Güncelleme Tarihi:
Sesim İstanbul’dan Chicago’ya kadar gitmiş olsa gerek ki Abunimah,
Abunimah’ın tweet’lerini görünce hemen kendisine cevap yazdım, “Madem öyle konuşalım, bir devam haber yapmayı çok isterim” diye. Teklifimi büyük bir coşku ve nezaketle kabul etti. Aramızdaki binlerce kilometreye rağmen teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak konuşmayı başardık.
Öncelikle tweet’leriyle ilgili bir açıklama yaparak başladı: İlk haberin kendisini iyi anlamda şaşırttığını, başlığa itirazının ise kendisiyle birlikte uğraşan yüzlerce kişinin emeğine saygısızlık olacağı endişesinden kaynaklandığını söyledi. Bunun üzerine ben de Guardian’la yaşananların perde arkasını anlatmasını istedim kendisinden.
Yıllardır Guardian’ın okuru olan birçok kişinin kendisine destek verdiğini, yazdıkları mektuplarla gazeteye çok akıllıca tepkiler koyduklarını ifade eden Abunimah, meselenin sadece Trevino’nun işe alınmasından kaynaklı olmadığını, Guardian’ın verdiği geç ve tepeden bakan, okurların zekasını aşağılayan yanıtın da kampanyanın büyümesinde etkili olduğunu söyledi.
Guardian’ın okur temsilcisi Chris Elliot’ın Trevino’nun anlaşmasının iptalinden sonra yazdığı yazıyı hatırlattım kendisine. Elliot’ın bir okur temsilcisi olarak “okur”un yanında olması gerektiğini, ancak yazısında gazeteyi savunduğunu söyledi.
Elliot’ın “organize saldırılar” ifadesine de tepki göstererek, “Ben kimseye Guardian’a ne yazacaklarını söylemedim. Talep ettiğim Trevino’nun tek şey sivillerin ölümünü hiçbir zaman memnuniyetle karşılamadığı yönündeki sözlerine bir düzeltmeydi” diye konuştu.
ASIL SORUN BAŞKA
Ancak Elliot’ın asıl göz ardı ettiği sorunun başka bir yerde olduğunu da vurguladı. Gazetelerin farklı görüşlerin bir araya geleceği, fikirlerin çarpışacağı bir platform olmasının herkesin ortak beklentisi olduğunun altını çizerek, nefret söylemiyle ifade özgürlüğü arasındaki çizginin ne noktada çizileceği konusunda yaşanan bir kafa karışıklığı olduğunu anlattı.
“Eğer Trevino bu söylediklerini farklı bir grup için söylemiş olsaydı Guardian kararını savunmak yerine tam tersi kendisini eleştirirdi” derken ABD medyasında ve hatta genel olarak Batı medyasında çok uzun zamandır var olan köklü bir soruna değindi: “Filistinlilere, Araplara ve Müslümanlara karşı ırkçılık yapan kimse bunun bedelini ödemiyor.”
Bu gruplar hakkında olumsuz şeyler söylediğinizde hiç kimsenin size “Dur bir dakika” demeyeceğini belirten Abunimah, aynı sözleri Yahudiler ya da Afrikalı Amerikalılar için söylediğinizde işinizi kaybetmenizin neredeyse garanti olduğunu hatırlattı.
TÜRKİYE DE NASİBİNİ ALIYOR
Bunun elbette ABD’de Yahudi düşmanlığı ya da Afrikalı Amerikalılara karşı ırkçılık olmadığı anlamına gelmediğini de belirten Abunimah, diğer grupların hedef olduğu ırkçı ve ayrımcı saldırıların Filistinlilere, Araplara ve Müslümanlara yapılanlar kadar hoşgörüyle değerlendirilmediğini söyledi.
Türkiye’nin de bulunduğu coğrafi konum ve Müslüman nüfus yoğunluğu nedeniyle ikinci grupta yer aldığını ifade eden Abunimah, Trevino’nun en “iğrenç” yorumlarının bazılarının Mavi Marmara baskınında hayatını kaybeden Türkler hakkında olduğunu hatırlattı.
TARİHİ BİR MESELE
Elbette ben de bu farkın nedenini sordum Abunimah’a. Yani neden diğer gruplara yönelik hassasiyet daha güçlüyken Müslümanlara ya da Araplara yönelik saldırılara kimse dur demiyor?
Arapların ve Müslümanların “insani özelliklerinden sıyrılması”nın ABD’de çok uzun geçmişi olan bir durum olduğunu belirten Abunimah, geçmişte Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Japonlara karşı benzer bir yaklaşım sürdürüldüğünü söyledi.
Özelikle, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın ardından bu politikanın ayyuka çıktığını belirten ABD’li gazeteci bu tarihten önce ülkedeki Arapların, İtalya’da, Yugoslavya’dan, Rusya’dan, Türkiye’den gelenler gibi diğer “beyaz olmayan” göçmenlerle aynı durumda olduğunu ve çoğunluğu Hıristiyan olan bu Arapların toplumda asimile olduğunu söyledi.
Ancak 1965’te ABD’yi tüm dünyaya açan Göç Reformu, 1967’deki savaşın İsrail’in zaferiyle sonuçlanması ve bunun ABD’de yarattığı memnuniyet, 1973’te ise petrol ambargosu sırasında Arapların medyada cahil, petrol zengini teröristler olarak gösterilmesi toplumun algısında derin izler bıraktı. Dahası bu durum ABD’nin dış politika hedeflerine de uygundu, zira biriyle savaşmak için ilk önce onu insani özelliklerinden sıyırmak gerekiyordu.
11 EYLÜL “DOPİNG” OLDU
11 Eylül saldırılarından sonra ise bu olgunun “dopinglendiğini” belirten Abunimah, bu süreçte ilginç bir gelişmenin olduğuna da dikkat çekti. 11 Eylül sonrasında, özellikle devlet adamlarının ve politikacıların söylemleri eskisine göre çok daha kontrollü bir hal aldı. Hükümet Arap ve Müslüman vatandaşlara sistematik olarak kötü muamelede bulunurken, örneğin dönemin ABD Başkanı George W. Bush, bir camiyi ziyaret edip, Müslümanların genelinin hedef alınmamasını salık veren ve kendisinden beklenmeyecek hassasiyette konuşmalar yapıyordu.
2010 yılında ara seçimler sırasında patlayan “11 Eylül Camisi” tartışması ise önemli bir dönüm noktası oldu. Başkan Barack Obama’nın hem bu tartışmada hedef alınan Müslümanları savunmaktaki gönülsüzlüğü hem de kendisinin de Müslüman olduğu yönündeki “suçlamalara” verdiği, yanıtlar durumu daha da kötüleştirdi.
SURİYE’Yİ KONUŞMADAN OLMAZ
Abunimah’ı yakalamışken kendisiyle Ortadoğu’daki son durumu özellikle de Suriye’yle ilgili fikrini de sormak istedim. Ama kendisi haklı olarak pek bu konuda konuşmak için gönüllü değildi. Suriye konusunda ne derseniz deyin hakkınızda hemen bir dizi suçlamanın gündeme geldiğini belirtmekle birlikte, Suriye’deki görünümün şu an bir “halk devrimi”nden çıkıp bir “aracılı savaş”a dönüştüğünü belirtti.
Türkiye dahil Suriye’deki oyunculara baktığımızda, “Suriye halkı bunun neresinde?” sorusunun akıllara geldiğini ifade eden Abunimah, “Suriye halkı savaşın bedelini ödüyor. Ancak herhangi bir şeyin kontrolünü elde tutuyor gibi görünmüyor” diye konuştu.
Abunimah, “Durum bence Suriye'deki herkes için çok trajik. Suriye halkı ağır bir bedel ödüyor ve bu ölümüne bir savaş gibi görünüyor” dedi.
FİLİSTİNLİLERİN DURUMU
Durumun özellikle Suriye’deki Filistinliler için çok riskli olduğunu vurgulayan Abunimah, bazı grupların ülkedeki Filistinlileri de savaşın içine çekmeye çalıştığını, daha önce Irak, Lübnan ve Libya gibi ülkelerde hedef haline gelen Filistinlilerin şimdi de Suriye’de aynı şeyi yaşama riskiyle karşı karşıya olduğunu savundu.
Bunun üzerine ben de Suriye’deki savaş nedeniyle başta Filistin meselesi olmak üzere Ortadoğu’daki diğer meselelere verilen önemin azaldığı yönündeki gözlemimi paylaştım. Filistin meselesinin “daha az önemli” olmasa da “daha az acil” bir hal aldığını ifade eden Abunimah durumun birebir savaşla ilgili olmadığını belirtti.
Zira önce 2000’lerin başında barış sürecinin, 2008’den bu yana da Obama’nın bu süreci yeniden başlatma girişimlerinin başarısız olmasıyla İsraillerin “çözüm”den “çatışma yönetimi” politikasına geçiş yaptı. Bu politika kapsamında Filistin Yönetimi üzerinden nüfus kontrolü, güvenlik işbirliği, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun “ekonomik barış” dediği Filistinlilere verilen krediler ve ekonomik yardımlarla yerel ekonominin canlandırılması gibi uygulamalar gündeme geldi.
Ancak Abunimah’a göre olay bununla kalmayacak, Filistin yeniden gündeme gelecek. Çünkü bu uzun vadeli bir süreç ve meşruiyet krizi yaşandıkça Filistin meselesi de gündemden düşmeyecek.
Sevin Turan