İMPARATORLUK VE CUMHURİYET (1) Aslında "polemik" köşesinde

Güncelleme Tarihi:

İMPARATORLUK VE CUMHURİYET (1) Aslında polemik köşesinde
Oluşturulma Tarihi: Şubat 16, 2001 00:004dk okuma

İMPARATORLUK VE CUMHURİYET (1) Aslında "polemik" köşesinde ciddiyetle tartışıldığından bu yana aklımdaydı lisede öğretildiği tarzda bir "compare & contrast" dosyası açmak bu konuyla ilgili, ancak halet-i ruhiyem münasebetiyle uçuk kaçık fikirlere sürüklendim... Konuya yeniden eğilmemin üç tetiği var. Birincisi, Osmanlı hanedanın hayatta kalan en yaşlı üyesi Neslişah Sultan'ın Murat Bardakçı tarafından yayınlanan mektubu, ikincisi Fatih Altaylı'nın Kanal D'de yayınlanmış olan AB konulu tartışma programı ve üçüncüsü Serdar Turgut'un hafta başından bu yana köşesinde ele aldığı, İslami kesim olarak nitelenen kesimin felsefi açılımları. Dolayısıyla, elimden geldiği kadar dosyayı bu perpektif içerisinde tutmaya çalışacağım. Açıkça belirtmeliyim, editörümüzün insafına sığınarak dört yazıda tamamlamayı hedeflediğim bu dosyada, niyetim polemiği yapılan konularla igili görüş beyan etmek ya da yazılanlara taraf olmak değil. İmparatorluk ve Cumhuriyet konu başlığı, on yılı aşkın bir süredir "hobi" mahiyetinde okuduğum 1815 Viyana Kongre'si ve siyasal sonuçları başlığına çok yakın geldiği için öğrenebildiklerimi, uzmanlık alanım olduğumu iddia etmeden, ortalama bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gözüyle göründüğü meyanda paylaşmaktan ibaret. Bu bölümde, genel hatlarını çizmek suretiyle İmparatorluğun genel bir "işleyiş" tablosunu çizmeye çalışacağım... Geçmişinden günümüze, her ne kadar muhtelif bakış açılarına göre değişse de, Türkler ve Türklük kavramı, Türklerin -iyi ya da kötü- icraatları biz Türkler'den ziyade başkalarının tartıştığı bir konu olagelmiştir. Bu cümlede kast ettiğim amacı aşmamak için vurgulamalıyım, niyetim hiç tartışılmamış diyerek Tanzimat Dönemi yazarlarının, Jöntürk'lerin, Nihal Atsız ya da Mete Tunçay gibi sağ ya da sol çevre fikir insanlarının çabalarını gözardı etmek değil. Bahsetmeye çalıştığım, belli bir tartışma ortamı içerisinde bir sentezin yapılmamış olması. Resmi tarihe göre, Malazgirt zaferinde uyguladığımız "hilal taktiği" ile 1071 yılında başlayan Türklerin Anadolu macerası muhtelif devletlerin tarihte yer almalarıyla halen devam ediyor. Ancak bu aşamada üzerinde durmak istediğim karşılaştırma, nisbî olarak yakın tarihimizin, Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bir mukayesesinden ibaret. Temelde, devleti oluşturan hususların başında, bayrak, dil, toprak, para gibi kavramlardan önce insan unsuru yer aldığı için karşılaştırmaya demografik ancak istatistiki olmayan bir analizle yaklaşmanın doğru olacağı kanaatindeyim. Nüfus sayısı bakımından Osmanlı Devleti, devrin şartlarında İmparatorluk olabilecek bir tebaayı barındırıp besleyebilicek, devlet olmanın göreceli şartlarını halka sunabilecek kapasitedeydi. Orta ve Yakınçağ'lara damgasını vurabilmesi de bu nedenle mümkün olabilmiştir. Açmak gerekirse, bu devirde Osmanlı Devleti, vergi tahsili, asker temini, yollar ve sulama ağırlıklı olmak üzere altyapı, mektepten enderuna eğitim, dergah, tekke, medrese seviyesinde dini eğitim, ve geniş bir hoşgörüyle yaklaşılan cami, havra, mezheplerine göre çeşitlenen kilise gibi ibadethanelerle din ve vicdan hürriyeti kıstasları açısından devirdaşı bir çok devletten ileri seviyedeydi. (Burada bir parantez açmak gerekirse, İngiltere'de önce Katolik, ardından Shaker ve Quaker, Almanya'da Lutherci mezheplerinin gördüğü baskı ve akabinde olagelmiş çatışmalar Osmanlı yönetiminde, salt ideolojik olduğu tartışabilinecek Celalî isyanları hariç, hiç bir devirde bu raddeye varmamıştır. Durum, cumhuriyet devri Türkiyesi'nde de, yine dinsel motifleri tartışmaya açık olan maküs 6-7 Eylül olayları haricinde aynı paraleldedir.) İmparatorluk sınırları dahilinde ciddi bir güvenlik zaafı yoktu, zaman zaman çıkan, genellikle kişisel ihtiraslara ya da gerçek anlamıyla, dış mihraklara endeksli isyanlar da çağın şartlarına göre kısa sürelerde bastırılabiliyordu. Osmanlı tebaası, devşirme sistemi hariç, meslek seçiminde özgür olmakla beraber, Kur'an-ı Kerim yazma sanatı olarak telakki edilen hattatlık bir tarafa, bir zanaatın icrasında ahilik şartı aranmaksızın lonca üyeliğine tabi kılınmıştı. Bu anlamda farklı dinden insanlar kuyumculuk, tüccarlık, marangozluk, bankerlik ve diğer iş alanlarında faaliyet gösterebiliyorlardı. Özellikle İngiltere ve Almanya'da "benzer" sayılabilecek örnekleri bulunan feodal sistemin aksine, tımar sistemi miras münasebetiyle toprağın ekilemez duruma gelecek kadar ufalmasının önüne geçen bir nevi sigortaydı. Örneklenen ülkelerin aksine tımar sisteminin özü, kaba kuvvet ve soyca çoklukla gasp edilen toprak egemenliği yerine "devlet hizmeti" karşılığında belli dönemler için tahsis edilme şeklindeydi. (Bir parantez daha açalım, günümüzün, "blue blood" olarak saygı gösterilen ve "Earl" mertebesinde İngiliz Lordlar Kamarası'nda bulunan asil ve nazenin aristokratlar topluluğunun da birkaç yüzyıl öncesinin yumruğu en güçlü olan haydutlarının torunları olduğunu hatırlatalım...) Hat, ebru, minyatür gibi dinle çelişmeyen görsel ve özellikle yöneten sınıfın teşvikinde yazın sanatlarının icrası için gereken ortam sağlanmıştı. Bilim ve fıkıh alanında eserler üretilebiliyor ve çoğaltılıp serbestçe okunabiliyordu. Şeriat hükümlerine dayanmakla birlikte, rasyonel hukuk sistemine mesnet teşkil edebilecek esaslar dahilinde işleyen ve sınıf, din, dil, ırk gözetmeksizin her türlü şikayeti dinleyen mahkemeler halk arasındaki anlaşmazlıkların halli için tesis edilmişti. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti tebaası, her ne kadar vatandaşlık haklarını haiz olmasa ve kul kategorisinde mütalaa edilse de belli bir huzur ve güven ortamı içinde yaşamaktaydı. Lise tarihinde "Yükselme Devri" olarak tanımlanan dönemde, Osmanlı Devleti askeri alanda ilerlemiş, fethetmiş olduğu topraklara tam hakim, ustalıklı biçimde güç kullanımına dayanan bir diplomasi icra eden, devrin imkanlarında ileri düzeyde eğitim görmüş bürokratlara sahip, egemen bir devletti. Gündelik hayatımızda, eğitim sistemimizin yarattığı bir tür önyargı, daha doğru bir tanımla, "impediment", gölgesinde algılanan Osmanlı Devleti'ne, 17. yüzyılın ortalarına kadar yüzeysel bir ilk bakış bu şekilde özetlenebilecektir kanaatindeyim. İkinci yazıda Avrupa'da, Fransız İhtilali, Viyana Kongresi ve sonuçları, paralel olarak Osmanlı Devleti'nde Tanzimat dönemi ve I. Dünya Savaşı dönemini ele almaya çalışacağım... Kaan VOLKAN- 16 Şubat 2001, Cuma �
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!