yalnızca mağdur olunduktan sonra evrensel hakların hatırlanmaması, herkesin asgari bir ilkesel duruş göstermesi ve empati kurması insanlığın ve vicdanın bir gereği olduğu belirtildi.

“Umut ışığı”

Haberin Devamı

Askeri müdahalelerin, Türkiye'nin yakın tarihinin karanlıkta kalmış dönemleri olduğuna işaret edilen raporda, şu görüşlere yer verildi:

“Sözde millet ve milletin huzuru bahanesiyle yapılanlar; yüz binlerce insanın sorgusuz sualsiz cezaevlerine ve kışlalara kapatıldığı, işkencelerin yapıldığı, geleceklerin çalındığı, idamların yaşandığı karanlık dönemler olarak anılacaktır. Darbeler; özde toplumsal huzuru tesis etmeye gelenlerin Edirne'den Ardahan'a tüm ülkeyi açık hava hapishanesine dönüştürdüğü, konuşmanın yasak olduğu, kitlelerin dilsizleştirildiği, susturulduğu, hatta kitapların suç sayıldığı, yakıldığı korku imparatorluğunun inşa zamanlarıdır.

Haberin Devamı

Kurulan komisyonumuz, Meclis'te grubu bulunan tüm partilerin ortak girişimi ve uzlaşması ile teşekkül etmiş ve faaliyetlerini sürdürmüştür. Cumhuriyet tarihinde bir ilki başaran TBMM, bu adımla ülkedeki demokrasinin ve toplumsal barışın tesisinde önemli bir kazanım sağlamıştır. Bu komisyonun varlığı aynı zamanda, siyasi kültürün demokratik olgunluğunun da tescili niteliğindedir. Türkiye bugün, dünle mukayese edilmeyecek bir noktadadır. Bundan sonrası demokrasi kültürünün, çoğulculuğun, hoşgörünün ve farklılıklara saygının yaygınlaştırılması ve silahlı bürokrasi ile işbirliği içine giren sivillerin bu tepeden inmeci anlayıştan bir sonuç alamayacaklarına inandırılmasıdır, ikna edilmesidir. Dünün darbe iş birlikçilerinin ve heveslilerinin, tümünün olmasa da, nedamet ifade edici açıklamaları Türkiye'nin yarınları için umut ışığıdır.”

"Halkın vicdanında derin yaralar açtı"

Raporda, Türkiye'de, bir devlet politikası olarak ordunun asayiş işlerinde kullanılmasının, halkın vicdanında derin yaralar açan bazı olayların yaşanmasına neden olduğu belirtildi.

Raporun girişinde kısa bir “Genel Değerlendirme” bölümü yer alıyor. Daha sonra “Türkiye'de Devlet Geleneği ve Demokrasi”, “Milli Güvenlik Kurulu”, “Devlet Teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığı”, “İç Güvenlik”, “Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla ve Gayri Nizami Harp”, “Askerin Eğitimi”, “Yargı Birliği ve Askeri Yargı”, “Ekonomi ve Darbeler”, “Askeri İşlerin Denetimi”, “Ulusal İstihbarat ve Darbeler”, “Medya Aydınlar, Sivil Toplum ve Darbeler” ile “Sonuçlar” başlıkları işleniyor.

Raporda, Türkiye'de, bir devlet politikası olarak ordunun asayiş işlerinde kullanılmasının, halkın vicdanında derin yaralar açan bazı olayların yaşanmasına neden olduğu vurgulandı. Mustafa Muğlalı ve Mersin Arslanköy olaylarının, tek parti dönemindeki rejim ve asker ilişkisinin şekli boyutlarını göstermesi bakımından çok düşündürücü olduğu ifade edildi.

Asker ile yurttaşın karşı karşıya bırakılmasının, yalnızca 1946 öncesinde rastlanılan tek parti yönetimine özgü bir politika olmadığı, bugün de benzeri öldürme olaylarına tanık olunduğu anlatılarak, “Böyle olaylarda suçlu ile sorumluyu ayırmak ve ona göre önlem bulmak gerekir. Belki tetiği çekenin suçlu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Peki, sorumlu kimdir? Sorumlu bizzat devletin kendisidir; 1923'ten beri orduya asayiş görevi yaptıran, olur olmaz ilan edilen sıkıyönetimlerde bir devlet politikasına dönüşen garnizon-devlet uygulamaları ile yurttaşları baş başa bırakanlardır” görüşüne yer verildi.

Terörle mücadelenin yanında, kolluk kuvveti olarak görev yapan jandarma teşkilatının mevcut durumunun modern demokratik devletlerde olması gereken kriterlere uymadığı kaydedilen raporda, Avrupa'da olmayan jandarma teşkilatının, Türkiye'de taşıdığı askeri bakış açısı gereği, iç güvenlik ve adli mekanizmada görev yapmasının sakıncalar taşıdığı belirtildi. Jandarmanın ya tamamen sivil bir kır polisi örgütlenmesine dönüştürülmesi ve Genelkurmay'la bağlantısı kesilmesi ya da iç güvenlik-adli görevden alınması, polis sayısının da buna göre artırılması gerektiğini vurgulandı.

Askeri eğitim

TSK'nın, kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ve onu önceleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak gördüğüne işaret edilen raporda, şu ifadelere yer verildi:

“Sıkı bir eleme sürecinden sonra askeri okullara giren genç öğrenciler, ilk günlerinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni koruma ve kollamanın asli görevleri olduğu düşüncesiyle yoğruldukları gibi, bütün meslek hayatları boyunca bu doğrultuda düşünmeye ve davranmaya teşvik edilirler. Bu misyonun temel objeleri, diğer bir deyişle korunması gereken değerler silsilesinin başında gelenler, devlet otoritesi, ülkenin bütünlüğü ve laiklik ilkesidir.

Laiklik ilkesinin bu değerler manzumesi içinde yer bulabilmesinden de anlaşılacağı gibi, TSK kendisini sadece dış güvenlikten sorumlu görmekle yetinmemekte, ayrıca Cumhuriyetçi batılılaşma, çağdaşlaşma misyonunun da esas sahibi,taşıyıcısı olarak algılamaktadır.

Orduların demokratik rejimle birlikte yaşamayı öğrenmeleri kolay olmamıştır, olmamaktadır. Hiyerarşinin, disiplinin kayıtsız şartsız itaatin vurgulandığı bir örgüt kültüründe yetişen insanlar için, demokratik rejimin düzensiz, karar alma mekanizmaları çok yavaş işleyen, demagojiye izin veren bir rejim olarak algılanması kuvvetle muhtemeldir. Gerçekten da askerlerin anlayışında sivil siyasetçi imajı, kişisel menfaatler için ilke ve kural tanımayan, demagojiye başvurmaktan çekinmeyen, iyi niyetinden ve bilgisinden şüphe edilecek kişi profiline çok yakındır.

Böyle olunca da meşru kanallardan iktidara gelmiş olan sivillere itaat etme, onların denetimine açık olma fikrinin kabul edilmesi kolay olmamaktadır. Ayrıca, temel fonksiyonu güvenlik sağlamak olan bir yapılanmada ulusal güvenliğe yönelik tehditlerin abartılı bir biçimde algılanması söz konusudur. Bu da demokratik rejimin gerektirdiği özgürlüklerin aşırı bulunmasına yol açan bir etkendir.”

“Çift başlı yargı”

Sivil, demokratik bir sistemde askeri gücün sivil otoriteye bağlı olduğu vurgulanan raporda, Türkiye'de anayasal süreç içerisinde askeri gücün ilk 1961 müdahalesinden sonra yapılan anayasa ile sisteme ağırlığını koymaya başladığı ifade edildi.

1961 Anayasası'nda Askeri Yargıtay'ın, askeri mahkemelerden verilen kararların temyiz incelemesini yapan yüksek bir mahkeme olarak düzenlendiği, böylece ceza yargılaması alanında Yargıtay'ın yanına bir 'Askeri Yargıtay' konularak yargılama birliği ilkesine aykırı, çift başlı bir ceza yargılaması yaratıldığı kaydedildi. Daha sonra, askeri gücün, kendisine ceza yargılamasının yanında örneği bulunmayan bir Askeri Danıştay da yarattığına işaret edildi. Böylece idari yargıda gevşemeyle birlikte çift başlılık yaratıldığı, bu yüksek mahkemenin hukuki bir mantığa ve ilkeye dayanmadığı kaydedildi.

Raporda, şu görüşlere yer verildi:

“Her bakanlık kendi personeli için, kendi gölgesi altında yüksek mahkeme isteyebilir. Bu mantıktan hareket edilirse 800 bin personeli olan Milli Eğitim Bakanlığı'nın idari işlem ve eylemlerine ilişkin davaların Eğitim Yüksek İdare Mahkemesi'nde İçişleri Bakanlığı'nın idari işlem ve eylemlerine ilişkin davaların da İç Güvenlik Yüksek İdare Mahkemesi'nde görülmesi gerekir.

Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, görev alanı daha da genişletilmiş haliyle 1982 Anayasasının 157. maddesinde yerini almıştır. Bu düzenleme ile artık AYİM askeri olmayan makamlarca tesis edilmiş olsa bile asker kişileri ilgilendiren idari işlem ve eylemlerden doğan uyuşmazlıkların yargı denetimini yapan ilk ve son derece bir yüksek mahkeme durumuna getirilmiştir.

Hatta askerlik yükümlülüğünden doğan uyuşmazlıklarda ilgilinin asker kişi olma şartı aranmayacaktır. Böylece sivil kişilerde askerlik yükümlülükleri ile ilgili davaların AYİM'de açacaklardır. Bu mahkemenin askeri yargıç üyeleri dışındaki subay üyeleri Genelkurmay Başkanlığınca her boş yer için gösterilecek üç aday içinden Cumhurbaşkanınca seçilmektedir. 1961 Anayasası ile başlayan süreç 1982 Anayasasında askeri gücün ceza ve idari yargısı ile kendisine ait, geniş ve etkili olduğu bir yargı alanı yaratması sonucuna ulaşmıştır.”

Darbelerin ekonomiye etkisi

Raporda darbeci güçlerin, zaman içinde model ve strateji değişikliğine gittiği ve bizzat doğrudan darbe yapmak yerine darbe korkusu yaratma yolunu seçtiği belirtildi.

Raporda, Türkiye'de yaşanan bütün darbelerin ekonomiyle önemli ölçüde iç içe süreçler olduğu belirtildi. Özellikle 1993-2001 yılları arasında bu konuda yaşanan gelişmelere işaret edilen raporda, “O dönemde özellikle 2001 krizinde hangi bankaların o döviz krizinden büyük paralar kazanmış olduğu sorusu, bugün hala tam olarak yanıtlanamamış bir sorudur. Oysa kamuoyunun çok merak ettiği bir sorudur aynı zamanda. Çünkü aşağı yukarı 200-250 milyar dolar civarında bir parayı halk ödemek zorunda kalmıştır” ifadesine yer verildi.

Raporda, darbelerin ekonomiye etkisine ilişkin olarak 28 Şubat sürecinden de örnek verildi. Söz konusu dönemde, kamu ve bankaların asli görevlerinden uzaklaşması, popülist politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılmasının, bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olduğu belirtildi.

2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyetinin 21,9 milyar dolar olduğu vurgulanan raporda, “Ekonomik manipülasyonlar, darbe korkusunu oluşturmak ve darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için yapıldı. Darbeci güçler, demokrasi düşmanı unsurlar zaman içinde model ve strateji değişikliğine gittiler ve bizzat doğrudan darbe yapmak yerine darbe korkusu yaratma yoluna gittiler. Bu yeni model, birilerinin 'postmodern darbe' diye adlandırdığı bu yeni strateji, darbeciler için daha kolay ama toplum için sonuçları daha ağır ve daha tahrip edici bir modeldir. Darbeciler için kolaydı çünkü darbe yaparken aslında darbe yapmamış görünüyorlardı” tespitinde bulunuldu.

İstihbarat teşkilatları

“Türkiye'de istihbarat birimi enflasyonu vardır” ifadesine yer verilen raporda, şunlar kaydedildi:

“Bu istihbarat dağınıklığının, şişkinliğinin ve görev örtüşmelerinin temel nedeni, yasal bir boşluk ya da yasal yetersizlikler değildir; silahlı kuvvetlerin fiili durumdan kendisine vazife çıkarmasıdır. Batı Çalışma Grubu ve EMASYA örneklerinde; jandarmaya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını fişleme yetkisi, Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu'nda ve diğer kanunlarda verilmemişken, Jandarma Genel Komutanlığı bu alanda istihbarat faaliyetlerinde bulunmuştur. Genelde askeri istihbaratın özelde jandarmanın yaptığı bu istihbarat faaliyetleri, yetki ve görev tecavüzü niteliğindedir, açıkça kanun dışıdır. Jandarmanın tüm ülke genelinde yaptığı fişlemeler gibi, 9 Kasım 2005'te Şemdinli'de yaşanan olayda da iki jandarma astsubayının, polis sorumluluk bölgesinde, habersiz ve izinsiz olarak yaptıkları eylem bu kapsamdadır.”

28 Şubat süreci medya

Raporda, normal demokrasilerde, yasama, yürütme ve yargıdan sonra 4. kuvvet kabul edilen ve toplumsal bir denetim aracı işlevi gören medyanın, Türkiye pratiğinde kendini sık sık birinci kuvvet konumunda gördüğü ve buna göre tavır aldığı belirtildi.

Birinci kuvvet anlayışının, medyayı sürekli hataya zorladığı anlatılan raporda, şu ifadelere yer verildi:

“Kendini bütün kurumların üstünde gören yöneticiler, yazarlar, hatta muhabirler, ellerindeki gücü toplum yararına değil, kendi çıkarları için kullanabiliyor. Peki, sonuçta ne oluyor? Siyaseti kendi anlayışına göre dizayn etmek, başbakanları ve hükümetleri belirlemek, devlet ihalelerinde söz sahibi olmak, seçimlerde vatandaşı yönlendirmek, toplum mühendisliğine soyunmak, yalan haber yapmak, hatta yalan haberi rutinleştirmek, beğenmediği kişi ve kurumlar hakkında haksız ve karalayıcı sıfatlar kullanmak, insanların şeref ve haysiyetlerini rencide edici yayınlar yapmak gibi konu başlıkları; Türkiye'deki merkez medya anlayışının yerleşik konu başlıkları haline geliyor.

Türkiye'de son yıllarda medya patronlarının iş adamı olması, gazetecilikten gelmemesi, medya bağımsızlığı ile de çok ilişkilendirildi. 'Basın sermayesi ne kadar güçlü olursa, iktidarlara karşı da o kadar bağımsız olur' tezi işlendi.

Ancak yaşanan gelişmeler bu tezleri desteklemiyor. Can Dündar'ın tespit ettiği gibi, Türkiye gibi ekonomideki ağırlığın hala devlette ve dolayısıyla da hükümetlerde olduğu ülkelerde, iş hayatında etkin olmak medyaya bağımsızlık getirmediği gibi tam tersi onu hükümetlerin güdümüne sokuyor.”

"Ordu çok konuşuyor, ama kendisi hakkında konuşulmasından rahatsız oluyor"

Raporda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK), diğer ülke ordularına göre fazla konuşan, ama kendisi hakkında konuşulmasından bir o kadar rahatsız olan bir kurum olduğu belirtilerek, “1876 yılında Serasker (Genelkurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa'nın Sultan Abdülaziz'i hal edip, intihar süsü vererek katletmesi, askeri müdahaleler için önemli bir milat” denildi.

TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu raporunun Genel Değerlendirme bölümünde, darbeler hakkında genel değerlendirme yapıldı ve geçmişten 28 Şubat'a kadar darbe konusu ele alındı.

Raporda, darbe için, “insan hak ve hürriyetlerinin, hangi elin tuttuğundan asla emin olunmayan, bir silahın namlusuna asıldığı uygulamalardır” tanımlaması yapıldı.

“Sizi buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor”, “Hainleri asmayıp da besleyecek miyiz?”, “Bu bir savaştır, savaşta her zaman iyi şeyler olmaz”, “Siz bu olanlara, hukukçu kimliğinizle bakmayacaksınız” cümlelerinin, Türkiye'nin darbeler tarihinde birer kara leke olarak yerlerini aldığı belirtildi.

Türkiye'de devlet geleneği hakkında bilgi verilen raporda, dünyadaki üçüncü demokratlaşma dalgasının halen devam ettiği ifade edildi. Raporda, 1962'de dünyada 13 yönetimin hükümet darbeleri ürünü olduğu, 1975'de bunların sayısının 38 olduğun vurgulandı.

TSK'nın, diğer ülke ordularına göre fazla konuşan, ama kendisi hakkında konuşulmasından bir o kadar rahatsız olan bir kurum olduğu ifade edilen raporda, “Demokrasilerde genel olarak ordudan siyasal ve toplumsal konularda dilsiz olması istenir. Türkiye'deki otoriter demokraside ise asıl istenen toplumun ordu konusunda ya dilsiz olması ya da konuştuğunda övücü sözler dışında bir şey söylememesidir” görüşüne yer verildi.

“Sivil hükümet yapıları az gelişmiş...”

Raporda, sivil hükümet yapıları daha az gelişmiş ve daha az olgunlaşmış ülkelerde askeri darbelerin daha kolay gerçekleştiğine işaret edildi.

27 Mayıs 1960 Darbesinin soğuk savaş koşulları içinde gerçekleştiği belirtilen raporda, “Darbeden sadece 3 gün sonra, yeni rejim ABD ve İngiltere tarafından tanındığı gibi demokratik Batı cephesinden de darbeye yönelik bir tepki gelmedi ve müttefiklik ilişkisi olduğu gibi devam etti. ABD için belirsiz bir politika izleyen sivil yönetimler yerine daha 'sorumlu' bir davranışı garanti eden geçici askeri yönetimler makul bir seçenekti” ifadeleri kullanıldı.

Raporda,1876 yılında Serasker (Genelkurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa'nın Sultan Abdülaziz'i hal edip, intihar süsü vererek katletmesi ile başlayan sürecin “Türkiye Askeri Müdahaleler Tarihi” için önemli bir milat olduğu kaydedildi.

Türkiye'nin bundan sonra karşılaşacağı tüm askeri darbelerde olduğu gibi 1876 darbesinde de bir “dış etki, dış güç” etkisi olduğu vurgulandı.

“1923'te kurulan cumhuriyetin demokrasiyi ihmal etmesi”

1923'te kurulan Cumhuriyetin “muasır medeniyet” içinde yer alabilmek için monarşinin yerine cumhuriyeti, dinin yerine milliyeti, şer'i kanunlar yerine seküler/laik kanunları yerleştirmeye çalışması ve demokrasiyi ihmal etmesinin, cumhuriyetin demokratikleşmesini sınırlandıran bir gelişme olduğu ifade edilen raporda, “Cumhuriyetçi, lâik, milliyetçi, devrimci, devletçi ve halkçı bir ulus-devletin kurulması için gösterilen çabalar demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını zorlaştırmış, dahası böyle bir hedef ortaya konmamıştır” görüşüne yer verildi.

Raporda, Türklerin Orta Asya'da tarih sahnesine “bir ulus olarak değil bir ordu" olarak çıktığı ve Osmanlı'nın da zaten “başka her şeyden önce bir ordu” olduğu, Türklerin savaşçı bir toplum olduğu, bu özelliğin “en az iki bin yıllık olmasından” ve “Türk milletini topyekûn ordu saymak gerektiği” düşüncesinin, askeri müdahaleleri meşrulaştırdığının altı çizildi.

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 27 Mayıs'a ilişkin, “CHP lehine DP'nin ordu tarafından ezilmesidir. Hepsi bundan ibarettir” sözleri ile Cemal Gürsel'in İsmet İnönü'ye, “Emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur, paşam” gibi bir ifade kullanmasının ordu ve İnönü arasındaki yakın ilişkiyi desteklediği vurgulandı.

Raporda, dönemin lise ders kitaplarında askerin sivil alana müdahil olmasının bir problem değil, aksine bir zorunluluk hatta devrimsel bir hareket olarak sunulduğu kaydedildi.

“12 Eylül'de aksi bir ses çıkmadı”

Sürekli askerle iç içe yaşayan sivil alanın, 12 Eylül'de gelen askeri müdahaleyi gündelik yaşamının bir alt üst olması şeklinde görmediğine işaret edilen raporda, basının 12 Eylül öncesinde önemli ölçüde militaristleştiği belirtildi. Raporda, 12 Eylül'ü diğer iki darbeden ayıran en önemli unsurun; aksi bir sesin çıkmadığı, emir komuta zinciri içinde planlı bir şekilde gerçekleştiği anlatıldı.

Raporda, “12 Eylül'de, sol düşüncenin hiçbir şekilde dahil edilmediği büyük ölçüde askerin belirleyici olduğu bu restorasyon sürecinin sonucu ise muhafazakâr, denetim ağırlıklı, otoriter ve hiyerarşik bir devlet yapılanması oldu” denildi.

Türk savunma ve güvenlik konseptinin sonucu olarak askerin, rejim üzerinde gücünü, “Gözetleme (supervision) ve müdahale (intervention) yöntemleriyle kullandığı” belirtilen raporda, 1960, 1971 ve 1980 darbelerinin askerin rejime müdahalesi olduğu vurgulandı.

“MGK, yönlendirme yapar”

MGK'nın eleştirildiği raporda, “MGK Genel Sekreterliği, TRT, RTÜK, DPT, YÖK, valilikler ve bakanlıklar gibi devlet kurumlarıyla doğrudan ilişkiye geçer, yönlendirme yapar, en önemlisi taleplerde bulunur” denildi.

Raporda, MGK'nın, Genelkurmay Başkanlığı'nın bağımlı değişkeni olarak çalıştığı ifade edilerek, “Birçok çalışma, talimat, hazırlık Genelkurmay Başkanlığı merkezli olmakta, MGK'nın elde ettiği bilgiler bu süzgeçten geçirilmekte ve yeniden MGK tarafından dolaşıma sokulmaktadır. MGK'nın bir anlamda askeri eylemlerin “sivilleştirildiği” bir tampon mekanizması görevi yaptığı açıktır” denildi.

Raporda, 1997 yılında Genelkurmay Başkanlığı Psikolojik Harekât Dairesi'nin 1997 yılı faaliyetlerinin, “emniyet istihbarat notu”nda şöyle özetlendiği ifade edildi:

“Genelkurmay Harekât Başkanlığı'na bağlı Psikolojik Harekât Dairesi 5 şubeden oluşuyor.Gruplarda görevli personel sivil ve sakallı olarak çalışıyor. Bu daire tarafından bu yıl yapılan ve yasal olmayan en önemli faaliyetler şunlar: RP'nin aleyhine haber hazırlayarak basına vermek ve yayımlanmasını sağlamak, şu ana kadar bu dairede hazırlanan 200'den fazla haber gazetelerde yayımlandı. Çiller'in “şerefsiz onbaşı” sözüne tepki olarak DYP Genel Merkezi önünde yapılan ve Gaziler, Emekli Subaylar ve Emekli Astsubaylar Derneği üyelerinin katıldığı gösteri yine bu dairece düzenlendi.”

“Bazı ülkede genelkurmay başkanı MGK üyesi değil”

Raporda, dünyada pek çok ülkede Genelkurmay Başkanlarının MGK üyesi olmadığı, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerindeki MGK'ların, sadece danışma fonksiyonu gören ve sivillerin emrinde olan kuruluşlar olduğu belirtildi.

Raporda, devlet teşkilatı ve genelkurmay başkanlığı konusuna da değinildi.

Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa'nın bir siyasi karar alıcı gibi çalıştığı, neredeyse tek başına bugünkü MGK'ya benzer bir işlev gördüğü kaydedilen raporda, “1944'e kadar TBMM'de askeri harcamalar hakkında tek bir soru dahi sorulamamıştır. Millî Savunma bütçesi Genelkurmay tarafından hazırlanarak adeta formalite tamamlansın diye Meclise gönderilmiştir” görüşüne yer verildi.

Erken Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Paşa'nın, parlamenter olmak isteyen Millî Kurtuluş Savaşı kahramanı generallerin askerlikten istifasını isteyerek üniforma gölgesi dışında bir sivil siyasetten yana olduğunu gösterdiği kaydedildi.

“Karşı darbe yapmasını engellemek fikri”

Ancak bu geleneğin muğlak olduğu belirtilen raporda, şöyle denildi:

“Çünkü 1920-24 arasında görev yapan 6 kabinede de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (İsmet ve Fevzi Paşalar) bakanlar kurulunun üyesi olarak görev yapmıştır. Buna ek olarak Müdafaai Milliye Vekâletinde de Fevzi, Refet ve Kazım Paşalarla, kabinede her zaman iki generalin bulunduğu görülmektedir. Genelkurmay Başkanlığı 1924'te bakanlık statüsünü kaybettikten sonra 1944'e kadar Cumhurbaşkanına bağlanmış, hükümet ve parlamento denetiminin dışında tutulmuştur. Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Çakmak;tan oluşan üçlü troykanın kaygısı, aslında ordunun rakip bir iktidar odağı olarak güçlenme ihtimalini engellemektir. Bir diğer deyişle, bu dönemde ordunun sivil siyasette bir ağırlık taşımaması ve Batı ülkelerindeki sivil-asker ilişki modeline benzer bir modelin işler gibi olmasının ardında Silahlı Kuvvetler'in siyasetten arındırılmış olması değil, rejime sadakatini sağlayarak bir karşı darbe yapmasını engellemek fikri yatmaktadır.”

Raporda, 1949'dan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine kadar 11 yıl uygulanan Savunma Bakanlığı'na bağlı Genelkurmay modelinin, ordu çevrelerini rahatsız ettiği şeklinde bir takım spekülatif iddialar dışında, ne tür aksaklıklara yol açtığına dair ciddi hiçbir örnek göstermenin mümkün olmadığı vurgulandı.

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!