Güncelleme Tarihi:
Çoğunuz gibi nasihatten hoşlanmazdım, küçükken. Hele atasözleriyle verilen dolaylı nasihatlere sinir olurdum. Hangi çocuk olmaz ki? Zamanı gelsin diye saklanması gereken samanın önemini hayatında hiç saman görmemiş bir çocuğa gelin de anlatın bakalım. Ya da birbirine baka baka kararan üzümleri. Üzümün gözü mü var ki baksın? Aaa yoksa sürekli birbirlerine bakan üzümler mi zamanla siyah üzüm oluyor? Peki, çekirdeksiz üzüm ne yapmış da çekirdeksiz kalmış? Çocuklardan soru mu istersiniz, buyurun cevaplayın kolaysa.
Hele ilkokula baÅŸlar baÅŸlamaz temcit pilavı gibi günde birkaç defa karşımıza çıkan, "Aslan yattığı yerden belli olur" bana hiç inandırıcı gelmezdi. Hangi atamız aslanlarla yattıkları yere göre sınıflandıracak kadar haşır neÅŸir olmuÅŸ da bu lafı etmiÅŸ, der baÅŸka soru üretmeye tenezzül etmezdim. Hala çok hoÅŸlanmam atasözlerinden. "Gemisini kurtaran kaptan", " Her koyun kendi bacağından asılır", "Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de" gibi kimi bencillik kimi de ikiyüzlülük tavsiye eden hangi atamızsa, onun tavsiyelerinden hele hiç hazzetmem.Â
Ama bu aslan ve yatak meselesi iki kez capcanlı karşıma çıktı. Üstelik atasözündeki gibi gizli anlamıyla değil kelime kelime tam karşılığı şeklinde.
Sanıyorum 20 veya 21 yıl önceydi. Milliyet Gazetesi'nde 10 Kasım sayfası hazırlıyorduk. Patronumuz Yener Süsoy, Atatürk'ü anlatan çok farklı bir haber yapmamızı istedi. "Mesela,ÂDolmabahçe Sarayı'na gidin, o gözle gezin. Özel eÅŸyalarına filan bakın" dedi. Biz de birlikte pek çok macera yaÅŸadığımız en sevgili arkadaşım Altan Tunk'la beraber yola revan olduk. Saray'da Müze Müdürü bizi gezdirdi, dolaÅŸtırdı. Bilinmeyen hiçbir ÅŸeye rastlayamadık. Ama o günleri bilen bilir, eli boÅŸ dönmek benim diyen yiÄŸidin harcı deÄŸildi. Ölmek var boÅŸ dönmek yoktu. Hatta ölmek bile kurtuluÅŸ sayılmazdı, inanın abartmıyorum. Neyse ki eskilerin can havli, yenilerin adrenalin dediÄŸi ÅŸey mutlaka bir çözüm buldururdu sonunda. O gün de buldurdu.
Hangimizin akıl etti şimdi hatırlayamıyorum. Müze Müdürü'ne üzerinde bayrak örtülü olan yatağa yakından bakmak istediğimizi söyledik. Kabul etti. Bayrağı köşeden azıcık kaldırdı. Altından son derece mütevazı bir kumaştan çarşaf, yün bir yastık ve yine yün ya da pamuk ama oldukça sert yorgan çıktı. Orası saray ya, biz ipekler atlaslar bekliyoruz. Tabii çok şaşırdık. Derhal aklımıza bunların daha sonra idareten konduğu, Atatürk'ün aslında tahmin ettiğimiz gibi konforlu bir yatakta yattığı ihtimali geldi. Yanılmışız. Müdür beyin anlattığına göre, evet bunların bir kısmı orijinal değildi fakat aslının tıpatıp aynısıydı. Böylece O'nu anlatan istediğimizden ala bir ayrıntı yakalamıştık. Sıra bunu gazeteye yansıtmaktaydı. Ama fotoğraf çekmemiz için izin almak ne mümkün. Dökmediğimiz dil, etmediğimiz rica kalmadı. Nafile. Bayrakla örtülü olmadan asla.
İşte tam o sırada Müze Müdürü'nü telefona çağırmazlar mı? Çağırdılar. Altan'la sadece birbirimize baktık ve bayrağı kenardan açıverdik. Deklanşör deklanşör olalı böyle muamele görmemiştir. Hele Altan'dan asla. Bayrağı tekrar örtüp, odadan nasıl çıktık, geri dönmekte olan Müdür'e nasıl teşekkür ettik, bilmiyorum. Kendime geldiğimde elele tutuşmuş Salı Pazarı istikametine doğru koşar durumdaydık. Ebatlarımızdan ötürü yuvarlandığımız da söylenebilir.
O 10 Kasım'da bizim haber tam sayfaydı. Ne yazdığım tam olarak aklımda değil merak eden Milliyet arşivinden bulabilir ama yazının bir yerinde "İsteseydi sultanların yatağında yatabilirdi" dediğimi hatırlıyorum. Hep sevdiğim O adama o gün yeniden hayran olmuştum.
Yıllar geçti. Orhan Kemal'in bir kitabına ihtiyacım var fakat bulamıyorum. Sağa sola sordum. Oğlu Işık Öğütçü'yü aramamı söylediler. Aradım. "Ben Cihangir'de müzede bulunuyorum, ne zaman isterseniz buradan alabilirsiniz hem de müzeyi görmüş olursunuz" dedi. Orhan Kemal, daima tekerleme gibi söylediğim "Yazarlar içinde en sevdiğim Orhan ve en sevdiğim Kemal" olmasına rağmen adını taşıyan bir müzenin varlığından haberdar değildim. Doğrusu dar bir zamanım olduğu için hemen gidip görme fırsatım da yoktu. Bir arkadaşımdan rica ettim, kitabı almasını. Gitti.
Döndüğünde yıllardır tanıdığım, edebiyatla da pek alakası olmadığını bildiğim, üstelik dünyanın birçok görkemli müzesini gezmiş görmüş arkadaşım müthiş bir heyecanla bozuk plak gibi, "Görmen lazım. Hemen görmen lazım. Bilhassa yatağını görmen lazım. Daktilosunu, el yazısıyla notlarını, elbisesini, fotoğraflarını, masasını, kitaplığını, o sadeliği ama bilhassa yatağını görmen lazım" diyordu.
Birkaç gün sonra gördüm. Bu kez şaşırmadım. Geçen 20 küsur yılda söyledikleriyle yaşadıkları bir olan insanları diğerlerinden ayırt etmeyi öğrenmiştim, demek ki. Gerisini anlatmayacağım. Orhan Kemal Müzesi'ne gidin ve kendiniz görün. Çocuklarınız varsa bilhassa onları götürün. Cebinizden beş kuruş çıkmadan dünyadaki en paha biçilmez şeyin, ölümsüzlüğün sırrını orada bulacaksınız. Hele İkbal Kahvesi'nde oturup bir çay içerseniz, yanınızda da babasından miras muzip gülümsemesi ve sıcacık sohbetiyle Işık Öğütçü olursa (ki mutlaka olur) o sırada bir düşünün bakalım "Orhan Kemal 2 Haziran 1970'te Sofya'da öldü" diyorlar, doğru mu?