Hz. Ali ve Cünade bin Cünded, künyesi Ebuzer

Güncelleme Tarihi:

Hz. Ali ve Cünade bin Cünded, künyesi Ebuzer
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 13, 2011 00:00

Rivayetlerden biri Hz. Muhammed’in varlığından haberdar olup Mekke’ye geldiğinde ilk karşılaştığı kişinin Hz. Ali olduğudur. Medine’den bir daha dönmemek üzere çıkarıldığında kendisini uğurlayan da Hz. Ali’dir.

CÜNADE bin Cünded; künyesi Ebuzer. Putlar artık onun taptığı değil. Kervanlara saldırarak ün salan kabilesinden de ayrılmış. Vaktinin büyük bir kısmını evinde geçiriyor; arayışına yanıt verecek bir “ses” bekliyor. Bir gün evinin önünde otururken, “Mekke’de putperestliğe karşı çıkan ve peygamberlik iddiasında bulunan biri var. Bütün tanrıları tek bir Allah’a indirgedi” diyen bir yolcu çıkıyor karşısına.

Kendi gözleriyle görmeli

Yolcunun anlattıkları üzerine kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderiyor bilgi alması için. Uneys şu bilgiyle dönüyor: “O tam da senin gibi tek bir Allah’a ibadet ediyor, iyilikle muamele etmeyi emrediyor. Allah’ın elçisi olduğunu söylüyor.” Üneys’in verdiği bilgi Ebuzer’e yetmiyor; Mekke’de olanları kendi gözleriyle görmeli.
Mekke’dedir, müşriklerin, Müslümanlara yaptığı baskılardan haberdar, kimseye neden geldiğini söyleyemiyor. Kimi kaynaklara göre bir ay boyunca Kabe’de “O’nu” görmek için bekliyor. Bekleyişin sona erişi şöyle anlatılır: Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir’le birlikte Kabe’nin avlusuna girmiş ve uzun süre ibadet etmiştir. Ebuzer, kendilerine yaklaşır ve “Resulullah” unvanıyla selam verir. Hz. Muhammed önce kim olduğunu sorar, kendini tanıtır Ebuzer. “Ne zamandır buradasın?” sorusu, “30 gündür” yanıtı... “Ne yiyip içiyorsun?” diye sorar Hz. Muhammed, “Gece gündüz içtiğim zemzem suyundan başka hiçbir şey” karşılığı... O geceyi Hz. Ebubekir’in evinde geçirir Ebuzer. Ertesi gün Hz. Ali onu alır, Hz. Muhammed’in bulunduğu yere getirir.”

Kadim arkadaşlığın başlangıcı

Bir başka rivayet ise şöyledir ki bu rivayet, Hz. Ali ile Ebuzer arasındaki “kadim” arkadaşlığın başlangıcı olarak da kabul edilir. Mekke’ye gelişinin üçüncü günü, Ebuzer Kabe’nin etrafında O’nu (Hz. Muhammed) görmek için dolaşıyor. O sırada Hz. Ali’yle karşılaşıyor. Hz. Ali, “bitkin ve yalnız” Ebuzer’e evini açıyor. Sonradan ortaya çıkacak ki ev Hz. Muhammed’in evi. Hz. Muhammed güvenlik nedeniyle o günlerde Erkam’ın evinde kalıyor. Hz. Ali’nin bir müşrik olabileceği korkusuyla sesini çıkartmayan Ebuzer, üç günlük konukluğun sonunda Mekke’ye neden geldiğini açıklıyor; “Burada bir adamın peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydum.” Hz. Ali, davranışlarıyla güven veren Ebuzer’i, Hz. Muhammed’le tanıştıracağı sözünü veriyor. Ve sonunda büyük buluşma gerçekleşiyor. Ebuzer, Müslümanlığı ilk kabul edenlerden oluyor ve Hz. Muhammed’in en çok güvendiklerinden.

Keşke Ebuzer olsa

Hz. Muhammed’le arasındaki ilişkiyi en iyi anlatan olay Tebük Seferi sırasında yaşanıyor. Ebuzer, devesinin yaşlılığından ordunun arkasında kalıyor. Üstüne üstlük kimi sahabeler Ebuzer’in de “savaş kaçkını” olduğunu şüphesine kaptırıyor kendini. Ebuzer ise o sırada devesini çölde kaderiyle baş başa bırakmış, yürümektedir. Su bulur; Hz. Muhammed’in de olası susuzluğunu düşünür, suyu içmez. Adımlarını daha da hızlandırarak ordunun kamp kurduğu bölgeye ulaşır. Birinin yaklaştığını gören Hz. Muhammed’in rivayettir ki ağzından dökülen cümle şu olur: “Keşke Ebuzer olsa.” Hz. Muhammed, susuzluktan ve yorgunluktan ayaklarının dibine yığılıp kalan Ebuzer’e, “Yanında su var ama susamışsın” der; Ebuzer, “Düşündüm ki, böyle bir çölde ve böyle bir güneşte siz...” karşılığını verir. İşte o zaman Hz.Muhammed’in ağzından şu cümle dökülür: “Allah Ebuzer’i bağışlasın, yalnız yol alır, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur (dirilir)!” (Yarın: Ebuzer’in Hz. Muhammed’in ölümü sonrasındaki yaşamı ve sürgünü)

Diyanet’ten çocuklara iftar yemeği

DİYANET İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, önceki gün Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) evlerinde kalan çocuklarla iftar yemeğinde buluştu. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez buluşmada “Hz. Muhammed’in (sav) ‘çocuklar cennetin kokusudur’ der. Aslında sizler bize cennetin kokusunu getirdiniz” diye konuştu. “Bazı arkadaşlarınızı daha önce ziyaret ettim ve onlarla bir ders yaptık. Ben merak ediyorum şimdi. Acaba o dersleri hatırlayan var mı?” sorusu üzerine çocuklardan birçoğu Başkan Görmez’den öğrendikleri hadisleri okudu. “Önümüzdeki Ramazan’ı beklemeyelim, bu yıl içinde tekrar bir araya gelelim” diyen Diyanet İşleri Başkanı Görmez daha sonra çocukların okudukların sergilediği tiyatro gösterisini izledi. İftar yemeğine katılan Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz ise “Allah sizi seviyor. Size rahmetle bakıyor. Peygamberimiz sizi seviyor, bizler seviyoruz. İnşaallah sizler geleceğin güzel insanları olacaksınız” dedi.

Otel önü iftarları Taksim Gezi Parkı’nda

EMEK ve Adalet Platformu’nun “Otelönü İftarları” adıyla başlattığı girişimin ikinci buluşması bugün Taksim Gezi Parkı çıkışında gerçekleşecek. “Açlıkta eşitlendiğimiz oruç günlerini, tokluk günlerimizi de kapsayacak şekilde genişletiyoruz” diyen platformun açıklaması şöyle: “İkinci iftarımız, 13 Ağustos 2011 Cumartesi akşamı Taksim’de, Gezi Parkı’nın çıkışında, ‘Otel’ üçgeninde olacak. Çorba, pide, su, ayran, beyaz peynir, zeytin ve hurma bizden. Katkıda bulunmak isteyenler termoslarına çay doldurup gelirlerse buna ‘hayır’ demeyiz.”

Milletimiz şüpheye düşmesin İslam’da teravih namazı var

DİYANET İşleri Başkanlığı, teravih namazı tartışmalarıyla ilgili yaptığı açıklamada, “Milletimiz teravih namazının İslâm’ın ibadet tarihinin ayrılmaz unsurlarından olduğu konusunda en küçük bir şüpheye düşmemelidir” dedi. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan yapılan açıklama özetle şöyle: “Aziz milletimiz bilmelidir ki İslam’da ‘teravih namazı’ diye bir namaz vardır. Bu namaz, Ramazan gecelerinde kılınan bir namazdır. Bu namazı Hz. Peygamber bizzat kendisi kılmıştır. Onun kıldığını gören sahabiler de bu namazı kılmışlardır. Hatta o kadar çok ilgi göstermişlerdir ki Sevgili Peygamberimiz bu namazın onlara farz kılınmasından yahut onlar tarafından farz telakki edilmesinden kaygı duyduğu için bilahare bu namazı mescitte değil evinde kılmayı tercih etmiştir.
Akla ziyan iddia
Hz. Peygamber’in bu namazı yasakladığı iddiası ise akla ziyandır. İlk Müslümanlar Hz. Peygamber’in vefatının ardından Hz. Ebubekir devrinde ve Hz. Ömer devrinin ilk iki senesinde teravih namazı kılmışlardır. Başkanlığımız milletimizin dini hassasiyetini rencide edecek her türlü teşebbüsü yakından izlemekte, dini konularda en yüksek karar organı olan Din İşleri Yüksek Kurulumuz da halkımızı aydınlatmaya devam etmektedir. Teravih namazını İslam’ın ciddiyetine ve vakarına yakışmayacak polemiklere malzeme haline getirmenin herhangi bir dini hassasiyetle, herhangi bir ilmi ve fikri mülahazayla yahut herhangi bir toplumsal maslahatla izahı mümkün değildir.

Efendimiz (sav) de evlat acısı yaşadı

ALLAH’ın Elçisi, Ümmü Gülsüm’ün vefatı üzerine ağlayan Hz. Osman’a “Neden ağlıyorsun?” diye sorunca, Osman; “Seninle olan hısımlığım kesildi de ondan” diye cevap vermişti. Rasûlullah da; “Ölüm hali hısımlığı sonlandırmaz, hısımlığı boşanma sonlandırır” diyerek onu rahatlatmıştı. Ümmü Gülsüm’ün cenazesini yıkayan hanım sahabîler, saçlarını üç örük yapmışlar, Rasulullah’ın verdiği peştamal, gömlek, başörtüsü ve çarşaf ile onu kefenlemişler ve güzel kokular sürerek son yolculuğuna uğurlamışlardı. Ümmü Külsûm kabre konduğunda Peygamber Efendimizin ağzından şu ilâhî mesaj dökülüyordu: “Sizi topraktan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve sizi oradan tekrar çıkaracağız.” (Taha, 20/55) (İbn Hanbel, V, 254, no: 22540;Ebû Dâvud, Cenâiz, 31,32, no: 3157) Hazırlayan: Dr. Mahmut Demir/ Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARLARINDAN

İFTAR çadırına zekat vermek: İftar çadırında verilen yemekler fakirlere hayır olarak yedirilmek üzere hazırlanmaktadır. Çoğu defa orada yemek verenler zekâtlarının bir bölümünü vererek katkı sağlamaktadırlar. Diğer taraftan iftar çadırlarında muhtaç kimseler yanında zenginler de zaman zaman buralarda iftar etmektedirler. Zekât fakirin hakkı olduğu için zekât verilmesi caiz olmayan zenginlerin yedikleri zekâta sayılamaz. Bu bakımdan verilen zekâtların tam olarak yerini bulması için ya sadece fakir olanlar iftar çadırlarından istifade etmeli, ya da iftar çadırları zekât kaleminden değil, sadaka ya da bağış kaleminden finanse edilmelidir.

Doç. Dr. İsmail Karagöz: Batıl inanışlar bidat ve hurafeler (1)

İNSAN, “Allah’a kulluk” ile sorumlu kılınmış bir varlıktır. Bu sorumluluğu yerine getirebilmesi için akıl ile donatılmış, ilk insan Âdem’den (a.s.) itibaren Peygamber ve kutsal kitaplarla kendisine rehberlik edilmiştir. Zamanla insanlar, peygamberin tebliğ ettiği dinî esaslardan uzaklaşmış, haktan sapmış, batıl, bidat ve hurafelere dalmışlardır. Yüce Allah, bu durumu düzeltmek için yeniden peygamber göndermiştir. Peygamberler, hakkı ve doğruyu yeniden insanlara tebliğ etmişlerdir. İnsanlık tarihinde zaman bu şekilde akıp gitmiştir. Hz. İsa’nın ölümünden sonra miladi yedinci yüzyılın başlarına kadar yaklaşık beş asırlık bir zaman diliminde insanlık pey-gambersiz kalmıştır. Bu zaman diliminde toplumlarda hak dinden sapmalar olmuştur. İnsanlar iç dünyalarında var olan din duygusunu tatmin etmek için uydurma ilâhlara, putlara, yıldızlara, ateşe ve başka varlıklara tapmışlar, yüce Yaratıcı’ya ortaklar koşmuşlar, batıl şeylere inanmışlar, haram, günah ve zulme dalmışlar, ahlâken bozulmuşlardır. Hak din üzere kalan insanların sayısı çok azalmıştır. Meselâ; Yahudiler Tevrat’ta tahrifat yapmışlar (Mâide, 5/13), “Üzeyir Allah’ın oğludur” demişler, hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan ayrı rabler edinmişlerdi. Hıristiyanlar, İsa Peygambere ilâhlık isnat etmişler, “Mesih Allah’ın oğludur” (Tevbe, 9/30?31), “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” demişlerdi. (Mâide, 5/17) Yahudiler ve Hıristiyanlar, “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” iddiasında bulunmuşlardı. (Mâide, 5/18) Hicaz bölgesindeki insanların çoğu; Allah’ın birliği esasına dayalı “tevhid” inancından uzaklaşmışlar, yeri göğü yaratan ve rızık veren olarak Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde (Şûrâ, 42/9-13) şefaatçi olur, kendilerini Allah’a yaklaştırır (Zümer, 39/3) inancı ile kendi elleri ile yaptıkları putlara tapmaya başlamışlar (Necm, 53/19-20), Allah’a kız çocuğu isnat etmişler (Zuhruf, 43/16), meleklerin Allah’ın kızları (Şûrâ, 42/19) ve dişi (Zuhruf, 43/19) olduğu inancına sahip olmuşlardı. Kabe’de ıslık çalarak ve el çırparak dua/ibadet etmeye başlamışlardı. (Enfal, 8/35) Hac ibadetini bahar mevsimine denk düşürmek için “nesîe” denilen bir yöntemle hac aylarını değiştirmişlerdi. (Bakara, 2/197) Aile düzenleri bozulmuş, çok evlilik sınırsız bir şekilde uygulanmış, hatta “nikâh-ı makt” denilen üvey anne ile evlenme geleneği oluşmuştu. (Nisa, 4/22) Bazı hayvanların etlerini yemeyi kendilerine haram kılmışlardı. (En’âm, 6/143-144) Bir kısım insanlar köleleştirilmiş, sömürü, zulüm, haksızlık artmış, ahlâkî değerler yitirilmiş, fuhuş, içki ve kumar yaygınlaşmış, kan davaları toplumu sarmıştı.
Dünyanın diğer yörelerinde de durum bundan farklı değildi. Meselâ İran’da ikili tanrı inancı hâkimdi, ateşe tapılırdı. Atalarımızın yaşadığı orta Asya’da putperestlik inancı vardı. Gök tanrıya, yer- su ruhlarına, atalara kurban kesilirdi, ölülerin hatırasına törenler yapılır, hayvanlar kesilir, yemeklerin bir kısmı ölünün mezarları üzerine dökülürdü. Tabiat olaylarına tapanlar vardı. Göğe, büyük dağa, büyük ağaca, gözlerine büyük görünen her varlığa tanrı derlerdi. (Abdülkâdir İnan, Hurâfeler ve Menşe’leri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1962) İşte insanlık âleminin böyle hak dinden uzaklaşmış, batıl ve hurafelere saplanmış olduğu bir zamanda yüce Allah, Hicaz bölgesinde miladın 610 tarihinde Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) bütün insanlara peygamber olarak gönderdi. Peygamberimiz (s.a.s.), çok tanrılı inancı ortadan kaldırmak, tek Allah inancını ve hak dinî hâkim kılmak için mücadele verdi. Müşrikler, buna şiddetle karşı çıktılar. “Kendilerine bir uyarıcı/ peygamber gelmesine hayret ettiler ve kâfirler ‘Bu, yalancı bir sihirbazdır, tanrıları bir tek tanrı mı yaptı? Bu, cidden tuhaf bir şeydir” dediler. Onların bir gurubu da, ‘Gidin, tanrılarınıza bağlı kalın, çünkü bu arzu edilen bir şeydir. Biz bu-nun söylediğini öteki dinde işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir’ dediler.” (Sâd, 38/4-7) Peygamberimizin tebliğ ettiği gerçeklere; geçmiş milletlerin masalları (En’âm, 6/25), uydurma şeyler (Sâd, 38/7), uydurma sözler (Tur, 52/33) ve öncekilerin gelenekleri (Şuara, 26/137) dediler: “Onlara, “Allah’ın indirdiğine/ Kuran’a ve Peygamber’e gelin” denildiğinde, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” dediler. Peki ya babaları bir şey bilmiyorlar ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?” (Mâide, 5/104) “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” dediler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara, 2/170)
Peygamberimiz (s.a.s.), ısrarla İslam’ı insanlara anlattı, Allah’ın yardımı ile kısa denilecek bir zaman diliminde Hicaz bölgesinde yaşayanlar Müslüman oldular. İslam hızla diğer bölgelere de yayıldı. Günümüzde yeryüzünün her tarafında insanlar İslam dininden haberdar oldular. Çeşitli ırklardan pek çok insan Müslüman oldu. Bununla birlikte geçmişten günümüze Müslümanlar, birçok konuda ihtilâfa düştüler, çeşitli inanış, adet ve geleneklere sahip oldular. İslâmî bilgi ve bilinçlenme azaldıkça batıl inanışlar, hurafeler ve bidatler arttı. Ülkemiz insanları arasında da maalesef Kur’ân ve Sünnetle örtüşmeyen, dinî inancımızla bağdaşmayan inanış, kanaat, uygulama ve davranışlar, batıl, asılsız ve hoşa giden uydurma sözler, mantıkî bir dayanağı ve gerçekliği bulunmayan birçok inanç ve uygulama yaygınlaştı (hurafe). Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan, Kuran ve Sünnete uymayan, dine bir ekleme veya dinden bir eksiltme mahiyetinde olan görüş ve uygulamalar ortaya çıktı bidat.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!