İdam kalkınca kaybolacak eski ‘güzel’ teamüllerimiz

Güncelleme Tarihi:

İdam kalkınca kaybolacak eski ‘güzel’ teamüllerimiz
Oluşturulma Tarihi: Haziran 02, 2002 00:00

Milli Güvenlik Kurulu, idamın kalkmasına vize verdi. Meclis, şimdi, binlerce senelik geleneklerimizden biri olan bu işi, artık sadece tarih kitaplarında rastlayabileceğimiz bir konu haline getirmek için kolları sıvayacak.Halbuki biz idamı geçmişte sanat haline getirmiş, dibekte kafa ezmekten çengele vurmaya kadar değişik ve renkli can alma metodları icad etmiştik... İşte, şimdi bütün bunlardan elimizde kalan son metodun, darağacının da tarihe intikal etmek üzere olduğunu görünce, eskiden can almakta kullandığımız usulleri bir sıralayayım dedim:Milli Güvenlik Kurulu idamın kalkmasına vize verdi; ‘‘Apo'yu asalım, idamı ondan sonra kaldıralım’’ diyen MHP de karara saygı duyduğunu açıkladı. Meclis şimdi binlerce senelik geleneklerimizden biri olan bu işi, yani idamı artık sadece tarih kitaplarında rastlayabileceğimiz bir konu haline getirmek için kolları sıvayacak.Halbuki biz idamı geçmişte sanat haline getirmiş, mahkûmun kafasını dibekte dövmekten keçeye sarıp ezmeye, hatta çengele vurmaya kadar değişik ve renkli can alma metodları icad etmiştik... İşte, şimdi bütün bunlardan elimizde kalan son metodun, darağacının da tarihe intikal etmek üzere olduğunu görünce, eskiden can almakta kullandığımız bütün bu usulleri bir sıralayayım dedim:KEÇEYE SARIP EZME: Bunu, Osmanlı'dan çok önceki devirlerde sadece hanedan mensuplarına uygulardık. Hanedan gücün timsaliydi, kanı kutsaldı, dolayısıyla bu kanın toprağa damlamaması gerekirdi ve bu inanç, bir yerde devlete saygının işaretiydi. Ölmesine hükmedilen hanedan mensubunun elini-kolunu bağlar, geniş bir keçenin kenarına yatırır, keçeyi rulo haline getirir, adamcağızı bu rulonun tam ortasında bırakır, sonra büyücek bir meydana götürür ve üzerinden bin kadar atlıyı dörtnala geçirirdik. Süvariler birkaç tur atınca mahkûmun kemikleri unufak olur ama yere tek bir damla olsun kanı damlamaz, böylelikle de geleneği çiğnenmemiş sayılırdık. Meselá Cengiz Han, isyan eden kumandanı Camoka'yı keçeye sardırıp atlara çiğnetmiş, sonra da kayalara vurdurmuştu. Keçeye sarıp atlara çiğnetmenin yerini, zamanla kemendle boğma aldı.ÇENGELE VURMA: İstanbul'da, Eminönü'nde kalın kalaslardan yapılmış kulemsi bir álet dururdu ve üzerinde bir sıra değişik uzunlukta, uçları yukarı doğru kıvrık çengeller vardı. Celládlar anadan doğma soydukları mahkûmun ellerini ve ayaklarını sımsıkı bağlar, makaralara takılı iplerle çatıya kadar çeker ve bir anda çengellerin üzerine bırakırlardı. Mahkûm başından, boynundan, gövdesinden, karnından yahut bacağından çengellerden birinin veya birkaçının üzerine saplanıp kalır, bazen derhal ölür, bazen de saatlerce ve hattá günlerce feryád ettikten sonra can verirdi.KAZIĞA OTURTMA: Bu, Balkanlar'dan öğrendiğimiz bir idam biçimiydi. Yol kesenleri ve denizde korsanlık edenleri kazığa oturturduk. Mahkûmun ellerini ve ayaklarını bağlar, sonra bilek kalınlığında ve gayet sert ağaçtan yapılmış yağlı bir kazığa itinayla çakardık ama bu iş maharet isterdi: Kazığın kuyruksokumunun tam ucundaki derinin altından girmesi, omurgaya zarar vermeden yukarıya uzanması, enseden çıkması ve bütün bunlar olup biterken mahkûmun çok uzun sürede can vermesi lázımdı.İŞKENCEYLE ÖLDÜRME: Katiller ve soyguncular için infaz öncesi uygulamalardan biriydi. Cellád, suçu sabit olan hırsızı çaldıklarının yerini söylemesi için işkenceye alır, konuşturduktan sonra ya kazığa oturtur, yahut satırla kafasını keserdi. İşkenceye dayanamayıp oracıkta ölenin hesabı ise sorulmazdı, zira o zamanların ceza kanunlarında ‘‘İşkencede ölenin hesabu öldürenden sorulmaya!’’ diye bir madde vardı.KELLE KESME: Askerlere ve yüksek devlet memurlarına tatbik ettiğimiz bir idam biçimiydi. Celládın, kelleyi çifte oluklu bir palayla tek vuruşta uçurması lázımdı. Canından olacak olan zat eğer çok yüksek rütbeli asker ise tantanalı bir cenaze merasimi yapar, devlet erkánını tabutun önünde ‘‘merhumu pek de iyi bilirdik’’ diye bir güzel ağlatır ve definden sonra mezarının başucuna ‘‘Çok büyük bir askerdi ve devlete büyük hizmetleri dokunmuştu’’ yazan mermer bir taş dikerdik.KEMENDLE BOĞMA: Devrik hükümdarlar ve siyasi mahkûmlar içindi. ‘‘Kemend’’ denilen boğma vasıtası ipekten ince bir halat yahut işlemeli, şık bir kuşaktı. Mahkûmun boğazını acıtmaması için iyice yağlayıp öyle kullanırdık. Hatta, bazı mahkûmların başını idamdan sonra ‘‘şifre’’ denilen çok keskin bir usturayla gövdesinden ayırıp ‘‘ibret taşı’’nın üstüne koyduğumuz yahut sarayın şehre açılan büyük kapısının önüne attığımız da olurdu.TAŞLAMA: Bu infaz biçimine ‘‘recm’’ derdik ve 700 küsur senelik Osmanlı tarihi boyunca sadece bir defa, 17. yüzyılda, Sultan Avcı Mehmed zamanında uyguladık. Aksaraylı Abdullah Çelebi'nin Yahudi bir erkekle basılan karısını fetva alarak yani işi dini bakımdan da meşrulaştırarak, Sultanahmet'teki Yılanlı Taş'ın yanıbaşında toprağa gömüp taşa tuttuk. Sonra, kadınla beraber basılan Yahudi'nin kafasını da hemen oracıkta uçuruverdik.DARAĞACINA ÇEKME: Sabıkalı hırsızları, özellikle de geceleri ev soyanları suçu işledikleri semtte ve son girdikleri evin, dükkánın veya hanın kapısında asar, cesedlerini ibret-i álem için bir veya iki gün asılı bırakırdık. Sonraları tek yasal idam biçimimiz olan ‘‘darağacı’’ uygulaması, buradan kaldı.Bu sayfadaki bilgilerin ve çizimlerin bazılarını rahmetli Reşad Ekrem Koçu'nun bundan seneler önce yaptığı yayınlardan derledim. Unutanlar için, Koçu'nun kim olduğunu hatırlatayım: Geçenlerde intihal ve reklam meraklısı bir roman yazarı tarafından ‘‘sefahate düşkün bir eşcinseldi, yazdıklarını ona göre değerlendirin’’ gibisinden bir saçmalıkla gadre uğrayan ama Türkiye'de tarihi halka sevdiren bir tarihçiydi...ÇARMIHTA MUMLAMA: 17. asırda, yol kesen eşkiyayı böyle idam ederdik. Suçlu bir çarmıha yüzükoyun sımsıkı bağlanır, omuz başlarıyla kaba etleri bıçakla oyulur, buralara iri yağ mumları dikilir, mumlar yakılır ve çarmıh bir devenin üzerine konup mahkûm şehrin bir ucundan öteki ucuna kadar gezdirilirdi. Eşkiya bütün bunlara rağmen yaşamakta hálá inad ederse çözer, mumları çıkartır ve adamı götürüp asardık.DİBEKTE DÖVME: Büyük suç işledikleri için artık yaşamasını lüzumsuz bulduğumuz din adamlarının kafalarını Topkapı Sarayı'nın avlusunda bulunan ve ‘‘dibek’’ denilen büyük havanlarda dövüp macun haline getirirdik. Kafa büyük bir tokmakla dövülür, böylelikle kanunu ve ‘‘günah’’ kavramını bildikleri halde gene de suç işlemekten çekinmeyenlerin canlarını çok büyük azap içerisinde vermelerini sağlardık.Celládın mezarı bile ayrıydıİDAM, bizde her zaman varoldu ve bu cezayı infaz edenler, yani celládlar halktan daima nefret gördüler.Bu nefret, celládların cenazelerini mezarlıklara kabul etmemek derecesindeydi. Devletin resmi celládları, İstanbul'da ayrı bir yere gömüldüler ve buraya ‘‘Cellád Mezarlığı’’ dendi.Mezarlık Eyüp'te, Karyağdı Tekkesi'nin gerisinde, Gümüşsuyu denilen yerdeydi. Mezarlara boyları iki metreye yaklaşan koyu renk taşlar dikilir, bu taşlara hiçbir şey yazılmaz ve böylelikle celládların isimlerinin bile hatırlanmasının önüne geçilmeye çalışılırdı.Dünyanın ilk ve tek cellád mezarlığı olan bu yerde şimdi sadece iki adet taş kalmış bulunuyor ve onlar da çok yakında yokolup gidecekler. Cellád Mezarlığı'nın geçen asırdaki halini gösteren yandaki çizimi, Nezih İzmirlioğlu'nun eski bir deseninden Burak Çetintaş aktardı.Tarihin arka odasıUzun sürmüş bir mücadelenin tacıTopkapı Sarayı Müzesi'nin müdiresi Dr. Filiz Çağman ile ekibi uzun yıllar boyunca çok çektiler. Binbir türlü iftiraya, yerlerinden edilmek için çeşit çeşit tertibe maruz kaldılar ama bütün bu zorluklar içerisinde, Topkapı Sarayı'nı modern bir müze haline getirmeyi başardılar. Seneler süren mücadeleleri, Türkiye'nin Oscar'ı olan Vehbi Koç Ödülü'nün bu hafta saraya verilmesiyle taçlandırıldı.TÜRKİYE'nin Oscar'ı olan Vehbi Koç Ödülü, Topkapı Sarayı'na verildi. Saray son birkaç senede, müze haline getirilmesinden bu yana görülmemiş bir atılıma ve restorasyona sahne olmuş, açılan sergilerle, yenileme çalışmalarıyla ve deprem konusunda alınan tedbirlerle modern müzeciliğin tam bir örneğini teşkil etmişti.Bütün bunların arkasında, sarayın müdiresi Dr. Filiz Çağman ile seçkin idari kadrosu vardı. Filiz Hanım sadece Türkiye'nin değil, dünyanın sayılı sanat tarihçilerindendi ve minyatür konusunda çok sayıda ilmi yayın yapmıştı. Bir zamanlar başında bulunduğu saray kütüphanesindeki elyazmalarını ‘‘gözü tutmadığına göstermeyecek’’ derecede korumasıyla tanınırdı. Neredeyse 40 seneden beri sarayda çalışmadaydı, buraya genç bir asistan olarak girmiş, zamanla müdürlüğe yükselmişti. Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın, bu bilgin müzecimizi bundan birkaç sene önce Topkapı Sarayı'nın başına getirmesi, bence siyasi hayatının en hayırlı kararıydı.Filiz Hanım ve kadrosu bundan birkaç sene öncesine kadar neler neler çektiler... Sürgünlere yollandılar, bazı ‘‘dini bütün’’ TV'lerde onlar için söylenmedik söz bırakılmadı, hatta bir iftira neticesinde evleri bile arandı. Aslında birilerinin bu kadroyla uğraşması hálá devam ediyordu: Meselá, isminin başında ‘‘Prof. Dr’’ unvanını taşıyan bir tarihçi yeni çıkarttığı bir kitabın, daha doğrusu yeni yazıya çevirdiği eski bir risalenin önsözünde, saray arşivinin başında bulunan ve belgeleri bir annenin çocuğunu himaye edişi gibi korumasıyla bilinen fedakár arşivist Ülkü Altındağ hakkında iftiralar atıp ucuz dedikodular çıkartmaktan utanmamıştı.Burada, bir konuyu aydınlığa çıkartmam gerekiyor: Vehbi Koç Ödülü'nün Topkapı Sarayı'na verilmesi, ödülü sarayın bağlı bulunduğu Kültür Bakanlığı'nın aldığı şeklinde anlaşıldı ama işin aslı böyle değildi: 100 milyarlık ödül bakanlığa değil, ‘‘Kamu Yararına Çalışan Topkapı Sarayı Müzesi'ni Sevenler Derneği’’ne ve ‘‘sadece restorasyon işlerinde kullanılmak şartıyla’’ verildi.Eskiden ‘‘tetvic etmek’’ diye güzel bir söz vardı ve ‘‘taçlandırma’’ demekti. Vehbi Koç Ödülü'nün Topkapı Sarayı Müzesi'ne gitmesi, bir zamanlar derdlerin en ağırını yaşamış olan Dr. Filiz Çağman'ın taçlandırılmasıdır.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!