Güncelleme Tarihi:
Türkiye'ye gelir gelmez Çiller'le başı derde giren Amerikalı gazeteci olarak tanıdık Kinzer'i üç yıl önce. Çiller, daha önce Türk gazeteciler üzerinde denediği bildik taktiğini kendini iyi tanımayan Kinzer'e de uygulamış; verdiği demeci inkar etmişti.
Bu tatsız başlangıcı Kinzer'in İstanbul ve Türk kültürü üzerine yazdığı birbirinden güzel ‘‘feature’’ türü yazıları izledi. Yazdığı siyasi haberler bazılarımızı çok kızdırsa da, hepimiz bu serbest yazılarını çok sevdik. Bizi, New York Times okuyucularına, bütün bu hır gür içinde unuttuğumuz, belki hiç de bilmediğimiz hoş yanlarımızla anlatıyordu yazılarında. İstanbul'un nargile kahvelerini anlattığı yazı ile unutulmaya yüz tutan nargile kültürünün ardındaki felsefeye ışık tutuyor, burnumuzun dibinde olduğu için farketmediğimiz Pera Palas'ın portresinde ne kadar kozmopolit bir kentte yaşadığımızı hatırlatıyordu.
ANNESİ ŞOK GEÇİRDİ
Yazılarına yansıyan sanat ve kültür merakı gibi blues tutkusu da çabuk keşfedildi. Açık Radyo'nun kurucusu Ömer Madra önerdi program yapmasını. O da zaten emekli olunca gerçek bir blues programı yapmayı düşünüyordu. Böylece hem bu hayalini emekliliği beklemeden gerçekleştirdi hem de Türkiye'nin ilk ve tek gerçek blues programının hazırlayıcısı oldu.
Programı o kadar ilgi çekti ki Stephen Kinzer deyince çoğu İstanbullu'nun aklına artık New York Times değil, ‘‘blues baba’’ geliyor. Buna Kinzer'in annesi bizzat tanık olmuş. Anne Kinzer Eminönü'nde kaybolunca, iyi İngilizce bilen bir İstanbullu hanıma yol sormuş. Ayaküstü sohbet biraz koyulaşınca, bütün anneler gibi oğluyla gurur duyan Anne Kinzer, ‘‘Belki de oğlumu tanırsınız, adı Stephen Kinzer, New York Times muhabiri’’ demiş. İstanbullu hanım, birkaç saniye düşündükten sonra, ‘‘Aaa biliyorum. Radyoda blues programı yapıyor, değil mi?’’ deyince oğlunu anlı şanlı New York Times'ın İstanbul muhabiri sanan, radyo programından da haberi olmayan Anne Kinzer küçük bir şok geçirmiş.
Türk müzikseverleri Mississippi nehri dolaylarına, blues müziğin gerçek köklerine doğru gezintiye çıkaran bu program, Kinzer'in İstanbul'da yapmaktan en çok zevk aldığı şey.
Kinzer'le blues ve Türkiye macerası üzerine konuşuyoruz. Birazdan Öcalan'la yaptığı röportaj yüzünden hapis cezasına çarptırılan gazeteci Oral Çalışlar ile randevusuna yetişecek. Birkaç gün sonra da saat 06.00'da Mudanya iskelesinde kendisini İmralı adasına götürecek tekneyi bekleyecek. ‘‘Hangisi daha hoş bir şey? Blues programı yapmak mı? Yoksa Öcalan davasını izlemek için sabahın 6'sında Mudanya iskelesinde tekne beklemek mi?’’ diyerek aslında tercihinin çok etkilendiği Türk kültürünü anlatan haberler yazmak olduğunu söylüyor. ‘‘Zaten koalisyon pazarlıkları ya da kabinede hangi bakanların yer alacağı gibi haberler okunduktan beş dakika sonra unutuluyor. Ama bir nargile yazısını insanlar ertesi yıl bile hatırlıyor. Ben de açıkçası bu haberleri yazmaktan daha çok zevk alıyorum.’’
DAHA ÇOK YAZACAK
Türkiye'nin siyasi gündemi izin verdikçe kaleme almayı düşündüğü en az yüz tane konu var aklında. Vakit bulup da ‘‘Cumhuriyet Treni’’ni yazamamış. Ama ilk fırsatta Sulukule'ye gidip Romanların hayat tarzını ve müziğini anlatacak New York Times okuyucularına. Sonra Türk rakısının nasıl yapıldığını ve nasıl içildiğini. Daha sonra da birbirinden ilginç Türk müziği enstrümanlarını. ‘‘Türkiye üç yıldır benim için ilginçliğini bir an bile yitirmedi. Mesela Fransa'ya gitsem daha önce başkasının yazmayı akıl etmediği iyi bir hikayeyi nereden bulacağım?’’ diyor Kinzer.
Duvar yıkıldıktan sonra soluğu Berlin'de alan Kinzer, 90'lı yılların ilk yarısını bu kentte geçirip gelmiş İstanbul'a. ‘‘Soğuk savaş sonrası Türkiye'nin oynadığı rol iyice önem kazanmıştı. New York Times'ın da İstanbul'da muhabiri yoktu. İlk gelen ben olmak istedim’’ diyor.
Kinzer, Türkiye'nin yurtdışındaki imajından söz ederken sanki bir Türk'ü dinler gibi oluyorsunuz. ‘‘Avrupa'da Türkiye'de karşı olumsuz bir önyargı var. Bu tarihi faktörlerle beslenen, Avrupa'daki Türk işçisi imajıyla pekişen bir önyargı. Amerikalı'nın kafasında ise Türkiye ile ilgili önyargıdan çok, boş bir sayfa var.’’
Siyasi gündem izin verse, o boş sayfayı çok hoş yazılarıyla dolduracak ama...
Annesi onu New York Times İstanbul muhabiri sanıyor ama o radyoda caz programcısı!
Stephen Kinzer, New York Times'ın ilk İstanbul muhabiri. En azından annesi öyle sanıyor. Aslında Kinzer, İstanbul'un ‘‘blues babası.’’ Çoğu İStanbullu onu, bir yıldır her cumartesi akşamı Açık Radyo'da, ağır bir Türkçe aksanla ‘‘İyi Akşamlarrr Bay ve Bayan İstanbul ve Boğaz'dan geçen tüm tankerlerrr. Ben senin blues babanım. Hoşgeldiniz Smokestack Lightnin'e. Yalniz gerçek Blues çaliyorum’’ diye seslenişinden tanıyor.
Türkiye'nin cazı Roman müziği
Gerçek blues dinlemek ve öğrenmek isteyenlere kendi programını dinlemelerinin yanı sıra, Robert Johnson, Muddy Waters, John Lee Hooker ve Alberta Hunter'ın CD'lerini koleksiyonlarına katmalarını tavsiye ediyor. Bir de Alan Lomax'ın yazdığı ‘‘Land Where Blues Was Born’’ (Blues'un doğduğu topraklar) adlı kitabını okumalarını.
Siz bu ev ödevini yaparken, Stephen Kinzer de Sulukule'de Romanlar'ın müziğini keşfe çıkacak. Türk Pop Müziğini ‘‘pek beğenmeyen’’ fasıl müziğini rakı eşliğinde zevk alarak dinleyen Kinzer'e göre Romanlar'ın müziği Türkiye'nin blues'u. ‘‘Tıpkı blues gibi halk geleneğinden çıkan bir müzik. Blues gibi dinleyiciler için, dinleyicileri eğlendirmek için yapılmış bir müzik değil. Tamamiyle otantik.’’
Kim demiş Türkler blues'dan anlamaz diye
Stephen Kinzer New York Times'da yayınlanan en son yazısında ‘‘Türkler ve blues garip bir bileşim gibi gelebilir. Ama hiç de öyle değil. Ülkenin en büyük bira firması her yıl bir blues festivali düzenliyor. Son Seals'dan Lucky Peterson'a kadar uzanan blues sanatçıları konserlerine büyük kalabalıklar çekiyor. Ve tabii ki Atlantic Records'un patronu efsanevi müzik yapımcısı Amerikalı Türk Ahmet Ertegün blues'un dünya çapında tanıtılmasında büyük rol oynadı’’ diyerek, Amerikalılar'ın belleğine Türkler ve blues sözcüklerini yanyana kaydettiriyor.
Yazısında İstanbul'un dünyanın hem en enerjik ve hem de en görmüş geçirmiş kentlerinden biri olduğunu, İstanbullular'ın da tıpkı Londralı ve Parisliler gibi dünya kültürüyle bütünleşmiş oldukları belirten Kinzer, kendi blues programının gördüğü ilgiyi anlatırken, artık İstanbul'da New York Times muhabiri olarak değil, blues programı sunucusu tanındığını da esprili bir şekilde anlatıyor.
Kinzer'e ‘‘Neden bu kadar işinizin arasında bir de blues programı hazırlıyorsunuz?’’ diye soruyorum.
‘‘Türkiye'de Eric Clapton, Johnny Winter ve Blues Brothers gibi blues müziğinden etkilenen müzisyenleri dinleyerek büyüyen bir kuşak var. Ben bu müzisyenlerin hiç birini çalmıyorum programımda. Benim programım birçok Türk'ün daha önce dinlemediği gerçek blues üzerine yoğunlaşıyor. Dinleyicilerimin 'Little Red Rooster'ı Mick Jagger'ın yaratmadığını, 'Back Door Man'in de Jim Morrison'un özgün eseri olmadığını bilmelerini istiyorum Çünkü her ikisini de Willie Dixon yazdı. Programı ilk tasarladığımda müziklerini çalacağım blues sanatçılarının hepsinin siyah ve çoktan toprak olmuş kişiler olduklarını farkettim. Bunun üzerine ikinci kurala biraz esneklik getirdim. Otis Rush, Honeyboy Edwards, Billy Boy Arnold ve John Lee Hooker gibi yaşayan efsaneleri de kattım. İlk kuralı ise sadece Robert Johnson'a adadığım özel programımda bozdum. Onun özgün parçalarının John Hammond ve Rory Block ile diğer yetenekli çağdaş yorumcular tarafından seslendirilen versiyonlarını da araya serpiştirdim. Bu tavrımın nedeni dışlayıcı seçkincilik değil. Benim misyonum dinleyicilerimin blues bilgisini ve beğenisini genişletmek’’ diyor.
Hangisi daha hoş bir şey? Blues programı yapmak mı? Yoksa Öcalan davasını izlemek için sabahın 6'sında Mudanya iskelesinde tekne beklemek mi? Koalisyon pazarlıkları ya da kabinede hangi bakanların yer alacağı gibi haberler okunduktan beş dakika sonra unutuluyor. Ama bir nargile yazısını insanlar ertesi yıl bile hatırlıyor. Ben açıkçası bu haberleri yazmaktan daha çok zevk alıyorum.