Onu şu günlerde Semir Aslanyürek'in Şelálle filminde Kel Selim rolünde izliyoruz. Ama bu nedir ki! 1950'lerden bu yana Türkiye tiyatrosu ve sinemasının, aynı zamanda politikalarının canlı tarihlerinden biri. Sinema ve tiyatronun tüm çilelerini çekmişliğiyle, solculuğuyla, dışlanmışlığı ve bağra basılmışlığıyla, felsefeye, geleneklere, edebiyata, sanata bağlı evrensel ve entelektüel oyunculuğuyla, hayatı ve yaptıklarıyla bu sayfaya sığması mümkün değil. Sığmadı zaten.
Kendisi hayatı boyunca her türlü otoriteye muhalif olsa da, erkeklerinin neredeyse yarısı mülki erkán olan bir sülalenin mensubu olarak İzmit Bahçecik'te, 1936'da doğar. Babasının kaymakamlık, valilik gibi görevleri nedeniyle öğrenim hayatının çoğu Anadolu'nun farklı yerlerinde, biraz da Amerika'da geçer. Nerelerin okullarına gitmemiştir ki: Kırıkkale, Keskin, Reşadiye, Küçükpazar, Kandıra, Posof, Sütçüler, Ayvalık, Michigan, Detroit, Harbour, New York, Silifke, Tarsus, Edremit, Gediz...
Ama bunların içinde en çok Ayvalık'a mim koymak gerekir. 1946'da ilk kez gördüğünde aşık olduğu ve yıllar sonra -şimdi- Çamlıbel köyüne yerleşmesine neden olan Edremit Körfezi, hayatında önemli izler bırakmıştır. Edremit'teki ortaokul yıllarında tanışır Orhan Veli'yle, Ahmet Haşim, Bedri Rahmi, Pir Sultan, Karacaoğlan'la. Ardından müdavimi olduğu Aziz Nesin'in Marko Paşa'sı sayesinde merak ettiği Sabahattin Áli ve kömürlükte bulduğu Nazım Hikmet destanlarıyla. Kendisinden sadece 12 yaş büyük olan Şahin öğretmeni, Soyadını (Özler) Fincan gibi gözler/kazma gibi dişler diye tekerleme yaptığı için sürekli kavga ettiği arkadaşı Cengiz, sonra Güner Çakır ve Ali Gür. Onları hiç unutmaz. Ali Gür, yıllar sonra onu anlattığı bir yazıda, ‘‘o küçük Ege kasabasında dünyayı en çok tanıyanımız kasabamızın alçakgönüllü kaymakamının coşku dolu oğluydu’’ diyecektir.
Liseyi, İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde yatılı okur. Deliler gibi Sait Faik'i, Orhan Kemal'i, ‘‘Kalbimizin ortasında bir güvercin/güvercinin kursağında bir kurşun/kefenimiz arşın arşın/parasıyla peşin peşin’’ diyen Cahit Irgat'ı okuduğu o yıllar da muhteşemdir. Babasının isteğiyle Hukuk'a girer ama bu macera 15 gün sürer. Ardından denedikleri İngiliz filolojisi, sanat tarihi, sistematik felsefe, felsefe tarihi filandır, ama okul hayatı genellikle kantinlerde geçer. Haldun Taner'in tiyatro derslerine katılır ama Edebiyat Matineleri'nde öyküler okumak, bir öyküsünü bitirdiğinde, İ.Ü. Talebe Federasyonu Tiyatrosu'ndan başrol teklifi almak -yani keşfedilmek, Özdemir Asaf, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa'yla meyhaneye gitmek, çok daha cazip değil midir? R harfi özürlü Özdemir Asaf'ın, Sait Faik'in Projektörcü öyküsünü, ‘‘Pğojektöğcü, pğojektöğcü’’ diye okumasına tanık olmak az şey midir yani! Üstelik, o sıralarda İktisat'a devam eden Yılmaz Güney'le çok iyi arkadaş olmuştur.
YILMAZ GÜNEY’İN YILDIZITuncel Kurtiz okul tiyatrosunda başladığı oyunculuğu, Dormen Tiyatrosu'ndan gelen teklifle profesyonelliğe dönüştürür. 1950'lerin sonlarına doğru, Münir Özkul'un Bulvar Tiyatrosu'ndadır; 1960'ta Oda Tiyatrosu'yla turneye çıkar. Dayısının İzmit'teki bin kişilik sinemasına sadece 12 seyirci gelince, ilk geceden batarlar ama olsun; spotları tencerenin içine yerleştirilmiş lambalar olan, pandomimleri açıklamalı oyunlarla altı ay Anadolu'da dolaşırlar. Kent Oyuncuları, Dormen Tiyatrosu, Gen Ar, Gülriz Sururi-Engin Cezzar. Sonradan fraksiyonculuğun parçalayacağı Halk Oyuncuları...
Bir yandan da sinema serüveni başlamıştır. Başlangıçta pek sıcak bakmadığı sinema. Niye? ‘‘boktan, üçkağıt’’ filmlerdir de ondan. İlk filmi, 1962'de Sema Özcan ve Orhan Günşiray'la birlikte rol aldığı Şeytanın Uşakları olur. Sonra, aynı yaşta olsalar da kendisine hep ‘‘ihtiyar’’ diyecek olan Yılmaz Güney'in ilk (kötü) filmleri gelir. ‘‘Ağa gel sinema yapalım’’ diye ısrar eden Güney, belki de bu yüzden söylemiştir şu sözü: ‘‘Tuncel'le ben fahişeyiz, her şeyimizi sattık bu duruma gelebilmek için. Ama kirlenmedik, tertemiziz.’’ Kabadayılar Kralı, Üçünüzü de Mıhlarım'lar, Ben Öldükçe Yaşarım'lar, Bitmeyen Yol'lar... Ve öğretmen olarak yaptığı askerlik. Ne tesadüf(!) ki, Yılmaz Güney de o da Muş'a düşmüştür (Çünkü orası sürgün yeridir). Askerliklerini aynı evde kalarak sürdürürler ama bu bazılarının hoşuna gitmez. Kurtiz, askerliğinin son bölümünü İstanbul Kuştepe'de yapar. Birer kilo portakal alıp Cahit Irgat'ın evine yürüdükleri; öğrencilerinden birinin ‘‘öğretmenim benim teyzem işte bu camı silerken düşüp öldü’’ diyerek kalbine bir mıh çaktığı Kuştepe. İşte budur onun solculuğu: ‘‘Bu çocukların teyzeleri oralarda ölmesin, bu çocukların ayakkabıları, zengin çocuklarıyla aynı okullarda okuma özgürlükleri olsun diye’’ solcudur ve öyle kalacaktır.
Çok filmde rol alır. Yılmaz Güney'in hemen her filminde. Vivet Kanetti'nin dediği gibi, bugün Fellini'nin nasıl adı kendisininkine kenetlenmiş bir Marcello Mastroianni'si varsa Yılmaz Güney'in de öyle bir Tuncel Kurtiz'i olmuştur. 1970'te Umut'u çekerler. Ve Tuncel Kurtiz Umut'u Cannes
Film Festivali'ne götürdüğü sırada Türkiye'de Balyoz Harekatı başlar. 1974'e kadar dönemez ama bu sayede Avrupa macerası başlar: İsveç Kraliyet ve Devlet Tiyatrosu, Göteborg Şehir Tiyatrosu. Tunç Okan'la Otobüs filmi. Norveç, İsveç, Filistin'de birçok film. 1986'da Berlin Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran Kuzunun Gülümseyişi adlı İsrail filmi. Arada Yılmaz Güney'le Sürü... '74'ten sonra Türkiye'ye dönebilecek durumdadır ama gider gelir. Çünkü işi oradadır artık ve Türkiye tanıyamadığı bir yerdir, allak bullak.
12 SAAT SÜREN PİYESKendi yönettiği ve oynadığı Gül Hasan'la İsveç ve Antalya'da pek çok ödül alır. Yapımcılığını yaptığı ve rol aldığı Bereketli Topraklar Üzerinde'yi yaptığında 12 Eylül gelmiştir artık. 1983'te Yılmaz Güney'in son filmi Duvar'dadır. Bir Alman filminde, yasaklı olduğu söylendiği için oynayamaz, Tercüman gazetesinde ‘‘Tuncel Kurtiz de onlardan!’’ diye yazılır, başka bir film için Antalya'da terzi ararken, ‘‘sen bomba atacaktın’’ diye durdurulur. Neyse ki, Fikri Sağlar'ın Kültür Bakanlığı sırasında İstanbul Festivali'ne davet edilir ve 100 kişilik ekibiyle Şeyh Bedrettin Destanı müzikalini sergiler İstanbul'da. Sonra çeşitli mekanlarda tekrarlanır bu müzikal. Aynı zamanda Kalan Müzik'ten CD olarak da çıkar. Hiç sevmese de Türk televizyon dizilerinden bazılarında da rol alır.
Almanya'da Almanca, İsveç'te İsveççe, Amerika'da İngilizce oynar (Son olarak rol aldığı bir İtalyan filmde de İtalyanca). Berlin Schaubühne Tiyatrosu, Frankfurt Şehir Tiyatrosu... İngiliz yönetmen Peter Brooks'un keşfiyle, ünlü Hint efsanesi Mahabharata'dadır. Dünyanın ve insanın yaradılışını konu alan bu oyun öyle böyle değildir. Akşam 19.00'da başlayıp, sabah 07.00'ye kadar süren, New York'ta biletleri 2 bin 500 dolardan satılmasına rağmen yer bulunmayan bir oyundur. Beş kıtada üç yıl sürdürür 12 saatlik Mahabharata'daki rolünü. Yaşı 60'a yaklaşmışken. ‘‘Yani bir şey yaşanacak ve söylenecek’’tir mutlaka.
SİNEMANIN ŞÖVALYESİGeri dönüp baktığında biraz oynadığı adamlardır, biraz kendi. Onu bir Süryani papazına, New York'lu Musevi bir tacire, Montparnasse'lı bir bohem ressama ya da Anadolu turnesinden yeni dönmüş bir aktöre benzeten Onat Kutlar, hareketli bir kitap gibi okunabilen yüzünden sözeder. İnci Aral'a göre kendi dizginini kendi tutan huysuz attır; Hasan Öztürk'e göre Anadolulu bir bilge. Hasan Bülent Kahraman, inanılmaz merakları, heyecanı ve dengeli fakat ödün vermez uyumsuzluğuyla vahşiliğe varan tutkusallığından dem vurur; Müjdat Gezen ise deliliğinden. Tuhaf Bir Soruşturma oyununda birlikte oldukları Ferhan Şensoy'la takside yaptıkları Çehov'lu muhabbeti ise Tuncel Kurtiz'i anlatan Oyuncu adlı kitapta Şensoy'un kaleminden okumak lazımdır, burada anlatılamaz.
Hálá azıcığı bile eksilmemiş muhteşem enerjisi, inanılmaz coşkusu, yeryüzünün tüm kültürlerine, mitolojiye, geleneklere, felsefeye, şiire düşkünlüğü, insanseverliği, kimilerine aksilik gibi görünen dobralığı ve tavizsizliğiyle, tiyatro ve sinemanın şövalyesidir (Bu tanımlama Doğan Hızlan'dan apartma) Tuncel Kurtiz. O şimdi bir yandan ‘‘işlerini’’ yaparken, bir yandan da Edremit'e yerleşiyor. Eşi Menend Hanım'la birlikte yarattıkları küçük otel Zeytinbağı'na. Ne mi yapacak orada? Yapıyor bile; bir belgesel çekmek üzere İlyada'yı yeniden yazıyor. Doğan Hızlan'a göre onun hayat hikayesi gerçeklerle efsanelerin içiçe girdiği bir serüven değil mi, yakışır.