Güncelleme Tarihi:
Atilla Dorsay ile İstanbul’daki birkaç bin DVD, CD, kitapları ve ödüllerinin bulunduğu evinde buluşuyoruz… “Bugüne kadar kaç film izlemişsinizdir acaba?” sorumu gülerek, “İşte bunu sorma! Hiç bilmiyorum, herhalde binlerce…” diye yanıtlıyor. Ancak sinemaya olan tutkusunu şüpheye yer bırakmayacak netlikle şöyle açıklıyor: “Sinemayı her zaman biraz büyü olarak görmüşümdür, beni büyüledi! Hayatımı sinemaya vereceğim o kadar açıktı ki… İlk görüşte aşktı bu.” Filmi geriye sarıyoruz…
Dorsay, 1939 yılında İzmir’in Karşıyaka ilçesinde doğmuş. Ailesi mübadele günlerinde Selanik’ten gelmiş. Devlet demiryollarında müfettiş olan babası ve annesi, uzun yıllar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşadıktan sonra İzmir’e, eski bir Rum evine yerleşmişler. Atilla Dorsay bu çiftin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Sonradan iki kız kardeşe de kavuşarak...
‘YILANLI MABUDE BENİ ÇOK ETKİLEDİ’
Çocukluğunun savaş yıllarına denk gelmesi ‘sinema büyüsü’yle erken tanışmasına vesile oldu. Şöyle anlatıyor: “O yıllarda radyodan başka eğlence olmadığından ailem sinemaya giderdi. Beş-altı yaşımdan itibaren beni de götürmeye başladılar. 1940’lı yıllarda renkli sinema yeni başlamıştı. ‘Technicolor’ filmler çok azdı. Beni en çok etkileyenler renkli korsan filmleri, westernler ve tarihi maceralardı. Özellikle hep renkli filmler çeken Latin kökenli Maria Montez’in ‘Yılanlı Mabude’ filmleri. Ama siyah-beyaz filmlerden de çok etkilenmiştim. Örneğin ‘Bayan Miniver’ ya da ‘Hayatımızın En Güzel Yılları’ gibi savaşla ilişkili siyah-beyaz filmler. Filmin türüne veya rengine değil, kalite ve düzeyine bakma zihniyeti o yıllarda ruhuma yerleşmişti. Bizim Şayeste sokağın köşesinde bir sinema vardı. Oraya giderdik. Bazen yalnız ya da okul çıkışı arkadaşlarla…”
‘BEYOĞLU ADETA CENNET GİBİYDİ’
İzmir günleri Dorsay ilkokul ikinci sınıftayken son buldu. Kendisi de frankofon olan babası, oğlunun Galatasaray Lisesi’nde eğitim görmesini istiyordu. Bunun için hep beraber İstanbul’a taşındılar. Dorsay, sınavına girip kazandığı Galatasaray Lisesi’ne ilkokul dördüncü sınıftan giriş yaptı. Ortaköy’de iki yıllık eğitimin ardından, ortaokul için Beyoğlu’ndaki tarihi binaya onun deyimiyle ‘terfi etti.’ Dorsay, “Beyoğlu’na geçer geçmez kendimi sinema dünyasının tam göbeğimde buldum” diyor: “12 yaşımdan itibaren gördüğüm bütün filmleri defterlere yazmaya başladım. Muntazam çizgilerle ayırarak filmin adı, yönetmeni, oyuncuları ve sonunda benim iki-üç cümlelik eleştirilerim… Hatta yıldızlar bile veriyordum! O dönemde Türkiye’de sinema eleştirisi yaygın değildi. 1950’li yıllarda çıkan Yıldız Dergisi’nde Sezai Solelli yazardı. Onun haricinde sonradan gelen Semih Tuğrul, Nijat Özön, Giovanni Scognamillo gibi sinema yazarları da beni etkiledi.”
‘KIZLARI GÜZEL DİYE AKADEMİYİ SEÇTİM’
Dorsay, Galatasaray Lisesi’nden sonra dillere ilgisi olduğu için diplomat olmayı istiyordu. Ancak, memuriyetten ‘çok çekmiş’ olan babası ona tıp veya mühendisliği önerdi. Dorsay’sa, tercihini bir üçüncü alandan yaptığını söyleyerek devam ediyor: “Mühendisliğin komşusu olan mimarlığı seçtim. Ve Güzel Sanatlar Akademisi’ne başvurdum (sonrasının Mimar Sinan Üniversitesi.) İTÜ’yü de kazandım ama herkes ‘Kızları daha güzeldir’ dediği için Akademi’yi tercih ettim! 1957’de başladığım akademiden, arada bir yılı Paris’te geçirmek suretiyle, 1964’te yüksek mimar olarak mezun oldum. Sonra hemen askere gittim. Dönüşte İstanbul Belediyesi’ne başvurup şehirci mimar olarak Yüksek İmar ve Planlama Müdürlüğü’nde çalışmaya başladım. İstanbul’un bazı mevzi imar planlarını yaptım. Örneğin Mecidiyeköy’de Hukukçular Sitesi’nin bulunduğu blokun planlaması benim eserimdir. Boğaz’ın tarihi yalılarından Kıbrıslı Yalısı’nın rölövesini çıkardım.”
MESLEKTE 55 YIL
Bu arada sinema tutkusu devam ediyordu… Bu tutkuyu mesleğe döndürmesi 1966 yılında Cumhuriyet’in kapısını çalmasıyla olmuş. Dorsay anlatıyor: “Elimdeki son haftalarda oynayan filmlerin eleştirileriyle kapıdan girdim. Aralık 1966’dan itibaren Cumhuriyet’te ‘sinema yazarı’ olarak başladım. Orası 1993’e kadar devam etti. Sonra bir yıl Milliyet’te yazdım. Oradan rahmetli Okay Gönensin’in yönetiminde Yeni Yüzyıl’da yazdım. 1999’da transfer olduğum Sabah Gazetesi’nde 2013’e kadar devam ettim. Malum ‘Emek Yoksa Ben De Yokum’ yazısı nedeniyle oradan ayrıldım. O günden beni T24’de ve dergilerde yazıyorum.” Dorsay, bugün meslekte 55. yılında. Peki, sinema yazarlığı bu süreçte nasıl ilerledi? Şöyle yanıtlıyor: “Başta meslek olarak ciddiye alınmadı. Şimdi yazarlar çoğaldı. Bugün benim kurmuş olduğum SİYAD’ın yüzü aşkın üyesi var ama meslek olarak yine de çok ciddiye alındığı söylenemez.”
BİR ZAMANLAR BEYOĞLU!
Atilla Dorsay’ın gençlik hayali diplomat olmakmış… Ancak hayatın cilvesi olarak Türkiye’yi ülke ülke gezip temsil etmek yerine, ülkeye gelenlere elçilik yapabileceği bir meslek hayatına girmiş; rehberlik! Rehber turistlik serüveni 30 yıl sürmüş. 1990 yılında, artık bu işi devam ettiremeyecek yaşa geldiğini düşünerek, bırakmış. Peki bir rehber olarak Atilla Dorsay bizi 1960’ların Beyoğlu’nda geziye çıkarsa neler anlatırdı? Yanıtı: “Beyoğlu, Batı kültürünün Türkiye’ye giriş alanıydı. Türkiye’de ilk tiyatrolar, sinemalar, pavyonlar, gece kulüpleri, ‘fast-food’ restoranları Beyoğlu’nda açıldı. Papirüs, Atlas Sineması’nın girişinde Kulis, Çiçek Bar, Markiz, Kaktüs yıllar boyu İstanbul ve Türkiye’nin başlıca aydınlarını topladı. Bu yerler artık yok. Keşke bir kısmı kalabilseydi. Ya sinemalar? Galatasaray Lisesi’nde okurken hafta içi macera filmleri izlemeye Atlas’a hafta sonu ise Yeni Melek’e giderdik. Orada salon filmleri oynardı ve güzel sosyete kızları gelirdi! Emekli Sandığı tarafından işletilen Emek, festivaller başladığında Beyoğlu’nun başlıca sinema salonu oldu. Sonra Emek’in yıkılmaması için çok mücadele ettim…”
‘SİNEMA SALONLARINI O KADAR ÖZLEDİM Kİ’
Sinemaların kapalı olduğu pandemi döneminde bir sinema yazarı neler yapar? Dorsay dizilerle teselli bulduğunu söylüyor: “Filmleri televizyon ve çevrimiçi platformlardan izliyorum. Ben aynı zamanda dizi hastasıyım. Özellikle polisiye diziler... Sinema salonunda izlediğim son film Ercan Kesal’in ‘Nasipse Adayız’ filmiydi. Sinema salonlarını o kadar özledim ki... Hayatım onlarda geçti; güldüm, ağladım, üzüldüm, gözyaşı döktüm...”
HEY GİDİ TÜRK SİNEMASI…
Türk toplumunun sinemayla ilişkisi 55 yılda nasıl değişti? Atilla Dorsay, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Türkiye sinemayı sevmiş bir toplum ama Türk sineması yıllar boyu çok güdük gitti. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda yapılan filmler sayılıdır ve kitleye ulaşamamıştır. Ancak 1950’li yıllardan sonra ilk önemli yönetmenlerle Fransız kökenli ‘auteur’ sineması geldi: Atıf Yılmaz, Lütfü Akad, Osman Seden, Metin Erksan... Yeşilçam 1960’larda başladı, görkemli bir ulusal sinema oldu. Sonra 1974’te TRT yayına başlayınca herkes evine kapandı. Ve araya seks filmleri dönemi girdi. 1980’lerden sonra yeni bir kuşak geldi: Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reis Çelik, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu gibi... 90’lardaki geçici bir krizden sonra, Türk sineması artık hep ayakta duruyor. Yönetmenler dünya çapında tanınıyor: Altın Palmiye’den Altın Ayı’ya ödüller alarak... Ve çok iyi bir yeni kuşak geliyor; Özcan Alper, Tolga Karaçelik, Pelin Esmer, Emin Alper, Kıvanç Sezer...”
‘YEŞİLÇAM BİR MASALDI’
Peki izlemeye doyamadığımız Yeşilçam filmlerinin sırrı nedir? Türk izleyicisi ve Yeşilçam filmleri arasındaki tutkulu ilişki psikolojik olarak nasıl açıklanabilir? Dorsay diyor ki: “Yeşilçam kolay bir sinemadır. Belli karakterlere dayanır. Adile Naşit’i, Münir Özkul’u, Hulusi Kentmen’i çok seviyoruz; ama her filmde aynı karakteri oynamışlardır. Ama 1980’lerde Hülya Koçyiğit gibi hanım hanımcık bir oyuncu, art arda Firar ve Kurbağalar filmlerinde cinselliği olan bambaşka kişiliklerle seyirciyi şaşırtmıştı. Türkan Şoray Mine filminden başlayarak güçlü ve karakter sahibi kadınları canlandırdı. Müjde Ar ise bu dönüşümün başını çeker. Ayrıca 1980’lerde ilk kez gerçek anlamda ‘birey’ler girdi sinemamıza…Yeşilçam’ı sevelim; ama o bir masal dünyasıydı artık yok! Lütfen yeni sinemaya da ilgi duyalım.”
İTALYANCA KURSUNDA DOĞAN AŞK
“Eşim Leman’la 1973’te evlendik. Rehberlikte tanıştık. İtalyan Kültür Merkezi’ndeki İtalyanca kurslarında yeniden karşılaştık. Ve hayli maceralı bir ilişkiden sonra evlendik. Oğlum Gökhan ve kızım Ece doğdular. Üç torunumuz var.”