Güncelleme Tarihi:
Makalede ABD önderliğindeki güçlerin 2003 yılında Irak’ı işgalini dünyanın tek süper gücünün bölgeye düzen getirmek için gösterdiği son çaba olarak tanımlanırken, bu hareketin istenen sonuç yerine tam bir güç boşluğuna sebep olduğu ifade edildi.
Zira ABD işgalinden sonra Irak komşularını dengeleyemeyecek kadar zayıf düştüğü için bölgedeki istikrar dengelerini tehdit etmeye başladı. Türkiye bu kavganın dışında kalabilmek için elinden geleni yaptı ki buna 2003 yılında Ankara’nın ABD askerlerinin Türkiye’deki üsleri kullanmalarına izin vermemeleri de dahil.
Yine de bugün savaşın gerçek galibi olarak Türkiye öne çıkıyor. Ekonomik açıdan bakılırsa Türkiye Irak’ın en büyük ticaret partneri olan İran’la kafa kafaya yarışıyor. Bu esnada pek çok ABD’li şirket kenarda durmuş olan biteni seyrediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu gücü daha da artırmak için Türkiye’nin bölgenin uzun süreli hakimi ABD’den bağımsızlığını ilan ediyor.
Erdoğan, önümüzdeki hafta Washington’da Obama ile görüşecek ancak bundan sadece birkaç gün önce “iyi dostu” Mahmud Ahmedinecad’la Tahran’da yan yana pozlar vermiş ve İran’ın nükleer programını savunmuştu. Bu durum Türkiye’nin NATO’daki müttefiklerini rahatsız eden tavırlarından sadece bir tanesi. NATO ülkelerini kaygılandıran olayların en büyüklerinden biri Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin bozulmasıydı.
Diğer yandan Erdoğan, defalarca Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir’i destekleyen açıklamalar yapmış, Beşir “iyi bir Müslüman” olduğu için Darfur’da soykırım yapmış olmasının imkansız olduğunu savunmuştu. ABD İçişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya İlişkileri Bürosu’ndan Müsteşar Yardımcısı Philip Gordon bugün iki ülke arasında “anlaşmadan çok anlaşmazlık” yaşandığını ifade ediyor.
Matthews ve Dickey ise Washington’ın Ankara’nın tavrının ulusal çıkarlardan çok İslamcı ideolojiden kaynaklanmasından korktuğunu belirtiyor. Erdoğan her zaman için dinle siyaseti karıştırmadığını savundu, ancak Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) hakkında Türkiye’nin üst düzey mahkemelerinde anayasadaki laiklik vurgusuna aykırı davrandığı gerekçesiyle soruşturmalar açıldı.
Ancak resmi politikalar bir kenara bırakılsa bile Türkiye’nin Avrupa’ya tavrındaki soğuma ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi Batılı kurumlara karşı gelişen düşmanlık gözlerden kaçmıyor. Bağımsız düşünce kuruluşu ARI Hareketi’nin kurucusu Kemal Köprülü “Hükümetten hiç kimse Türkiye’de artmakta olan Amerikan karşıtlığının önüne geçmek için bir şey yapmadı” diyor. Köprülü şöyle devam ediyor: “Hükümet bunu kabul edemez ancak iç ve dış politikada alınan kararların pek çoğunda Batılı değerler dikkate alınmıyor.”
Diğer yandan Türkler Batılı karar mercilerinin Türkiye’nin çıkarlarını düşünürken uykusuz kalmadıkları konusunda haklı olabilir. Soğuk Savaş sırasında Washington bölgede istikararı sağlamak ve Kremlin’in etki alanını genişletmesini önlemek için elinden geleni yaptı. Bu çabaya İran Şahı gibi Batı yanlısı despotları ya da Türkiye’nin darbeci generallerini desteklemek de dahil.
Sonuç ABD için bir yıkım oldu çünkü Washington kendi halklarından nefret eden bir grup müttefikle baş başa kaldı. Türkiye’de ABD karşıtlığı, 2003 yılında Bush yönetimi Ankara’ya ABD askerlerinin Türk topraklarından Irak’a geçmesine izin vermesi yönünde baskı yaptığında zirveye çıktı. Büyük tepkiyle karşılanan bu plan son dakikada yapılan bir meclis oylamasıyla raydan çıktı.
Bu olay Türkiye-ABD ilişkilerinin dibe vurduğu nokta oldu. Ancak diğer yandan aynı olay Türkiye’nin ekonomik olarak toparlanmaya ve bölgede güç kazanmaya başlamasının ve dolayısıyla Washington’la ilişkilerde açılan yeni sayfanın da işareti oldu.
Yazarlar Türkiye’nin bölgedeki yeni duruşunun ülkeyi Washington için bir araç ya da aracı kuruluş olmaktan çok daha değerli bir noktaya taşıyabileceğini ifade etti. Türkler Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun deyimiyle “bölgedeki sorunların çözümünde bir ortak” olmak istiyor. Geçmişteki hedefleri ne olursa olsun, Türkiye sadece içinde bulunduğumuz bu 10 yıl içinde böyle bir pozisyonu doldurabilecek ekonomik, siyasi ve askeri gücü elde etmiş durumda.
Türkiye ekonomisi geçtiğimiz 10 yıl içinde iki katından fazla büyüyerek ülkenin bölgesel bir dinamoya dönüşmesini sağladı. Ülkedeki mali politikalar da uzağa değil yakınlara odaklanmaya başladı. Bugün Türkiye Rusya, Irak ve İran’la Avrupa Birliği ile yaptığından daha fazla ticaret yapıyor.
Enerji politikaları da Türkiye’nin lehine işliyor. Türkiye kendini bir anda Avrupa’nın enerji tedariki için büyük öneme sahip olan Rusya, Hazar ve İran enerji yollarının ortasında buldu. Yıllar süren reform ve istikrar çabaları da en sonunda sonuç vermiş gibi görünüyor. Ankara Kürt azınlığıyla yaşanan ve 35 bin kişinin ölümüne sebep olan çatışmaları bitirmek için tarihi bir anlaşmanın kıyısında duruyor.
Diğer yandan Ankara bir dönem ülkedeki ayrılıkçı hareketleri destekleyen Suriye, Ermenistan ve İran gibi ülkelerle barışmaya hazırlanıyor. Newsweek’e konuşan ancak adının açıklanmasını istemeyen Erdoğan’a yakın bir isim uyguladıkları prensibin basit olduğunu ifade ediyor: “Eğer fakir bir çevrede yaşarsak zengin bir ülke olamayız. Eğer şiddet dolu bir çevrede yaşarsak güvende bir ülke olamayız.”
Bütün bunların bir araya gelmesiyle Türkiye Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun politikası”nı hayata geçirmek üzere. Bu yeni duruş Ankara’nın etkisi daha da artırdı: Türkiye sorunların pençesindeki bölgede aranan bir arabulucu haline geldi, Hamas ve El Fetih, Irak ve Suriye hatta Erdoğan’ın Davos çıkışından önce İsrail ve Suriye arasındaki anlaşmazlıkların çözülmesi için yardıma çağırıldı.
Geçtiğimiz günlerde Roma’da bir basın toplantısında konuşan Erdoğan Türkiye’nin Suriye ve İsrail için yapabileceği fazla şey olmadığını ifade etti. “Netanyahu bize güvenmiyor” diyen Erdoğan sözlerine “Bu onun seçimi” diyerek devam etti. ancak bölgenin diğer ülkeleri Ankara’nın yardımını hala memnuniyetle karşılıyor: Türk diplomatların sorunların çözümündeki yeteneği göz dolduruyor.
Matthews ve Dickey İran için böyle bir şey söyleyebilmenin pek mümkün olmadığını ifade ediyor. Tahran rejimi ülke içindeki çatışmalardan ötürü felce uğramış durumda. Dahası Arap dünyası tarafından da hiç sevilmiyor. Özellikle Suudi Arabistan Fars İmparatorluğu’na kıyasla Osmanlı geçmişini tercih ediyor. Bunun üzerine bir de İranlıların Şii, Türklerin ise Sünni oluşunu ekleyin, sonuç ortaya çıkıyor.
Suudi Arabistan’ın en önde gelen gazetelerinden Al Watan’ın editörü Cemal Haşoggi “Suudi Arabistan Türkiye’nin geri dönüşünü memnuniyetle karşılıyor” diyor. Bunun yanı sıra bir de bir de Erdoğan’ın konuşmalarının İslamcı tonu söz konusu. Haşoggi, “Gerçi siyaseten doğru olmadığı için hiçbir Türk yetkili bunu açıkça söylemeyecektir” diyor.
Yine de Türkler düşmanca bir rol oynamayarak akıllıca davrandıklarını ve Erdoğan’ın Ahmedinecad’a yönelik sıcak sözlerinin ortamı ısıtmak ve hoş görünmek için söylenmiş olduğunu söylüyor. Diplomatlar İran’ın nükleer programı ile ilgili Batı’nın kaygılarını temelde paylaştıklarını ancak oyunu kendi kurallarına göre oynadıklarını ifade ediyor.
Erdoğan’ın adının açıklanmasını istemeyen yardımcısı “Biz İranlılarla yüzyıllardır ilişki içindeyiz. İhtiyaç duydukları saygıyı ve dostluğu onlara gösteriyoruz. Bizim Tahran’a karşı düşmanca bir siyaset geliştirmemiz nükleer programla ilgili sorunları çözer mi?” diye soruyor.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Ekim ayında İran’a zenginleştirilmiş uranyumunu Fransızların ürettiği nükleer yakıtlarla değiş tokuş etmesini teklif ettiğinde Erdoğan Washington’ın da desteğiyle Tahran’a bir öneri sunmuştu: İran uranyumunu Müslüman olmayan bir ülkeye göndermek yerine Türkiye’de depolayabilecekti.
Tahran bu teklife derhal olumsuz yanıt verdi ancak Ankara’nın teklifi Türkiye’nin bölgede barış ve güvenliği sağlamak için elinden geleni yapacağını gösterdi. Ankara bölgede kurduğu yeni dostlukların Batı ile geçmişten gelen ilişkilerine zarar vermeyeceği konusunda ısrarcı. Davutoğlu, “NATO Türkiye’nin içinde olduğu en güçlü ittifaktır ve Avrupa’yla bütünleşmek Türk dış politikasının en önemli hedefidir” diyor ve ekliyor: “Ancak bu güçlü ilişkiler birim Ortadoğu, Asya, ya da Afrika’yı göz ardı edeceğimiz anlamına gelmiyor.”
Dünya Osmanlıların yıkılışından bu yana çok değişti, Türkiye’nin de Cezayir’den Budapeşte’ye ve Mekke’ye uzanan topraklarda 350 yıl boyunca sürdürdüğü hakimiyeti yeniden elde edebilecek gibi görünmüyor. Ancak dünya hareket etmeye çabalarken, parçaları toparlamak için daha etkili bir ülke yok gibi görünüyor.