İstanbul'da minare kavgası

Güncelleme Tarihi:

İstanbulda minare kavgası
Oluşturulma Tarihi: Ocak 12, 1998 00:00

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Ramazanla beraber camilerin minareleri yeniden ışıl ışıl oldu...

Şimdi birbirinden güzel mahyaların süslediği o zarif minarlerin ayakta kalabilmesi için geçmişte ne mücadeleler verildiğinden, yıkılmamaları uğruna geçmişte gösterilen çabalardan gösterdiğinden bilmem haberiniz var mı?

İslam tarihinin ilk mescidi Hazreti Muhammed devrinde Medine'de inşa edilmişti ve minaresizdi... Müezzinlerin piri Bilâl-i Habeşi ezan zamanlarında hurma ağaçlarıyla topraktan yapılmış olan basit bir çatının üzerine çıkar, Müslümanlar'ı namaza bu şekilde çağırırdı.

Minareler ortaya snradan çıktı ama tarihçiler İslam tarihinin ilk minaresinin nerede olduğu konusunda bir türlü anlaşamadılar... Kimisi ilk minarenin Şam'daki Yuhanna Kilisesi'nin 705'te Halife Velid tarafından Emevi Camii'ne çevrilirken yaptırıldığını söyledi, kimisi ise Mısır fatihi Amr ibn'ul-As'ın Fustat'ta yaptırdığı camii ileri sürdü...

Asırlar geçti, minareler İslam mimarisinin önemli bir parçası haline geldi ve İslam coğrafyasının değişik yerlerindeki farklı üslûplar onlara da yansıdı... Arap dünyasının minareleri genellikle dört köşeli oldu, bunlara ‘‘Suriye üslubu’’ dendi; renkli çinilerle süslü olanları ise Türkistan'a, Orta Asya'ya ve Anadolu'ya yayıldı... Artık Kuzey Afrika'dan Hindistan'a, İran'dan Endonezya'ya kadar camilerin yanında çeşit çeşit minareler yükseliyordu...

Ezanın dönerek okunabileceğine cevaz verilmesinden sonra ‘‘şerefe’’ kavramı gelişti ve İstanbul minare mimarisinin en zarif estetik kurallarını ortaya koydu... Osmanlı başkentinde ‘‘selâtin camileri’’, yani sultanlar tarafından inşa ettirilmiş birden çok minareli camiler yükselmeye başlarken minare sayısına bir de sınırlama getirildi: Hanedan mensupları dışındakiler yaptırdıkları camiye birden fazla minare dikemezlerdi...

İstanbul'un siluetinin en hassas görüntüsü olan minareler, Dördüncü Murad zamanında birdenbire siyasi bir tartışma konusuna dönüverdiler... ‘‘Kadızâdeliler’’ denilen bir grup cami vaizi devletteki kötüye gidişi dinden kopmaya ve peygamber zamanında olmayan bir takım yeniliklerin icadına bağlayarak ortalığı birbirine kattılar... Onlara göre Süleymaniye, Sultanahmet ve Selimiye gibi büyük camilerde sadece tek bir minare kalmalı, ötekiler yıkılmalıydı... Sadece bununla kalmıyor, ezanın makamla okunmasıın yasaklanmasını, tekkelerin kapatılmasını, kabir ziyaretlerinden yemekte kaşık kullanılmasına kadar birçok şeye son verilmesini istiyorlardı...

Dördüncü Murad'ın gösterdiği hoşgörüyle gemi azıya alan Kadızadeliler'in terörü ancak Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlığı zamanında son bulabildi... Hepsi toplanıp Kıbrıs'a sürüldü ve sadece minareler değil, tasavvufçular da derin bir ‘‘Ohh’’ çektiler...

Reşat Ekrem'in giyim kuşam sözlüğü

Kapatma sünbül saksısı

Gençler tarafından kenarından fırdolayı saçlar taşırılarak giyilen fesler hakkında kalenderlerin kullandıkları deyimdir. Fesin kenarı geysular ile süslenir ve buna ‘‘kapatma sünbül saksısı’’ denirdi. Tarifte geçen ‘‘geysu’’, başın iki tarafından omuzlara dökülen saç anlamına gelir. Aslında kadın ve kız saçı şeklidir. Taranıp at kuyruğu gibi tel tel salınırsa ‘‘geysu-yi perişan’’ adını alır ve başın iki yanından iki kolan halinde bırakılır.

Hattın ustaları

Kırımlı Abdullah

Kanuni Süleyman devri hattatlarındandır. Kırım'dan İstanbul'a geldi. Mustafa Dede'nin oğlu Derviş Mehmed'den sülüs ve nesih yazılarını öğrenip icazet aldı. Gençliği zevk ve safa içerisinde geçti ve yeni bir yazı çeşidi icad etmeye kalktı ve özellikle ‘‘sin’’ harflerinin keskinliğiyle diğer hattatlardan ayrıldı. Bir gece ruyasında çok yakında öleceğini gördü ve Emir Buhari türbesinden Eyüp'e giden yol üzerinde bir yere kendi mezarını kazdı. Taşını da hazırladı ve tarih kısmına sadece ‘‘99’’ sayısını yazdı. Yakınlarına ‘‘Bu kadar öğrencim var, içlerinden 9 sayısınıyazacak birisi elbette çıkar’’ dedikten kısa bir süre sonra hicri tarihle milâdi 1590'a gelen 999 yılında vefat etti. Öğrencileri yazdığı 99'a bir ‘‘9’’ ilâve ederek taşını tamamladılar.

büyük sözler

Gerçekten de haberdar olarak ölen âşıklar sevgilinin huzurunda şekerler gibi erirler, tatlı tatlı ölürler. Sen arslanlar da köpekler gibi kapının dışında mı ölürler sanırsın? Birbirinin canı olan âşıklar birbirlerinin aşkıyla can verirler. Hepsi de tek ve eşsiz inciye benzer. Onlar analarının, babalarının kucağında ölmezler.

Bugün o bakışı arayanlar neş'eli bir halde ve gülerek o başışa can verirler. Ölüm onlardan uzaktır.

Ey padişah, ey dinin Şems'i! Senin münkirlerin ölüm anında gerçekten de habersiz olarak ölüp giderler.

Mevlânâ

Abdulbaki Gölpınarlı

Şepper ve Şupeyr nedir?

Arapça'da ‘‘Hasan’’ ve ‘‘Huseyn’’ karşılığı olarak Süryanca iki söz olduğu, Harun peygamberin oğullarının adları olup Hazret-i Peygamber tarafından Hazret-i Ali'nin oğullarına verildiği rivayet edilir. 1782'de ölen, Celvetiyye'den Haşimiyye kolunu kuran, aynı zamanda Melâmiliğe ve Bektaşiliğe de mensup bulunan, Hacı Bektaş tekkesinde bir yıl kadar Dedebabalık makamında oturan Üsküdarlı Haşim Mustafa Baba'nın bir nefesi ‘‘Şupeyr-u Şeper, mürşid-i rehber / Sundular kevzer, Elhamdülillâh’’ beytiyle başlar. Bu nefes, ‘‘muhabbet’’ denen içkili Bektaşi sohbetlerinin en sonunda, sofra kalkacağı vakit gülbangdanönce bestesiyle hep beraber okunurdu.

Tarihin tuhaflıkları

İkinci Abdülhamid zamanında İstanbul tarafında Çıplak Mustafa, Beyoğlu'nda da Madam Opela adında iki meşhur deli vardı. Mustafa yaz-kış çırılçıplak dolaşır, Opela ise ne bulduysa giyer, gardrobu üzerinde gezerdi. Birbirlerini hiç sevmeyenbu iki deli, karşılaştıklarında büyük kavgaya tutuşurlardı.

iftar yemekleri

Kâğıtlı kuzu

Kuzu eti, kuzu ciğer ve siyah kuzu böbreği ceviz büyüklüğünde kesilir, tepsiye konur, rendelenmiş kuru soğanın suyu etlere sıkılır. İnce kesilmiş taze soğanlar tuzlanıp ete ilâve edilir ve üzerine karabiber, kekik, dereotu, maydanoz ve tereyağı konur. 12 adet yağlanmış dört köşe kâğıt kesilir, ortalarına etler karışık olarak konur, bohça gibi katlanır. Bu kâğıtların tamamı bir büyük kâğıda iki sıra olarak yerleştirilir, üzerleri yine kâğıtla kapatılır ve dört tarafından iple bağlanarak orta fırında bir saat pişirilir. Yemeğin fazla ağır olması istenmezse ciğer ve böbrek konmadan da pişirilebilir.






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!