KARŞIMDA, Güldane Çiftçi’nin babası oturuyor. Sürmeli Çiftçi.
Güldane, İstanbul’da sel sularının geçit vermediği bir fabrikaya ait servis aracında can veren sekiz kadından biri.
Onların oturduğu İnönü Mahallesi.
Sel baskınına uğradığı için, adı çokca geçen Basın Ekspres Yolu’nun arka tarafları. Beton evler, kerpiç evler, en çok beş katlı evler. En çok üç küçük odalı evler. Girişte dar salonumsu bir alan, kenarında bir musluk. Salona açılan iki, üç odalı evler. Doğal gaz, elektrik, su var.
Ben Sürmeli Bey ile evin dışında, hemen kapının önünde oturuyorum. Komşularıyla birlikte.
Kadınlar Kuran okuyor
O sırada Sürmeli Bey’in telefonu çalıyor. Zil yerine çeşitli müzik çalan telefonlar var ya, onun telefonunda da, o Anadolu türküsü.
“Ölüm getirir”.
Ölümü sel getiriyor. Güldane’yi sel alıyor. Sel Güldane’yi servis aracında yakalıyor.
Biz erkekler dışarıda oturuyoruz. Eve girmek istediğimde, mahalleden bir komşu kadın:
“Şimdi Kuran okuyoruz, Kuran okunurken erkek olmaz”.
Kapı kapalı, bir ara aralanıyor, on beş, yirmi kadın hep birlikte oturmuş Güldane için Kuran okuyor. Güldane hayatını kaybettiği günden bugüne, evde her gün Kuran okunuyor.
İki gün önce işbaşı
36 yıl önce, Ardahan’lı Sürmeli Çiftçi İstanbul’a geliyor, tek başına. İlkokulu bitirdikten sonra, hayatını kazanmak için, o yaşta kendini İstanbul’a atıyor. Macera mı arıyor? Değil, sadece çevresindeki mengeneyi kırmak arzusu. Kaderini değiştirmek inadı:
“Pek çok iş değiştirdim, fabrikalarda çalıştım, sonunda kağıt fabrikasından emekli oldum 2000 yılında.”
Sürmeli evleniyor, iki oğlan, iki kız babası oluyor. Bir oğlan garson, ama şimdi işsiz. Öteki ilkokula gidiyor.
Güldane 22 yaşında, ortaokul mezunu. Tekstil fabrikasına makinacı olarak giriyor.
Daha yeni iş başı yapıyor, 7 Eylül pazartesi günü işe başlıyor.
9 Eylül çarşamba günü, işe girdiğinin üçüncü günü, annesi Gülbeyaz erken kalkıyor. Yağan yağmurun sesinden uyku tutmuyor. Pencereden dışarıya bakıyor, kızına dönüyor:
“Kızım, gitme bugün, çok yağmur var”.
Güldane belki de haklı, itiraz ediyor:
“Anne bugün üçüncü gün, işe gitmezsem olmaz, zaten daha işe girdiğime dair evrak filan yok”.
Güldane sabah 7 gibi evden çıkıyor. Annesi Gülbeyaz donmuş bir çehre, sabit bakışlarla:
“Başka yerde çalışıyordu, krizi bahane edip, parasını vermediler, git-gel, git-gel, zaten 550 lira alıyor, sonunda çıktı ve bu fabrikaya girdi”.
O uğursuz çarşamba. Sürmeli evden öğleye doğru çıkıyor. Komşular onu görünce, fabrikanın sel bastığını söylüyor, seli onlardan öğreniyor. Annesi kızını telefonla arıyor, ama ulaşmak mümkün değil.
Baba Sürmeli:
“Fabrikaya gittim, kimse bilmiyor. Üç kişi kurtulmuş, ha şöyledir, ha böyledir, hayalim biri bizim kızdır, diye. Önce Halkalı Karakoluna gittik, ifade için. Neden ifade anlamadım, sonra anladım. Bizi karakoldan Adli Tıp’a gönderdiler. Ancak, 4.5, 5’te
haber aldık. Öldüğünü orada öğrendik”.
Bütün aile şikâyetçi
Abisi Bayram Çiftçi:
“Ölüm kağıdını aldık, tekrar karakola gittik, şikayetçi misin, diye sordular,
değilim, dedim, kafam yerinde değildi”.
Baba Çiftçi araya giriyor:
“Sonuna kadar şikayetçiyiz. Benim hukuka inancım var, adalet ile hukuka bırakmışım işi”.
Evin önünde, balkonda asılı çamaşırlara bakıyorum. Kapı önünde biriken ayakkabılara. İki odalı evde, dört kişi yaşıyor, anne Gülbeyaz başını ellerinin arasına almış, bizi dinler gibi, Sürmeli acıyla kıvranıyor:
“Sanki halı yıkar gibi, sanki sudan eşya çıkartır gibi, cenazeleri sudan sürüye sürüye çıkartıyorlar, cenaze öyle mi çıkar”.
Annesi ekliyor:
“Benim kızım insan değil mi, göstereceğim ben onlara, hepsine, fabrikaya da, ötekilere de”.
Küçükçekmece Belediyesi’nden baş sağlığı için arıyorlar, fabrika
yemek gönderiyor, hoca getirtip, Kuran okutuyor. CHP Milletvekili Esfender Korkmaz ziyaret ediyor.
Mahallede kız, oğlan küçük çocuklar oyun oynuyor, sessizce.
Kızlarıma söylemedim televizyondan öğrendiler
“CESETLERİ çıkartıyorlar, baktım, önce benimkini çıkarttılar. Kızlara söyleyemedim, annelerini onlar TV’den öğrendiler, kıyamet koptu tabii”.
Aynı servis aracında yaşamını yitirenlerden Naciye Karadeniz’in eşi Kamil Karadeniz bunu söylerken, 15 yaşındaki kızı Berna, sorum üzerine:
“TV izliyorduk, beni yengemlere götürdüler, Naciye’yi sel almış, dediler, Anneme telefon ettim, ulaşılmıyordu, eve döndüm. Baktım, ev kalabalıktı”.
Berna başını öne eğiyor:
“Annemi en son o sabah sahurda gördüm, inanılacak gibi değil, böyle olacağını hiç düşünmemiştim”.
Su içinde yürüdüm
15 yaşındaki Berna, Naciye-Kamil Karadeniz Ailesinin beş kızından biri. Kızlardan ikisi evli, diğerleri, 17 ve 13 yaşında. Berna liseye gidecek, ama tercihte adı çıkmıyor. Babası, “Uzak okula göndermem ben onu” diyor:
“Milli Eğitim’den geldiler, form doldurduk, kabul edilirse, meslek lisesine gitmesini istiyorum.”
O mahallede rastladığım lise çağındaki çocukların çoğunda aynı sorun var. Tercihte isimleri çıkmıyor. Nasıl çözülür bilmiyorum, ancak Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun bu çocuklarla ilgileneceğine inanıyorum. 17 yaşındaki Şeyda, sekiz yıllık eğitimden sonra, şimdi evde. 13 yaşındaki Tülay bu yıl 8. sınıfa gidecek.
İnönü Mahallesi’ndeki eve gidiyorum, evde dua okunuyor, erkekler yine dışarıda. Kamil Bey’le sokakta naylon bir sandalyede oturuyoruz. 47 yaşındaki Naciye Karadeniz leke çıkartıcı, ütü gibi işlerde çalışıyor. Sigortasız. Onun için işinden çıkıyor ve bu fabrikaya giriyor. Üç yıldır orada. Asgari ücretten. İnönü Mahallesi’nde gördüğüm tekstil işçilerinin çoğu asgari ücretle çalışıyor.
Naciye, aslen Sinop Ayancık’lı Kamil Karadeniz’in 28 yıllık eşi. Geçen çarşamba damadı telefon ediyor, servisler mahsur kalmış, diye. Kamil Bey:
“Fabrikaya koştum hemen. Servis aracını görüyorum orada. Hemen suya daldım, belime kadar su içinde yürüdüm.”
Sonra o korkunç an:
“Sular çekilmeye başladı, ambulans geldi, baktım, cesetleri çıkartıyorlar, önce benimkini çıkarttılar”.
O gün karakoldan çağırıyorlar, ama Kamil Bey gidemiyor. Akşama kadar Adli Tıp’ta cenaze peşinde koşuyor.
Akşam fabrikadan eve yemek geliyor. Kamil Bey’in şaşmaz inancı var:
“Bu işin peşini biz bıraksak, devlet bırakmaz”.
O 2001’den beri emekli. Şimdi üç kızı onun eline bakıyor. İki gündür serviste can veren insanların yakınlarıyla görüşüyorum. Bir, iki istisna hariç, gözyaşları sanki donmuş. Hepsi sanki zaman tünelinde, donuk, sabit bakışlar, kadere boyun eğmiş.
Altıncı gün, yağma sürüyor
SEL bir utanç kapısını aralıyor. Yağmayı.
Sel, iş yerlerinde kullanılan çeşitli büro malzemelerini, koltukları, buzdolaplarını, kasaları, porselen takımlarını ve benzeri eşyayı önüne katıp sürüklüyor. Bunlar sokak ortasında yığın oluşturuyor.
O sırada insanlar ölüyor.
O sırada herkes canını kurtarma peşinde. O sırada kimsenin mal filan düşündüğü yok.
Birileri hariç, yağmacılar.
Her ne kadar ilk gün, İstanbul Valisi Muammer Güler soru karşısında, “yağma yok” dese de, altmış yağmacı göz altına alınıyor. Facianın üzerinden altı gün geçiyor. İnönü Mahallesinden gazeteye dönerken, Ayamama Deresi üzerindeki köprülerden birinin üstündeyiz. Derenin çevresinde moloz yığınları, çamur kümeleri, selden geriye kalan çöp kuleleri.
Ve bunları eşeleyen bir grup.
Kendilerine göre, işe yarar diye düşündükleri, artık ne varsa, onları yanlarındaki el arabasına dolduruyor. Altıncı gün, yağma hala sürüyor.
YARIN: Özlem Ünal, Bircan Karataş ve Fikriye Öztürk’ün kaderleri