Güncelleme Tarihi:
1932 doğumlu Altan Öymen öyküsüne “Nüfus kütüğünde Trabzonluyum, doğum yerim İstanbul, çocukluğumu geçirdiğim yer Ankara” diye başlıyor. Trabzonlu babası ve Bolulu annesi 1930’larda İstanbul’daki Öğretmen Okulu’nda tanışmış. 1900 doğumlu babası, Muallim Mektebi’ni bitirdikten sonra yüksek eğitim için Almanya’ya gitmiş. Savaş çıkınca geri dönmüş. Annesi de Cumhuriyet döneminin ilk öğretmenlerindenmiş. İlk çocukları olan Altan Öymen de İstanbul’da Laleli’de bir apartmanda doğmuş ama babasının tayiniyle beş yaşındayken Ankara’ya taşınmışlar. Öymen, “O zamanlar şehrin merkezi olan Ulus Meydanı’nda çamurlu bir sokakta büyüdüm” diye devam ediyor: “Ahşap, iki katlı bir evdi. Çocukluğum Ulus’taki o çamurlu sokaklarda oynayarak geçti.”
‘HAYIR, ATATÜRK BU OLAMAZ!’
İkinci Meclis’in bahçesinde onu şaşırtan tek şey kırmızı balıklar olmamış! Anlatıyor: “Parktan dönüş yolunda Ulus’ta Atatürk’ün at üstündeki heykelinin yanından geçerdik. Ben de her seferinde onu asker selamıyla selamlardım. Annem bunu eve ziyarete gelen arkadaşlarına anlatırdı, onlar da ‘Aferin’ derlerdi. Sonra bir gün babam bana Atatürk’ün kendisini gösterdi. Uzaktan tabii; beş, altı kişi bir arada... Babam, “Bak, bu Atatürk!” diyordu. Ama ben hangisi olduğunu bir türlü anlamıyordum, çünkü Atatürk’ün tıpkı heykeldeki gibi üniformalı ve at üzerinde olması lâzım sanıyordum. Ötekilerden daha büyük, daha uzun boylu birini arıyorum, öyle kimse de yok. Gösterdiği kişinin Atatürk olduğuna pek inanmadım. Sonra bana “Atatürk’ün büyüklüğü yaptıklarındandır” diye anlatmıştı da babam, ancak öyle ikna olmuşum… Atatürk’ü ikinci görüşüm maalesef Ankara’daki katafalkta oldu. Hayatını kaybettiğinde ilkokul birinci sınıftaydım. TBMM’nin önünden geçtik. Herkes ağlıyordu.”
KURŞUN ASKERLE SAVAŞ OYUNU
Aile bir zaman sonra Ulus’ta başka bir apartman dairesine geçti, sonra da gelişmeye başlayan ‘Yenişehir’de daha ‘modern’ sayılan bir apartmanın dairesine.... Kardeşleri Örsan ve Gülden de o apartmanlarda doğdu. Öymen kardeşler o evlerdeki çocukluk yaşlarını sürdürürken, tüm evlerin üzerine kara bulutlar yaklaşıyordu… İkinci Dünya Savaşı’nın başlayışı 1 Eylül 1939 günündedir. Ancak hazırlıkları, ailenin hayatını etkilemeye çok önceden başlamıştı. Öymen anlatıyor: “Savaş en önemli meselemizdi. Oyuncaklarım arasında mavi ve kırmızı renkli kurşun askerlerim vardı. Kırmızılar bizimkiler, maviler İtalyanlar oluyordu. Eve gelen arkadaşlarla iki takım halinde o iki grup “asker”i savaştırıyorduk. Kırmızılar tabii ki, mavileri yeniyordu!” Ama tabii, asıl gerçek savaş çıkarsa, onun sonucu nasıl olacaktı? Mesele oydu. Almanlar, Bulgaristan’dan geçerek bizim sınırımıza dayandıklarında hükümet İstanbul’un mümkün olduğu kadar boşaltılması kararını aldı. Öymenler’in evinde de bazı değişiklikler oldu: “Geceleri karartmalar başladı. Bahçeli evlere sığınak kazma mecburiyeti geldi. Sokaklarda ‘Sığınak kazarız’ diye dolaşan insanlar vardı. Bizim eve de bir sığınak kazdılar. Alman tehlikesi geçtikten sonra sığınaklar kaldı. Biz de içlerinde ‘savaşçılık oyunu’ oynadık.”
İLK YAZIHANE OKUL KÜTÜPHANESİ
Altı yıllık savaş 1945’te sona erdi. Öymen de ortaokulu bitirip liseye geçiyordu. Artık yavaş yavaş mesleğine karar verme zamanıydı… Seçim zor olmadı. Küçüklüğünden itibaren edebiyata meraklıydı. Hatta yayın yönetmenliğini yaptığı bir dergisi bile vardı! Anlatıyor: “Babam Milli Eğitim Bakanlığı için ilköğretim dergisi çıkarırdı. Çalışmalarını eve getirip mizanpajlar yapardı. Biz de üç kardeş ona bakıp ‘Öymen Kardeşler’ diye küçük dergi yapıyorduk. A4 kağıtları bir araya getirirdik. Okuması beş kuruştu! Eve gelen misafirlere okutur, para tahsil ederdik. Sonra lise çağında ‘Ata Yolu’ diye duvar gazetesi yapıyorduk. Edebiyat dersim iyi diye beni kütüphane mümessili yapmışlardı. Kütüphane odasında bir masam vardı, ilk yazıhanem orası oldu!”
‘OKUL YERİNE HAVADİS TAKİBİNE GİDİYORDUM’
Altan Öymen 1949’da liseyi bitirdikten sonra, yeni kurulan Ankara Üniversitesi’nin Hukuk veya Siyasal Bilgiler bölümlerinden birini seçme durumundaydı. Bunda Siyasal Bilgiler’in basketbol sahası ve içinde satranç oynanan kafeteryası belirleyici oldu. Kararını Siyasal Bilgiler’den yana kullandı. Ancak ne sınıflarda ne de basketbol sahasında istediği kadar vakit geçiremedi çünkü 1950’de yapılan seçimlerle hayatında bazı değişiklikler oldu… Ailenin geçim durumu biraz sarsılmıştı. Öymen, sonrasını şöyle anlatıyor: “Babam karşı çıktı ama ben gazeteciliğe merak salmıştım. Daha önce orada çalışmış bir arkadaşım –sonraların değerli ressamı Ömer Uluç– Ulus Gazetesi’ni denememi önerdi. Başvurdum, girdim. Giriş o giriş… Önceleri okulda dereceye girerken sonrasında gazetecilik cazip geldi. Sınavlar yerine sahada havadis peşinde olduğumdan okulda iki yıl sınavlara giremedim. İkinci sınıftaki son denememde, sınıfta yer ararken bir kız sesi duydum; ‘Ayhan burası boş!’ diyordu. Adımı yanlış söylese de bana hitap ettiği belliydi. Yanındaki boş yere oturdum ve eşim Aysel ile tanıştım. O arada okulu bitirdim, 1955’te mezun oldum, birlikte oturmamız devam etti.”
GAZETECİLİK VE SİYASET ARASINDA BİR HAYAT
Öymen’in hayatı bundan sonra gazetecilik ve siyaset arasında gidip gelerek devam etti. Anlatıyor: “1950’deki seçimlerden sonra, ‘Hangi partiyi tutuyorsun’ gibi ufak kamplaşmalar başlamıştı. Biz ‘CHP’yi tutan’ üç arkadaş o dönem gidip CHP’ye üye olmuştuk. O dönem kurulan CHP Gençlik Ocağı’na başkan seçildim. Bir yandan da CHP’nin gazetesi Ulus’ta muhabirdim. Sonra 1953’te bütün CHP mallarına el koyulurken Ulus’u kapattılar. ‘Yeni Ulus’ çıktı onunla devam ettim. Sonra bir İstanbul gazetesinin –Tercüman’ın– Ankara temsilciliğini yaptım. Gazeteciliğimin başlangıcından itibaren sırasıyla polis, adliye, bakanlık ve parlamento muhabirliği yaptım. Ankara Gazeteciler Sendikası Başkanı ve Cemiyet Başkanı oldum. Kurucu Meclis’e seçildim. 1961’de yeni Anayasa’yı çıkardık. Ondan sonra basın ataşesi olarak bir süre Almanya’ya gittim. Dönüşte gazeteciliğe döndüm.” Altan, meslekteki 70. yılını bu ay geride bıraktı…
‘ALTAN AĞABEY’İN ZARAFET KURALLARI
Hem gazetecilikte hem de siyasette ‘Altan Ağabey Zarafeti’ diye bir şey var. Bunun sırrı nedir acaba? Şöyle yanıtlıyor: “Aslında bu benim yetiştiğim dönemin adetlerinden geliyor. Tartışmalar yine olurdu ama bunlarda hiçbir zaman çok ileri gidilmezdi. Mesela siyaset hayatını alalım; Demokrat Parti’yle CHP arasında sert tartışmalar olurdu ama sonra iki taraf da birbirine çiçek atar ve yeniden bahar havası oluşurdu. Partiler arasında ziyaretler olurdu. Şimdi bunların yerine siyasette birbiriyle hiç görüşmemek var. Televizyonlarda açık oturumlarda bir araya gelmek ortadan kalktı gibi… Gazetecilikte de polemikler olurdu ama daha dikkatli davranmak esastı. Kavgacılık geri plandaydı. İlişkileri iyiye götürme gayretleri galiba hayli azaldı. Onun yerine kavgacı olma alışkanlığı başladı. Her şeye rağmen, gene de diyalogu esas alırsak, daha iyi olur kanısındayım.”
ANKARA DİSİPLİNİ
Altan Bey’den bir ders: “Bir yere zamanında gitmek çok önemlidir. Yine laf oraya gelecek ama, olsun; İsmet Paşa bir yere gidecekse trafik olma ihtimaline karşı, yola erken çıkardı. Erken de gitmemeye, tam zamanında orada olmaya gayret ederdi. Vehbi Koç da İsmet Paşa’dan öğrendiğini söylerdi. Bir yere gideceği zaman evden erken çıkar, fazla erken gidecek gibi olursa da kapıda beklememek için yolda tur atardı. Ankara’da biz de bu usulleri öğrenmiştik. İstanbul’a gelince gördüm ki, orada durum farklı: Geç kalmak adet haline gelmiş! Ankaralıların daha bir “demokratik disiplin” içinde oldukları anlaşılıyor. İstanbullular ise trafik gibi konular da dahil, kendilerini biraz tesadüflere bırakıyor gibiler.”
GENÇLERE ÖNERİLER
1. Geçmişi iyi bilmekte fayda var. Özellikle siyasal-sosyal olaylarda, geçmişteki yanlışların tekrar yaşanmaması mümkün olur. Mehmet Akif’in “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar / Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” mısraları, bence de isabetlidir.
2. Zamanı iyi kullanmalı. İnsan çalışmalı ve işini sonuna kadar iyi yapmalı ama, işin dışındaki imkanları da iyi kullanmalı.
3. Öğrenme fırsatı bulduğunuz şeyi ötelemeyin; öğrenin! Bir daha aynı fırsatı bulamayabilirsiniz.
4. Gençlere siyasete girmelerini içtenlikle öneririm. Seçmen olmak bir görevdir. O görevin gereğini yerine getirmek için de siyaseti izlemek lazımdır. Gençler ne kadar çok siyasetle uğraşırsa bir ülkenin siyaseti o kadar iyileşir. Ve o iyileşme, nesilden nesle (kuşaktan kuşağa) kalıcı hale gelir.
CHP’NİN BAŞINDA KALSAYDI?
Peki ya pişmanlıkları? 1999-2000 yılları arasında yaptığı CHP Genel Başkanlığı devam etseydi nasıl olurdu acaba? Şöyle yanıtlıyor: “Zor bir dönemdi. 15 ay sürdü. Baraj altında kalmış olan CHP, yeniden canlı hale geldi. Öyle olunca da parti içi yönetimde yer almaya talep arttı tabii! Kalsaydım bence daha iyi olabilirdi. Çok hızlı bir yükselme dönemine girmiştik.”