İşte bu portreler Kabil'de hayatını başladığının açık delili

Güncelleme Tarihi:

İşte bu portreler Kabilde hayatını başladığının açık delili
Oluşturulma Tarihi: Mart 16, 2002 21:44

Sovyet işgalinde, iç savaşta ve Taliban döneminde zarar gören, hayattan mahrum kalan Afgan kadınları büyük bir hızla okullarına, işlerine geri dönüyor.

Kabil günlerimizde çok sayıda kadınla ve erkekle konuştuk. Bütün içtenlikleriyle bize evlerini ve yüreklerini açtılar. Gündelik hayatlarına, duygularına, umutlarına ve mahremiyetlerine tanık olduk. Savaşın ve şiddetin bir hayat tarzı olduğu bu ülkede insanların çok mağrur ve çok zarif olduklarını gördük. Mekey, Meliha, Nebile, Şükriye, Nuriye ve Nesrin gibi çok sayıda Afgan kadınıyla konuştuk; burkalı- burkasız, zengin-yoksul, evkadını-sanatçı... Afganistan barışı, insanca yaşamayı, mutluluğu, güzel ve iyi olan ne varsa herşeyi yaşamayı o kadar çok hakkediyor ki.

Tora Bora’dan Talibancı şoförle geçtik

Kabil'e İslamabad'dan 50 dakikalık uçak yolculuğu 14 kişilik BM uçaklarıyla yapılıyor ve 600 dolar. Savaşın ilk aylarında bu yolculuk 7 bin dolarmış. BM uçağına binmek hiç kolay değil. Çünkü NGO'lar öncelikli. Birkaç günümüze mal olan ‘‘Bugün git, yarın gel’’den sonra aynı kaderi paylaştığımız Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) yöneticilerinden işadamı Ahmet Şahap Ünlü'nün girişimiyle bir uçak kiraladık. Uçakta Amerikan ABC televizyonundan bir kameraman ve bir muhasebeci de vardı. Çantasına sarılarak yolculuk yapan muhasebeci, personele para götürüyordu. Kabil Havaalanı'nda çantalarımız didik didik arandı. ABC'den gelen kadın muhasebecinin valizinden çıkan bornozu görevliler elden ele dolaştırarak merakla inceledi. Çamaşırların arasından çıkan viskiye elkoydu. Afganistan'da içki yasak. Ama sonradan bir şişe viskinin 200 dolara satıldığını öğrenince Afgan görevlinin şişeyi bulduğunda neden mutlu olduğunu anladık.

RİSKLİ DÖNÜŞ

Kabil'e ulaşmak ne kadar zorsa, çıkmak da zor. Malum BM uçağı, yine dolu. Tek yol kalıyor: Kabil-Celalabat hattından Pakistan sınırındaki Turkam'a geçmek. Binlerce yıldır kullanılan bu yol, meşhur İpek yolu. Bir diğer meşhurluğu da Tora Bora'dan, El Kaide'yle Amerikan askerlerinin savaştığı bu sarp bölgeden geçmesi. Bu çok riskli yoldan Pakistan'a gideceğiz. Sorun, güvenilir bir şoför bulmak. Kaldığımız misafirevinin sahibi Eyüp, ‘‘Bana bırakın, ben herşeyi hallederim’’ diyor. Sabah 05.00'te camları kirletilmiş minibüsümüz geliyor. Eyüp kesin talimatları veriyor: ‘‘Başını sıkıca ört. Sebati fotoğraf makinesini hiç çıkarmasın. Yolda durmak yok. Mümkün olduğunca az konuşun.’’ Eyüp, şoför ve rehberin sadece Farsça ve Arapça bildiklerini söylüyor. Başımıza bir şey gelirse nasıl anlaşacağımızı kara kara düşünüyoruz. Ama Eyüp'ün bir bildiği vardır diyoruz. Eyüp bir Afgani lirasını çıkarıyor, üstüne alelacele bir şeylerr yazıyor. Parayı ikiye bölüp yarısını bana veriyor. ‘‘Turkam'a vardığınızda bunu şoföre ver, Eyüp'e de’’diyor.

Kabil çıkışında silahlı görevliler, yolu kalın bir sicimle kesmiş. Pasaportlarımız alınıp bakılıyor. Yola revan oluyoruz. Sağımızda, binlerce metre yüksekliğinde sarp kayalar, solumuz uçurum. Yol o kadar bozuk ki, kafamız, kollarımız sürekli minibüse çarpıyor. Bu arada şoför ve yanındaki ceplerindeki naylon torbadan çıkardıkları siyah afyon sakızını hap gibi yutuyor. Tedirginiz, gıkımız çıkmıyor. Ürkütücü kanyon bitmek bilmiyor. Rehber geriye dönüp Farsça sözcükler mırıldanıyor. Anlamadığımızı görünce ‘‘Tora Bora, Amerikan asker. Tayyare, Ladin yahşi’’ diyor. 15 Amerikalı'nın öldürüldüğünü öyle bir keyifle ve sırıtarak söylüyor ki. Dağları gösterip Taliban'ın her yerde ve çok olduğunu işaretlerle anlatıyor. O an anlıyoruz ki Eyüp bizim güvenliğimizi en iyi Taliban yanlılarının sağlayacağını düşünüp bizi onlara emanet etmiş.

Karnımız acıkıyor. Bir gün önce Türk Bölüğü'ndeki yemekte çok beğendiğimiz için bize hediye edilen tayınla tahin helvasını çıkarıp iştahla kemirmeye başlıyoruz. Beşinci saatin sonunda kanyon bitiyor. Kerpiç evlere, karasabanla çift süren köylülere rastlıyoruz. Öğleden sonra Turkam'a varıyoruz. Cebimden Eyüp'ün verdiği yarım parayı çıkarıp şoföre uzatıyorum. Eyüp'e! diyorum.

POLİS EŞLİĞİNDE 24 SAAT

Pakistan sınır kapısında bir polis veriliyor yanımıza. Güvenliğimiz için şart olduğunu söylüyor yetkililer. Yeniden araba kiralayıp Peşaver yollarına koyuluyoruz, Hayber Geçidi'nden sonraki bir polis noktasında yeni bir polis nöbeti devralıyor. Kahverengi, uzun entarili, cılız ve üstelik silahsız. Akşama doğru Peşavere ulaşıyoruz. Yeniden araba kiralayıp İslamabad'a gideceğiz. Polis bizi otele teslim etmeden dönmemeye kararlı.

Pakistan devletinin bu yakın ilgisi hoşumuza gitmiyor değil. Şoförle pazarlık sırasında etrafımızı saran çocuklara Sebati bir şarkı öğretiyor. Çocukluğunda Kel Orhan Abisi'nden öğrendiği Farsça bir şarkı: E nare nare nare nar/ya baba nar şebnem gulinar. Aynı şarkıyı yolda şoföre ve polisimize de söyletti. Sebati, ‘‘Avare’’yi de söyleyip söyletecekti ama Hindistan-Pakistan gerginliğini dikkate alarak vazgeçti.

Beyaz burka giymek gencim, güzelim, demek

Kabil'e giderken, uzun bir pardösü ve geniş bir atkı almıştım. Ancak ilk günden itibaren sırt çantamda boşuna yer işgal ettiklerini anladım. Çünkü Kabil caddelerinde burkasız, başına üstünkörü bir eşarp atmış ya da tümüyle açmış çok sayıda kadına rastladım. Başını açanların en ufak bir tepkiyle karşılaştıklarını da görmedim. Üstelik mavi burkaların hafif bir esintiyle havalanışlarını da çok çekici buldum. Kabil'de burkada mavi renk revaçta. Az da olsa beyaz burkalara da rastladım. Beyaz, ‘‘Ben genç ve güzelim’’ demek içinmiş. Burka satan dükkanlarda tek tük de olsa yeşil, mor renklileri var. Kabil kadınları çok endamlı. Minik ayaklarıyla minik adım adım atışları, başlarını dimdik tutuşları. Kabil erkeğinden de etkilenmedim dersem, yalan olur. Grek burunları, bilinmeyen hedefleri tarayan atmaca bakışları.

Karzai ve öldürülen Şah Mesut'un tüm dünyaya tanıttığı, geleneksel şapkaları olan kaşmir ‘‘Pakûl’’leriyle kuzguni saçları, sakalları çok uyumlu. Pakûlle aynı renk ve kumaştan şallarının modacılara çok ilham vereceğini düşündüm.

Afgan kadını ve erkeğinin çok mağrur olduğunu da ilk bakışta anlamak mümkün. Bu güzel insanların insani koşullara, temizliğe ve mutlu olmaya çok ihtiyacı var.

Nakşi zikri ve body building

İşte Kabil'in iki yüzü: Tarihi Şah-ı Du Şemşire (İki Kılıçlı Şah) Camii'nde Nakşi zikri. Sabah namazında başlayan zikir, öğle namazına dek sürdü. İlahi ve ritmin etkisiyle kendinden geçen müridler, tokat atılarak kendine getirildi. Aynı gün kocaman bir afişe rastladık. Yüzü Afgan, vücudu Rambo bir duyuru, erkekleri vücut geliştirmeye çağırıyordu.

Tekkeyi bekleyen pilavı yer

Eyüp Hürmüzlü, Kerkük Türkü. Üç yıldır Kabil'de. Ülkücü. Ama Alparslan Türkeş'ten başka hiçbir lideri tanımamakta kararlı. Karısı Şükriye Afgan. Yabancı gazeteci ve NGO (Sivil toplum kuruluşu) mensuplarının kaldığı misafir evleri, kiraya verdiği üç otomobili ile zengin bir hayat sürüyor. Yanında 22 Afgan çalıştırıyor. Zekası, ataklığıyla Afganistan'ın sayılı zenginlerinden olmaya aday. Kabil'e giden ilk Türk yardım kuruluşu olan Uluslararası Mavi Hilal'in Kabil Sorumlusu. Tonlarca buğdayın, gıdanın ve ilacın Kabilliler'e ulaşmasını sağladı. NGO amblemli bayrağın sallandığı makam arabası, evinin kapısında silahlı korumaları var.

Eyüp haşlanmış yumurtayı çok seviyor. Leblebi gibi tek tek ağızına atıyor. Günde bazen 20 yumurta yiyor. Tek problemi kiloları. Pakistan'dan binbir güçlükle getirttiği kondüsyon bisikletine binmeye pek vakit ayırmıyor. Zaten zayıflayınca çirkinleşeceğine inanıyor. Eyüp gelişmeye, yeniliklere çok hevesli. Her sabah 06.00'da İngilizce öğretmeni geliyor. Eyüp ‘‘Have ve haven't’’ları öğreniyor. Eyüp, su kuyusuna dezenfektan atan nadir Kabilliler'den. Tuvalet, banyo ve lavaboları da dezenfekte ediyor. Aslında Eyüp'ün tuvaleti, suyu olduğu için de Kabil'de eşi az bulunuyor. Çünkü Kabilliler su ve tuvalet kağıdı yerine, kuruttukları toprak kesekleri kullanıyorlar.

HAYATI ROMAN OLDU

Eyüp'ün misafirevi, Kabil şartlarında Hilton gibi. İki ayrı çanak antenle iki televizyondan dünya kanalları izlenebiliyor. Evinden, altı Türk kanalını seyrediyor. Ama karısı Şükriye eski Türk filmlerini seyredip ağlıyor. Eyüp, ‘‘Süreyya’’ denen telefonun da sahibi. Haberleşme ağı olmayan Afganistan'da, Eyüp'ten 50 dolara kart alıp telefonuyla dünyanın herhangi bir yeriyle 15 dakika konuşabiliyorsunuz.

Eyüp'ün hayatı roman. Zaten Irak asıllı Kanada vatandaşı ve Kabil'de NGO temsilciliği yapan Fazıl, önümüzdeki yıl New York'ta yayımlanacak kitabının bir bölümünü Eyüp'e ayırdı. Eyüp, Kerküklü zengin bir ailenin oğlu. Irak Türkmen Partisi Sekreteri. Partiyi eleştiriyor. Saddam'ın casusu olmakla suçlanıyor ve hapsediliyor. Koğuşta bir gece öldürülmek isteniyor. Kurtulup kaçıyor. Yürüyerek İran sınır kapısına geliyor. Kendisini tanıyan İranlı yetkililer büyük ilgi gösterse de hiçbir şey anlatmıyor onlara. İrandan da kaçıyor. Hedefi Çin ya da Kuzey Kore'ye sığınmak. İyi de neden? ‘‘Herkes batıya gidiyordu. Benim bu iki ülkede kabul edilme şansım daha fazla olur diye.’’ Afganistan'dan geçerken soyguncular tüm parasını ve evraklarını gaspediyor. Kabil'deki Birleşmiş Milletler'e sığınıyor. Geçmişini, başına gelenleri anlatıyor. BM soruşturuyor ve üç ay sonra Irak'tan Eyüp'ün anlattıklarını doğrulayan bilgiler geliyor.

İSTANBUL’U ÖZLÜYOR

Eyüp BM'nin verdiği geçici kimliği taşıyor. Kanada'dan pasaport bekliyor. Kanada vatandaşı olsa da Afganistan'dan ayrılmayı pek düşünmüyor. ‘‘Tekkeyi bekleyen pilavı yer’’ diyor. Yeni Afganistan'ın inşasındaki payı büyüdükçe zenginliğinin de büyüyeceğini biliyor. Eyüp gittiğinden beri Afganistan'dan dışarıya hiç çıkmadı. Vaktiyle sık sık geldiği İstanbul'u, Tarabya ve Taksim'i soruyor. Bir de İbrahim Tatlıses'i.

Karısı Şükriye çok dindar. Ama Eyüp ona burkasını çıkarttırmayı başardı. Şükriye'nin burkayı atmasında Eyüp'ü çok kıskanmasının da büyük rolü oldu. Eyüp işleri gereği yabancılarla sık görüşüyor. Misafirevlerinde kalan yabancı kadınları otomobiline alması, adını ‘‘çapkın’’a çıkarmış. Eyüp de ‘‘Sen burkanla yanımda oturursan dedikodu olur. Benim karım olduğun anlaşılmaz. Ama yüzünü açarsan, Eyüp'ün karısı Şükriye bu, derler’’ demiş. Şükriye de kocasına hak verip açmış başını. Şükriye'nin makyaj yapmasını, tırnaklarına oje sürmesini çok istiyor. Ama Şükriye oje sürmemekte kararlı. Abdest alırken tırnaklarına su değmeyeceğini düşünüyor. Kızları Dünya'nın birinci yaşını geçen hafta kutladılar. Başlık fiyatlarının 3 bin dolardan başladığı Kabil'de, başlık almayan baba olarak anılmak için kızının büyümesini bekliyor. Afganistan'ın güvensiz ortamında Eyüp'ün hayatı pek de kolay sayılmaz. Kuzey İttifakı Güçleri Kabil'e girdiğinde Eyüp'e de uğramışlar. Beş otomobiline, 10 bin dolarına ve Şükriye'nin altınlarına el koymuşlar.

Mekey burka giymemek için Kendini beş yıl eve hapsetti

Kabil'de bir evde, Afgan kadınlarıyla biraraya geleceğiz. Zeynep, Meliha, Mekey, Nadiye, Nuriye, Nesrin, Şükriye... Hepsi de şık ve alımlı. Mekey, eşi bir zamanlar Afgan büyükelçiliğinde görevliyken çok sayıda ülke görmüş: ‘‘Kim eşeğim olursa ona binerim. Bu ülkede kim bizim yükümüzü çekerse ona bineriz. Bizim kahrımız zor.’’ Tüm kadınlar sessizce onu dinleyip onaylıyor. Mekey, Afganistan'ın denklemini çözüyor. Taliban dönemini kısa geçiyor: ‘‘Eski hükümet kötü hatıra.’’ Çaylar, kuruyemişler geliyor.

Bu arada Şükriye, kocası Eyüp'e masaj yapmaya başlıyor. kadınlar kahkaha atıp Farsça konuşuyorlar. Şükriye'nin yüzü kızarıyor. Eyüp tercüme ediyor: ‘‘Kocanı geceye mi hazırlıyorsun?’’ Şaşırma sırası bu kez bizde. Mekey anlatıyor Afganistan matematiğini. ‘‘Molla Ömer kaç sene hükümdarlık yaptı. Şimdi dağlarda inlere sığınıyor. Milletine kötülük yapanın hükümdarlığı kalmaz.’’ Mekey, ülkesindeki yabancılara temkinli. ‘‘Eğrinin doğrulması zor. Yabancılar düzeni biraz değiştirebilir. Birleşmiş Devletlerle biraz ileri gidebiliriz. Ama herşeyin cevabı bizde.’’

Taliban döneminde burkaya direnmiş Mekey. Çevresindeki kadınlar Taliban'ın beş yıl süren döneminde burka giydikleri halde kendisi giymemiş. Çünkü hiç sokağa çıkmamış. Burka giymektense kendini eve hapsetmeyi yeğlemiş. Şimdi burkasız sokağa çıkıyor ama öfkeyle eve dönüyor. Çünkü Dışişleri Bakanı Dr. Abdullah'ın Kart-ı Pervan semtindeki evinin üç aydır restore edildiğini görmek sinirlerini bozuyor. ‘‘Üç aydır öğretmenler maaş almıyor oysa. Dr. Abdullah ve etrafındakiler Firavun gibi cenneti evine yapmak istiyorlar.’’

Afgan kadınını, kadınlık halini, yüksek duvarlı avluların içinde neler olduğunu, hatta cinselliğini konuşmak istiyoruz. Kahkahalarla dinliyorlar Eyüp'ün tercümesini. Nuriye, ‘‘Eğer istemiyorsam o gece, redderim kocamı’’ diyor. Nuriye, Afgan kadınının yatakta kocasına karşı özgür olduğunu ama asıl problemin doğum kontrolü olduğunu söylüyor: ‘‘Gizlice yapınca bu kez başka kadınla evlenme tehditi başlıyor. Biz de mecburen hamile kalıyoruz.’’ Afganistan'da her ailenin ortalama altı çocuğu var. Bu sayıyı üçe indirmeye çalışmışlar ama Taliban zamanında doğum kontrolü yasaklandığı için çocuk sayısı yeniden artmış. Nuriye, Afgan kadının bir başka sorununu, dayağı anlatıyor bu kez. ‘‘Ne kadar güzel kadın, ne kadar iyi anne, yatakta ne kadar iyi olsanız da erkeğiniz için iyi kadın olmanın yolu dayaktır. Bu yüzden hep dayak yeriz.’’ Diğer kadınlar sessizce onaylıyorlar.

Kabil’in yıllara ihtiyacı var

Savaş muhabirleri, Amerikan askerleri dağlarda. Ama Kabil sakin, bin 800 metre rakıma rağmen güneşli ve sıcak. Kabil'in barışa, sabra, yıllara çok ihtiyacı var. Kabil çok yoksul. BM'nin yardım malzemeleri, sağlıklı içecek ve gıdalar karaborsada. Gelen yabancı görevliler nedeniyle ev kiraları 3 bin dolara fırlamış. Afyon sakızı peynir ekmek gibi satılıyor. Dünyaca meşhur Afgan tazıları sokaklarda. Cılız ve sesleri kısık. Babaları gibi çocuklar da ekmek derdinde. Kabil'de çocuklar çalışıyor, dileniyor. Duvar diplerinde sıra sıra, fotoğrafın icat edildiği yıllardan kalma ayaklı, sehpalı, karanlık odalı fotoğraf makinaları. Duvara tutturulmuş siyah örtülerin önündeki tabureye oturmuş vesikalık poz veriyor Kabilliler. Sıra burkalı kadınlara geldiğinde erkekler çember oluşturuyor ki başını açan kadın kem gözlerden korunsun. Fotoğraflar hemen teslim ediliyor, hem de ‘‘Arabıyla’’birlikte. Fotoğrafçılardan sonra, yine sıra sıra arz-ı halciler. Bütün bu yoğunluk, Kabil'deki devlet dairelerinin çalışmaya başladığının en önemli göstergesi.

KABİL'DE SANAT DA UYANIYOR

Makyöz Nebile 5 yıl sonra işine kavuştu

Nebile Hanzade, Taliban gelince çalışma hayatı sona eren Afgan kadınlarından biri. İki yıl Kabil'de bir yıl da Pakistan'da makyaj eğitimi aldı. Afgan Film'de makyözlük yapıyordu. Bir hafta önce yeniden işbaşı yaptı. Kızkardeşi Yakud da Afgan Film'de bilgisayar operatörü. O da beş yıl önce işini bırakmak zorunda kaldı. Nebile ve Yakud, heyecandan kıpır kıpır. Bir hafta önce işbaşı yaptılar. Yeni Afganistan'ın inşasını adım adım izliyorlar. İstiyorlar ki bir an önce işler rayına otursun ve birbiri ardına Afgan filmleri yapılsın. Nebile de aktör ve aktristlerin makyajını yapsın. Evlerine davet ediyorlar. İlk kez bir Afgan ailesine konuk olacağız.

ROKET DÜŞMÜŞ EV

Aga Ali Şems'e, Kabil'in bu uzak ve yoksul semtine doğru yola çıkıyoruz. Yıllardır hüküm süren kuraklık nedeniyle Kabil Nehri'nin suları bataklığa dönüşmüş. Bu bataklıkta çamaşır yıkayan kadınları, oynayan çocukları görüyoruz. Bombaların açtığı dev çukurlar nedeniyle otomobilimiz ilerlemekte zorlanıyor. Aga Ali Şems'teki evler ve fabrikalar Şah Mesut'la Hikmetyar'ın ordularının arasında kalmış, yakılıp yıkılmış. Dar sokaklar boyunca kerpiç evler. Bu yoksul mahallede de pis su atıkları Kabil'in diğer semtlerinde olduğu gibi arklarda toplanıyor. Kabil'de kanalizasyon sistemi hiç olmamış. Arklarda toplanan insan dışkıları, kürekle toplanıp tarlalara, bahçelere götürülüyor; gübre olarak kullanılıyor. Görüntü ve koku dayanılacak gibi değil.

Nebile'nin evinin önünde otomobilden indiğimizde meraklı çocuklar peşimize takılıyor. Baba Mirahmet, anne Turpikey ve yedisi erkek on kardeş bizi karşılıyorlar. Kerpiç yamalarla yeniden birbirine kavuşturulmuş, ayakta zor duran bir ev. Baba Mirahmet, ‘‘Roket düştü. Bitişikteki üç ev de yıkıldı. Çalıştığım demir çelik fabrikasına da roket düştü’’ diyor. Mirahmet, şimdi taksicilik yapıyor. Her basamağı titreyen merdivenden küçük bir odaya giriyoruz. Son depremde duvarda kocaman bir çatlak açılmış.

Anne Turpikey, işsiz oğullarının da işe girmesini, hayatın normale dönmesini bekliyor. Taliban'dan Pakistan'a kaçtıklarını, ancak bir saat sonra öğreniyoruz: ‘‘Taliban işimizi de yüzümüzü de kapattı. Yabancılar sulh getirdi. Bu sayede harabe de olsa evimize döndük. Pakistan'daki üç yıl boyunca üç küçük oğlum el arabasıyla insan taşıyıp eve para getirdi.’’ Baba Mirahmet, şimdiki duruma şükrediyor. ‘‘Elhamdülillah başımız sağ. İktisat problemleri, savaşlar saçımı beyazlattı. İnşallah geçitin ucunda ışığı göreceğiz. Çok bıktık harpten.’’ Mirahmet, Kabil'deki binlerce sokak satıcısının bir zamanlar devlet memuru olduğunu anlatıyor. Kabil'in neleri kaybettiğini de. ‘‘Kabil'in yerlileri göçtü. Kabil'in yüzde 80'i köylerden geldi.’’

Beni Çalıkuşu Feride yönetmen yaptı

Necip Oryan Afgan sinemasının önemli yönetmenlerinden. Tacikistan, Hindistan ve Mısır'da yönetmenlik eğitimi aldı. Taliban iktidarında sokakta sigara sattı: ‘‘Talipler bir filmimin afişindeki silahı istediler. Olmadığını söyleyince bu kez parasını istediler. Ben de iki odalı evimi satıp o parayı vermek zorunda kaldım. Şimdi elhamdülillah iki ayak üstündeyim. Yeni eserler verecek durumdayım.’’ Necip, Afgan sinemasından umutlu. Ama bir şartla. ‘‘Cephanelik gibi çok sayıda ev var. Bu silahları toplanıp Afganlar'ın eline kalem verilirse.’’ Necip, iki hafta önce iki kadın oyuncunun da rol aldığı ‘‘İntikam’’ filmini bitirdi. Şimdi montajı yapılıyor. Afgan Televizyonu'nda gösterilecek. Filminin adını intikam koymasının nedenini anlatıyor. ‘‘İntikam, Afganistan'da çok yaygın. İntikam duygusu yüzünden ülkem bu hale geldi.’’ Necip, sinema yönetmenliğine başlama öyküsünü anlatırken ‘‘Çalıkuşu Feride Aydan’’ demez mi? Şaşırıp seviniyoruz. Meğer Aydan Şener, Çalıkuşu filmiyle Afganistan'da çok meşhurmuş. Ciddi bir hayran kitlesi varmış. Necip, ‘‘Yeni Afganistan'da herşey yoluna girsin de Aydan Hanım gelsin. Ortak filmler yapalım’’ diyor.

Çayı kağıtlı şekerle içiyorlar

Gelişimizi sabırsızlıkla bekleyen Nebile'nin 12 kişilik ailesi, yoksul evlerinde bizi en iyi şekilde ağırladı. Yüksekçe bir sehpaya yemişler, yaldızlı çay bardakları dizilmiş. Çay şekeri olmadığı için kağıtlı şekerlemeler eşlik ediyor çaya. Nebile ile Yakud’un beş yıl aradan sonra çalışmaya başlaması aileyi de mutlu ediyor.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!