Güncelleme Tarihi:
Bizde geçmişte yönetim saray, saray da padişahın bizzat kendisi demekti. Hükümdarlar yönetimin hemen her basamağında devreye her an girebilir, işlere müdahalede bulunur, alınmış kararları değiştirir yahut konu ne kadar önemsiz olursa olsun kararı doğrudan doğruya kendisi verebilirdi... Osmanlı sisteminin tümüyle merkezci olmasının ve çoğu ‘‘Halife’’ unvanı taşıyan padişahların İstanbul'dan ayrılarak hacca bir türlü gidememelerinin asıl sebeplerinden biri buydu...
Bununla beraber, Osmanlı hükümdarları da her insan gibi birer faniydiler ve ölüm onlar için de mukaderrattı. Merkezini padişahın oluşturduğu sarayın ve dolayısıyla devletin ölüm anında sekteye uğramaması için hükümdarın dünyadan ayrılması durumunda yapılacaklar en ince ayrıntılarına kadar belli kurallara bağlanmıştı.
Hükümdarların ölüm sebepleri çeşit çeşitti ve bazı tarihlerde hanedanın bugün ‘‘gut’’ dediğimiz ‘‘nikris’’ten muzdarip olduğu ve bilinen akıbeti nikrisin getirdiği yazılıydı. Ama son yapılan araştırmalarla padişahların ölüm sebepleri konusunda daha ayrıntılı sonuçlar alındı. Bu araştırmalara göre aralarında Kanuni Süleyman, İkinci Bayezid ve Orhan Bey'in de bulunduğu sekiz padişah kalp ve dolaşım bozukluklarından can verirken onları dünyadan suikast ve idam yoluyla ayrılan altı padişah takip etmekteydi: Savaş meydanında bir Sırp tarafından şehid edilen Birinci Murad'dan Abdülâziz'e uzanan çizgide yer alan altı padişah... Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Selim'le beraber iki hükümdar daha şekerden can vermiş, dört padişah da beyin kanamasına yenilmişti.
Eski dönemlerde üç padişah tüberkülozdan vefat etmiş, onları Tanzimat döneminin hükümdarları olan İkinci Mahmud'la oğlu sultan Abdülmecid takip etmişti. İki padişah böbrek ve idrar yolları rahatsızlığının kurbanı olmuş; şiddetiyle, içki ve tütün yasaklarıyla tanınan Dördüncü Murad karaciğer yetmezliğinin üzerine gelen mafsal romatizmasından dolayı hayata veda etmişti. 33 yıllık saltanatının memleket için iyi mi yoksa kötü mü olduğu bugün hâlâ tartışılan İkinci Abdülhamid zatürreeye yenilmiş, Timur'a karşı Ankara Savaşı'nı kaybedip esir düşen Yıldırım Bayezid ise hayatına kendi elleriyle son vermişti... Padişahın ölümü, devlet erkânına kızlarağası ve sadrazam yoluyla bildirilir, halka ise tellâllar ve büyük camilerden okunan salâlar vasıtasıyla duyurulurdu. Devletin önde gelenleri Kubbealtı'nda toplanır, tahta geçecek olan şehzade merasimle davet edilip alelâcele tahta oturtulurdu. Eski hükümdarın cenazesi Harem'in Zülüflü Baltacılar Ocağı tarafındaki kapısından çıkartılır, mermer sütunlar arasında kurulan çadırda yıkanır, sıra Şeyhülislam'ın kıldıracağı cenaze namazına gelir ve cenaze namazdan sonra defin yerine kadar eller üzerinde taşınırdı...
Merasimi sırasında eski Türklerden kalan bir adete uyularak atlar tersine eğerlenecek, devlet büyükleri siyah renkli elbiseleri tercih edecekler ve saray görevlileri bütün bunlardan sonra ‘‘Padişâhım çok yaşa!’’ diye artık yeni hükümdara alkış tutacaklardı...
Reşad Ekrem'in giyim kuşam sözlüğü
Kamerçin
1890 ile 1900 yılları arasında İstanbul'da tulumbacı delikanlılar arasında pek moda olmuş, yemeniyle iskarpin arası bir ayakkabıydı, Glase denilen siyah parlak derinin el alâsından yapılırdı ve üzerinde siyah kordeladan kelebek şeklinde bir fiyongu vardı. Topukları yumurta ökçeli olup arkası mutlaka basılarak ve hemen daima çorapsız giyilir, bıçkınlık icabı topuk nümayişi yapılırdı. Yine o senelerde yelerde sürünen bol paçalı pantalonlar çıkmış ve moda olmuştu.
İftar yemekleri
Yağsız pilâv
İki-üç adet yağlı tavuğun içi çıkartılır ve iyice temizlendikten sonra bol suile büyücekbir tencerede kaynatılır. Kaynama, bütün kemikleri etlerinden ayrılana kadar devam eder. Sonra ateşten indirilir, süzülür ve posası atılır. Tavuğun tencerede kalan suyunun içine yeteri kadar yıkanmış pirinç konur, bir mikdar tarçın ve sakızla suyunu çekene kadar pişirilir. son derece hafif ve hazmı kolay bir pilâvdır. ‘‘Bıldırcın pilâvı’’ da denir (‘‘Melceü't-Tabbâhin’’den).
Abdülbaki Gölpınarlı
Dâr nedir?
Adamı asarak öldürmek için kurulan çeşitli şekildeki direğe yahut direklere verilen isimdir ve Farsçadır. En meşhuru, üç direkten meydana gelir. Arapça'da ‘‘dâr’’ ev,yer-yurt anlamınadır.
922 senesinde yazdığı şiirler, söylediği sözler ve güttüğü inanç yüzünden Bağdad'da asılarak öldürülen, cesediyakılıp külü Dicle'ye dökülen Huseyn bin Mansûr-ı Hallac, sözleriyle ve ölümüyle Sufilerce bir sembol olmuş, bu yüzden de ‘‘dâr’’ sözü çok defa ‘‘Dâr-ı Mansur’’ şeklinde söylenmiş yahut Mansur'la beraber anılagelmiştir. Hatta Bektaşiler'in baş okutma tercemanlarında da ‘‘Erenlerin dâr-ı Mansur'unda’’ tarzında geçer.
Alevi ve Bektaşi ayn-ı ceminin yapıldığı yerin ortasına ‘‘Dâr’’ denir. Tarikate giren, oradaki tercemandan sonra ayn-ı cemde bulunanların tercemanlığıyla razılığıyla kabul edilir. Bey'atini tazeleyen can da gene Dâr'da okuduğu tercemandan ve kardeşlerin râzılığından sonra babaya gidip arakiyyesini, yahut tacını teslim eder ve tekbirletir. Alevilerde de Görgü ve Sorgu âyininde, Dâr'daki kabulden sonra dedenin huzuruna varılır. ‘‘Dâr’’ sözüne Alevi-Bektaşi erkânını dile getiren nefeslerde mutlaka rastlanır.
Tarihin Tuhaflıkları
Unutma bizi dolması
Eski ramazanlarda meyhaneler resmen kapattırılırdı. Meyhaneciler, bayram ertesinde gedikli müşterilerinin evine irice bir tabak dolusu midye dolması gönderirler v bu yolla meyhanenin artık açılmış olduğunu haber verirlerdi. Bu dolmaya, akşamcılar arasında ‘‘unutma bizi dolması’’ denirdi.
Hattın ustaları
Mustafa Hilmi Efendi
‘‘Hakkâkzâde’’ olarak tanınır. Nerede ve ne zaman doğduğu bilinmeyen Mustafa Hilmi Efendi, ‘‘Lâz Ömer’’ denilen Ömer Vasfi Efendi'den sülüs ve nesih meşketti. 1819'da Fatih'teki Nakşıdil Valide Sultan, sonra da Çemberlitaş'taki Bezm-i âlem Valide Sultan mekteplerinin ikinci muallimliğine getirildi. İkinci Sultan Mahmud'un emriyle yazdığı üç Kur'an'ın dışında 200 kadar Kur'an daha yazdı. 1852'de dünyadan ayrıldı ve eski Taksim Caddesi'ndeki Beyoğlu Kabristanı'na defnedildi ama türbesi daha sonra kayboldu ve yerine binalar yapıldı. Sultan Abdülâziz'in baş mabeyincisi ve Çemberlitaş'taki Matbaa-i Osmaniye'nin kurucusu olan Osman Zeki Bey, Mustafa Hilmi Efendi'nin oğluydu.