Güncelleme Tarihi:
Atlas Dergisi ve Doğal Hayatı Koruma Derneği, Türkiye'de bugüne kadar gözardı adilen bir yaraya, ‘‘yitirilen sulak alanlara’’ eğiliyor. Atlas Dergisi'nden Cüneyt Oğuztüzün ve Güven Eken, yaklaşık iki aylarını Konya Havzası'nda geçirerek, bu doğa dramını yazdılar ve görüntülediler. Tarım alanı açmak uğruna kurutulan bataklıklarda yok olan hayvanlar, çöle dönen göller ve gerçek bir katliam. 1960'tan bu yana 1 milyon hektarın üzerinde sulak alanın kurutulduğu Türkiye'den insanı düşündürecek bir manzara...
Mayıs 1998. Konya Havzası'nda bozkırların ve ‘‘yitirilen sulak alanların’’ peşinde geçirdiğimiz günlerden birindeyiz. Yüzyıllar boyu insanoğlunun pek yüz vermediği, ancak sonuna kadar kullandığı bu dünyada, doğal yaşamdan arta kalanları arıyoruz. Bugün, havzadaki en görkemli insan oluşumlarından birine uğradı yolumuz: Beyşehir Gölü'nü, kilometrelerce uzaktaki Tuz Gölü'ne bağlayan Konya Kanalı'na. İlk bakışta içi hayat dolu, üstünde martılar ve sumrular uçuşuyor, içi zümrüt yeşili sazlarla kaplı. Yaklaştıkça keskin, içinizi buran bir koku yükseliyor kanaldan, genziniz yanmaya başlıyor. Kanalın kenarına ilerliyorum. Ölü balıklar görüyorum. Sazların hemen dibinde ölü bir kuş yüzüyor, suyun renginden ne olduğu zorlukla seçiliyor. Güç bela çıkarıyoruz kuşu kanaldan. O, bir ölü ‘‘yaz ördeği’’. Ekipteki herkesin içi buruluyor. Hele bunun belki de Türkiye'deki son yaz ördeklerinden biri olduğunu düşündükçe, daha da büyük bir soğukluk kaplıyor içimizi.
ELVEDA YAZ ÖRDEĞİ
Yaz ördeği, yıllardır har vurup harman savurduğumuz sulakalanlarımızla birlikte yok olan calılardan biri. Onun tüm dünyada nesli ortadan kalkmak üzere ve bunun nedeni: Sulak alanların kurutulması ve kirlenmesi. Orta ve Güney Anadolu'da kurutulan sulak alanlar listesine baktığınızda, hemen hemen yaz ördeğinin Türkiye'deki eski dağılım haritasına bakıyormuş gibi oluyorsunuz. İşte tam da bu nedenle, o artık Türkiye'deki en nadir kuş türlerinden biri. Yazık, pek çok insan, onun henüz farkına bile varmamışken, o yok olup gidecek.
Yıllardır, yaz ördeği ve diğer binlerce canlının birer ‘‘can’’ taşıyor olduklarının farkına varma inceliğini gösteremediğimiz için, değeri milyonlarca doları bulan sulak alanları, bataklık, hastalık ve sivrisinek yuvası diyerek kurutuyoruz. Düşük verimli ve kısa ömürlü tarım alanları yaratmak ve bir beş yıl daha oy almak amacıyla coğrafyanın en ayrılmaz ve özel parçalarından birini harita üzerinden silmek için büyük bir hızla çalışıyoruz.
KURUTMAYA DEVAM
Yirminci yüzyılın başından bu yana Türkiye'de sulak alan kurutma (ıslah!) çalışmaları devam ediyor. 1953 yılında kurulan DSİ'nin (Devlet Su İşleri) gündeme gelmesiyle kurutma çalışmaları tam bir hız kazanmış. Çoğu 1960'tan sonra olmak üzere Türkiye'de şu ana kadar en az 1 milyon 300 bin hektar sulak alan kurutulmuş. Bugün geçerli olan ve DSİ'nin gücünü aldığı yasalar, sulak alanları hala daha birer kurutulması gereken ‘‘bataklık’’ olarak sınıflandırıyor. İşin daha kötüsü, sulak alanların yok olmasına neden olan her türlü çalışma Türkiye'de tam hızıyla devam ediyor.
Elbette, gelişmiş dünya ülkeleri her konuda olduğu gibi bu konuda da bizlerden daha öndeler. Yani kurutulabilecek sulak alanların hemen hemen tamamını kuruttuktan sonra, bugün hepsini geri getirebilmek için milyonlarca dolar para harcıyorlar. Gönüllü kuruluşlardan, resmi kuruluşlara kadar pek oluşum, sulak alanların korunması veya yeniden oluşturulması için didinip duruyor. Hatta insanoğlu yetmişli yılların başında kendi kendine engel bile koymuş, sulak alanları daha çok yok etmemek için. 1971 yılında İran'ın Ramsar şehrinde imzalanan uluslararası sözleşme uyarınca, sulak alanların çok önemli doğal zenginlikler olduğu dünyaya ilan edilmiş ve Türkiye dahil 106 ülke, önde gelen sulak alanlarını korumak için yemin etmiş.
YOK ETMENİN BEDELİ
Peki, insanoğlunun çizgisini yok etmekten korumaya, hatta yeniden yaratmaya doğru tamamen çeviren gerçekler neydi? Kuşların güzel kanatları, batan güneşin haleleri üzerinden uçuşan turnaların sesleri ya da sazların arasında dolaşan kızböçekleri gibi, alınmaz, satılmaz, sahip olunmaz ve yenilmez şeyler değildi tabii ki. Elbette, bu ani değişimin altında sulak alanların yolun başındayken anlayamadığımız görülmeyen değerleri yatıyordu. 'Bir şeyin değeri onu kaybettikten sonra anlaşılır' sözünü kanıksamış olan bizler, sulak alanlara da aynı felsefeyle yaklaşmış, ve onları yok etmiştik.
Oysa bugün sulak alanların yalnızca sivrisinekler için önemli olmadığını çok iyi biliyoruz. 1997'den bu yana her yılın 2 Şubat gününü Dünya Sulak Alanlar Günü olarak ilan ettik, ve o gün bir sulak alanı daha kurutmadığımız için birbirimize hediyeler ve plaketler dağıtıyoruz. Böylece yılda bir kez olsun birbirimize sulak alanların önemini anlatıp, doğaya karşı duyduğumuz gizli hayranlığı ve suçluluk duygusunu paylaşma imkanı buluyoruz. O gün, binlerce yıldır zaten dünyanın bir parçası olan sulak alanlar için, bir dizi var olma gerekçesi bulmaya çalışıyoruz.
UMUT HALA VAR
Elbette tüm bunları anlamakta gecikmeyen insan, dünyanın pek çok köşesinde olduğu gibi Türkiye'de de harekete geçmeye başladı. Türkiye'de sulak alanların korunması için ilk somut adımlar atan kuruluş, bir sivil toplum örgütü olan Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) oldu. Elbette DHKD sulak alanların yok edilme sürecini bütünüyle durduramadı, ama bu çok özel oluşumların kamuoyu ve resmi kuruluşlar sathında anlaşılması konusunda önemli başarılar elde etti. Uzun yıllar, Orman Bakanlığı Milli Parklar Av-Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü görevini sürdürmüş olan Nevzat Ceylan, DHKD'nin sulak alanlar konusundaki çabalarını 1995 yılında şöyle özetliyor: 'DHKD'nin özellikle sulak alanlar konusunda yaptığı çalışmalar, ülkemizdeki bütün kişi ve kuruluşlara öncülük etmektedir. Eğer bugün sulak alanlar gündemdeyse, bu başta onların başarısıdır.'
Türkiye'de 90'lı yıllar sulak alanların talihinin değiştiği yıllar olarak tanımlanabilir. Pek çok kuruluş, sulak alanların korunması gereken bir doğa parçası olduğunu benimsemekte. Sulak alanları kurutmakla görevli olan DSİ bile, koruma konusunda ciddi bir kabuk değişikliğine gitmekte ve sulak alanların korunmasıyla ilgili konulara kapılarını açık -şuna aralık diyelim- tutmakta. Türkiye'nin en önemli sulak alanlarından dokuz tanesi, Akyatan Gölü, Burdur Gölü, Gediz Deltası, Göksu Deltası, Kızılırmak Deltası, Kuş Gölü, Seyfe Gölü, Sultansazlığı ve Uluabat Gölü, bugün Ramsar alanı ilan edilerek uluslararası güvence altına alınmış durumda.
Konya Havzası’nın dramı
Türkiye'de sulak alanların topluca yok olduğu-edildiği bölgelerden biri, Konya Kapalı Havzası. Havza pek çok nesli tehlike altındaki türü barındıran büyük sulak alanları içeriyor. Bölge hidrolojik açıdan sahip olduğu pek çok ilginç özelliğin yanısıra, bu yüzyılın başından bu yana geçirdiği kurutulma ve kanal açma çalışmalarıyla ünlü. Bölgedeki en göz kamaştırıcı insan eseri ise Beyşehir Gölü'nün suyunu Konya'nın bereketli bozkırlarına taşıyan ve su tarım için kullanıldıktan sonra onu Tuz Gölü'ne aktaran Büyük Konya Kanalı. Kanalın inşaatı 1914 yılında bir Alman firması tarafından başlatılmış ve daha sonra kanal genişletilmiş. Bu görkemli kanal, ona bağlı olan daha küçük kanallar ve barajlar, ve diğer herşey insana, özellikle de tarımın gerektirdiklerine göre düzenlenmiş. Sonuçta bölgedeki sulakalanlar birer birer kurumaya başlamış. Bugün bölgede sağlık bir sulakalanın varlığından söz etmek mümkün değil. Türkiye yasalarına göre en sıkı koruma şekli olan Tabiatı Koruma Alanı stüsündeki Ereğli Sazlığı şimdilerde tamamen yok olmak üzere. İçine yabancı balık türleri atılarak doğal dengesi altüst edilmiş olan Beyşehir Gölü ise, bir Milli Park. Bölgedeki en farklı ve kendine özgü sulakalanlardan olan Eşmekaya Sazlıkları, SIT alanı ve Av-Yaban Hayatı Koruma Sahası olmasına rağmen, baraj haline dönüştürülmek isteniyor. Ve Hotamış. 16 bin 500 hektarlık Hotamış sazlıklarının üstünde bugün kum fırtınaları kopuyor. Sulakalanlar yok oldukça, onlara bağlı olan canlılar da birer birer ortadan kayboluyor.
Türkiye haritasına şöyle bir alıcı gözüyle baktığınızda Konya Havzası'nın hem çok önemli sulak alanları barındırdığı için, hem de Türkiye'deki en geniş doğal bozkır alanlarını içerdiği için biyolojik çeşitlilik açısından çok öncelikli bir konuma sahip olduğunu görüyorsunuz. Konya Havzası'nda insanın yaptığı değişiklikler o kadar fazla ve karmışık ki artık hangi sorunun nereden kaynaklandığını, çözümlerin neler olabileceğini alanlara teker teker bakarak anlamak mümkün değil. Sorunları ve olası çözümlerini bulmanın yolu havzanın bütününün nasıl işlediğini anlamaktan geçiyor. Tüm bunlar sulak alanlar konusunda önemli deneyim sahibi olan ve bu deneyimi daha ayrıntılı çalışmalarda kullanmak isteyen DHKD'nin Konya Havzası'nı öncelikli bölge olarak seçmesine neden olmuş.
Tepeli pelikan, Konya Havzası'ndaki Ereğli Sazlığı'nda düzensiz de olsa ürüyordu. Bir zamanlar Beyşehir Gölü'ndeki adalarda da kuluçkaya yatıyordu. Son araştırmalar bu kolonilerin artık yok olduğunu söylüyor.
Hotamış Sazlığı'nın 6 kilometre güneyindeydi Süleymanhacı Gölü. Suları tuzlu olduğundan Acıgöl de deniliyordu ona ve yeraltı sularıyla besleniyordu. Hotamış Sazlığı kurutulduktan sonra kuşların ve daha bilinmeyen pek çok canlının yöredeki son sığınağı oldu. Ama Hotamış Sazlığı'nın kurutulmasından mı etkilendi nedir bilinmiyor, geçen yıl o da ‘‘garipleşti’’ ve kendiliğinden kurudu...
Eski ve yeni
Ereğli Sazlığı'ndaki Akgöl fotoğrafın çekildiği 1994 yılında 7 bin hektardan daha büyük bir alanı kaplıyordu. Sazlıklarında sayısız canlı barınıyor pek çok tür kuş orada ürüyor ya da kışı geçiriyordu. Şimdi Akgöl bir kabus görüyor; 98 haziranında çekilen bu fotoğrafta görüldüğü gibi gölün bulunduğu alan çölden farksız.