Güncelleme Tarihi:
Hüsrev-i Rum olarak bilinen Necati, gençlik yıllarında şiir ve nesir yazmağa yönelmiş ve Edirne’den Kastamonu’ya gitmiştir. Orada hatla da ilgilenmiş ve şiirleriyle tanınmaya başlamıştır. Son derece güzel gazeller yazdığı, özellikle “döne döne” redifli gazelinin hayli ünlü olduğu bilgisi, o sırada Bursa’da bulunan Ahmed Paşa’ya ulaştı ve şiirleri Paşa tarafından da beğenildi. Âşık Çelebi (Kılıç 2010: 849-850); Necâtî’nin evli olduğunu, erkek çocuklarının kendisinden önce öldüğünü, tek kızının devrin ünlü âlimlerinden Abdülazîz Çelebi ile evlendiğini, onun da genç yaşta vefat ettiğini de belirtmiştir. Yazdıklarıyla Fâtih Sultân Mehmed’in de dikkatini çekmeyi başaran Necâtî, sultana bir şitâiyye bir de bahâriyye sundu. Bunların beğenilmesi üzerine dîvân kâtipliği ile görevlendirilerek İstanbul’a gitti. Fâtih’in vefatından sonra da İstanbul’da kalan şair, II. Bâyezîd’in de takdirini kazandı. Padişah, büyük oğlu Şehzâde Abdullâh’ı Karaman sancağına tayin ettiğinde, Necâtî’yi de onun dîvân kâtibi olarak görevlendirdi. Şehzadenin üç yıl sonra ansızın ölmesiyle görevi ve mutlu günleri sona eren Necâtî İstanbul’a döndü, duyduğu acıyı ise sultana sunduğu ünlü mersiyesinde dile getirdi. İstanbul’da kaldığı süre içinde başta padişah olmak üzere devlet erkânına, devrin diğer ünlü ve hatırlı kişilerine kasîdeler sundu. Kazasker Müeyyedzâde Abdurrahmân Çelebi’nin aracı olmasıyla II. Bâyezîd, diğer oğlu Mahmûd’u Manisa sancağına tayin ettiğinde, Necâtî’yi de nişancılık görevi ile şehzadenin yanında gönderdi. Bundan sonra “Bey” nispesi ile anılan Necâtî, bu görevinde iken hayatının en güzel günlerini geçirdiğini ifade etmiştir. Ancak bu şehzadenin de genç yaşta ölmesi üzerine şairin mutluluğu yerini kedere bıraktı. Onun vefatından hayli etkilenen ve bir mersiye kaleme alan şair İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Üst üste gelen acıların ardından, belki de bir uğursuzluk olduğu düşüncesiyle Necâtî Bey yeni bir devlet görevi kabul etmedi. Ömrünün geri kalan yıllarını, kendisine bağlanan bin akçe aylıkla Vefâ semtindeki evinde, ilim ve sanat sohbetleri düzenleyerek geçirdi. 25 Zilkâde 914/17 Mart 1509 tarihinde vefat eden Necâtî’nin mezarını aynı zamanda öğrencisi ve yakın dostu olan Sehî Bey, mermerden yaptırdı ve üzerine de onun “Bir seng-dil firâkına ölen Necâtî’nün / Billâhi mermer ile yapasuz mezârını” beytini yazdırdı. Şairin mezarı İstanbul’da, şimdiki Unkapanı Manifaturacılar Çarşısı’nın bulunduğu yerde iken, çarşının inşası esnasında mezar ortadan kaldırıldı, Ali Nihad Tarlan’ın (1963: XIX) girişimi ve zamanın valisinin katkılarıyla çarşı içinde Necâtî’nin hatırasına bir taş diktirildi.
Necâtî Bey, günümüze ulaşan tek eseri olan Dîvân'ını, Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi adına tertip etmiştir. Dîvân'ın Ali Nihad Tarlan (1963) tarafından yirmi nüshası karşılaştırılarak hazırlanan neşrinin baş tarafında mesnevî nazım şekliyle yazılmış tevhîd, na’t, mi’râciye, medhiye tarzında şiirlerle çeşitli beyit, müfred, kıt’a, nazm, rubâî hatta nesir parçaları bulunmaktadır. Eserde toplam 25 kasîde ve 650 gazel bulunmaktadır. Dîvân'ın çok sayıda nüshası bulunmakta olup belli başlıları şunlardır: İstanbul Üniversitesi Ktp. TY, nr. 784; Süleymaniye Ktp. Laleli, nr. 1769; Topkapı Sarayı Müzesi Ktp. Revan, nr. 783; Millet Ktp. Ali Emiri Manzum, nr. 424. Tarlan neşrinden hareketle Mehmed Çavuşoğlu önce tahlil çalışması (1971), ardından bir de seçmeler (yty.) hazırlamıştır.
Kaynakların bir kısmında Necâtî Bey'in Münâzara-i Gül ü Hüsrev, Leylâ ile Mecnûn, Gül ü Sabâ ve Mihr ü Mâh adlı mesnevîlerinin olduğundan, onun Gazzâlî'nin Kîmyâ-yı Sa'âdet'ini ve Avfî'nin Câmi'ü'l-hikâyât'ını çevirdiğinden bahsedilmiş, bunlara ilişkin kimi kayıtlara da yer verilmiştir (Sehî Bey 1325: 77; Canım 2000: 518; Kılıç 2010: 852). Fakat şairin Dîvân'ı dışında ele geçmiş başka bir eseri bulunmamaktadır. Nitekim Necâtî’nin önemi ve ünü de varlığı meçhul eserlerinden değil Dîvân'ındaki şiirlerinden kaynaklanmaktadır.
Sehî Bey’in (Sehî Bey 1325: 76) kaydettiğine göre, Necâtî’nin şiirleri son derece güzel, ince, renkli, temiz, içe işleyici, hep bir seviyede ve yanık olup güzellik ve incelikte âdeta mucize sınırına ulaşmıştır. Şairin âşıkâne gazelleri ve çok beğenilmiş matlaları bulunmaktadır. Kasîdeleri hayalle dolu, kıt‘aları ise inciler saçmaktadır. Tüm bu güzel şiirleri içermesinden ötürü Dîvân'ı halk arasında dillerde dolaşmaktadır. Şiirlerine öyle bir tarz ve edâ vermiştir ki Mevlânâ İdrîs-i Bitlisî bile Tevârih-i Âl-i Osmân’ında şairi, Hüsrev-i Rûm (Anadolu şairlerinin sultanı) olarak anmıştır.
Latîfî’ye (Canım 2000: 515-517) göre Necâtî, şiir meydanının hoş sözlü pehlivânı ve insana ruh veren parlak şiirleriyle Rum şairlerinin yüzü suyu olmuştur. Rum’da sözün ruhunu ilk o bulmuş, atasözü söylemek de Sâfî ile başlayıp Necâtî’de olgunluğa erişmiştir. Hatta atasözü söylemekte ona Tûsî-i Rûm denmiştir. O, gazel tarzında da yeni bir çığır açmış ve kendisinden önceki şairlerin üslûplarını, neshedilmiş kitaplar gibi hükümsüz bırakmıştır. Şairin birer sihr-i helâl örneği olan şiirleri ortada dururken başkalarının dîvân düzenlemeye çalışmaları haramdır. Şeker gibi tatlı şiirlerinden halktan ve aydın kesimden herkes zevk almaktadır.
Sehî ve Latîfî’deki bazı ortak bilgilere yer vermekle birlikte şair hakkında hayli kapsamlı bir değerlendirmede bulunan Âşık Çelebi’ye (Kılıç 2010: 849-850) göre ise Necâtî, şiiri ile Rum ülkesini bülbül bahçesine ve papağan şekeristânına çevirmiştir. Rum şairlerini, Fars şairlerinin attıkları kınama taşlarının acımasız yaralarından o kurtarmıştır. Şiiri hep bir elden çıkmış gibidir ve her beyti atasözünü andırır. Birçok hayalleri bâkir, anlamları tatlıdır. Şiirleri dillerde dolaşmakta olup eski zaman şairleri içinde böyle güzel, temiz edalı ve şiirleri renkli bir şair pek nâdirdir. O, Rum’da şiire ilk olarak temel atıp İrem bağını haset ettirecek derecede feyizli, mesut bir köşk vücuda getirmiştir. Âşık Çelebi, Necâtî’yi Ahmed Paşa ve hatta Zâtî ile karşılaştırarak “Her ne kadar Ahmed Paşa bu yolda tek olsa da şairlere bir değer vermek gerekirse zamir yine ona döner; lâkin Necâtî ile aralarındaki fark, mûcize ile sihir ve güneş ışığı ile mum ışığı arasındaki farka benzer. Zâtî’de şiir, çalışma ve gayret ile kazanılmış ârızî bir iş, Necâtî’de ise güçlük çekmeden, yapmacığa düşmeden elde edilmiş zâtî bir keyfiyettir.” değerlendirmesinde bulunmuştur. Yine Âşık Çelebi’nin naklettiğine göre Necâtî’ye “Sizinle Ahmed Paşa’nın mâbeyni nicedir?” diye sorulduğunda şair, “Necâtî’nin dirisinden ölüsü Ahmed’in yeğdir / Ki Îsâ göklere ağsa yine dem urur Ahmed’den” beytiyle cevap vermiştir. Necâtî burada bir yandan, Hz. İsâ’nın gökyüzüne çekildiğine ve kıyâmete yakın bir zamanda dünyaya gelerek Hz. Peygamber’in dinini uygulayacağına işaret etmiş, bir yandan da Ahmed Paşa’ya iltifatta bulunmuştur. Îsâ ve Ahmed isimlerinin tevriyeli kullanıldığı ve Ali Nihad Tarlan neşrinde bulunmayan bu beyit, saygı ve nezaketen söylenmiş izlenimini uyandırsa da bir kanaati yansıtması bakımından önemlidir (Kaya 2006: 477). Nitekim Âşık Çelebi’ye göre Osmanlı şairleri arasında mesnevîde Şeyhî, kasîdede Ahmed Paşa, gazelde ise Necâtî kendilerinden öncekileri âdeta yok hükmüne indirgemişlerdir.
Necâtî’nin eşi benzeri bulunmadığı kanaatindeki Kınalı-zâde Hasan Çelebi (Sungurhan Eyduran 2009: 347-348), babası Ali Çelebi’nin “Haşre dek her şâir ü kâmil dise şi‘r ü gazel / Gelmeye kimse Necâtî gibi mâhir fi’l-mesel” beytini örnek vererek sanatçının gazel ile mesel tarzındaki emsalsizliğine de değinmiştir. Gelibolulu Mustafâ Âlî (İsen 1994: 167) ise, Rum’da Necâtî’den sonra aynı güçte bir şair yetişmesinin hayâl olduğunu, bir zamanlar onun Dîvân’ından güzel parçaları seçmekle görevlendirildiğini, her yönüyle güzel kırktan fazla gazelini belirlediğini kaydetmiştir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre (Çavuşoğlu 1971: 23-24; Kaya 2006: 477-478), şairin dili özellikle gazellerinde son derece sade, üslûbu hayli güçlü ve etkileyicidir. Zengin hayallerle süslü şiirlerinde, mahallî renk ve özellikler sıkça görülür. Nitekim Latîfî, onun şiirlerinin iyice anlaşılabilmesi için Kastamonu’da kullanılan pek çok kelime, deyim, tâbir, yer adı, âdet ve anʻanenin de bilinmesi gerektiğini söyler ve bunlardan bazılarını açıklar. Tarihçi Atâ (Arslan 2010: V/471-472) da ondan seçtiği şiirlerin sonuna, kendi ifadesiyle kaba Türkçe dediği uş, tanlamak vb. kelimeleri içeren bir lügatçe eklemeye gereksinim duyduğunu belirtir. Necâtî’de görülen bu mahallîlik sadece kullandığı dilde değil, yaptığı benzetmelerde, doğa ve av sahnelerine ait son derece canlı tasvirlerinde de güçlü bir şekilde hissedilir. Yine onda, halk diline ve psikolojisine oldukça yakın nükteli ifadenin yanı sıra güçlü bir dile hâkimiyet de vardır. Kelime hazinesindeki zenginlik, ifadesindeki rahatlık, rindâne edası, söylediklerini yeri geldikçe atasözü ve deyimlerle zenginleştirip süslemesi, şiirlerinde çok sayıda Türkçe kelime ve deyime yer vermesinin yanı sıra kafiye ve rediflerini de çoğunlukla Türkçe kelimelerden seçmesi, Türkçe’yi aruza rahatça ve ustalıkla uygulayabilmesi de sanatının belli başlı özelliklerindendir. Bir diğer ifadeyle Necâtî, Şeyhî ve Ahmed Paşa’dan farklı olarak, büyük oranda Türkçe kelimelerden ve mahallî unsurlardan yeni bir şiir dili ortaya koymayı başarmıştır. Üstelik tezkirecilerin “mesel-âmiz, mesel-bürûz” olarak tanımladıkları bu dil, sadece atasözü ve deyimlerle örülü bir dil değildir. Bu dil bir adım sonra başta Bâkî olmak üzere birçok şair eliyle klâsik üsluba dönüşecektir. Necâtî’nin dili ve üslûbu, ilk dönemin başka şairlerinde de görülen folklorik üsluba yaslanmış didaktik bir dilden de ibaret olmayıp bununla klâsik üslup arasında, daha çok da klâsik üsluba yakın bir dildir. İşte Necâtî’yi çağdaşı şairlere üstün kılan da daha çok, şair ruhu ve zekâsının izlerini taşıyan tüm bu özellikleri olmuştur.
Şiirlerinde şair ve şiir hakkındaki görüşlerini de dile getiren Necâtî’ye göre “nasıl ki her şeker kamışı, kalem gibi nişan yazamazsa, her zevk ve tamah ehli de söze şeref veremez. Dolayısıyla zevk sahibi olmak başka, şiir yazmak başkadır”. Necâtî, bu vb. ölçülere uymayan zamane şairlerini, halkın üzerine ölü toprağı serpip uyutmakla; hatta geçmiştekilerin sözlerini şiirlerine katıp onları halka satmaya çalışarak, anlam ve hayal hırsızlığı yapmakla suçlar. Çoğu şair için şiirlerine nazîre yazılması bir övünç kaynağı iken, Necâtî bunlara pek iltifat etmez; hatta şiirlerini kötü tanzîr ettiğini ileri sürdüğü Mihrî Hatun’u paylamaktan da geri durmaz (Çavuşoğlu 1971: 17-24). Kendi şiirlerini “dil-firîb, dil-pezîr, garrâ, selîs, muʻciz” vb. olarak vasıflandıran şair, onlar için ayrıca “âb, dür, gevher, fidan, servi, hercâyî, katı kız nakşı, şeker” vb. benzetmelerde bulunur (Kaya 2012: 217). Necâtî Bey, Anadolu şairlerinden Şeyhî’yi, İran şairlerinden Kemâleddin-i Isfahânî, Nizâmî, Selmân-ı Sâvecî ve Câmî’yi beğendiğini dile getirmiştir. Çağdaşları Edirneli Revânî, Ahmed Paşa ve Şeyhî’ninkilerle aynı redifte olan, dolayısıyla nazîre ilişkisi bulunma ihtimali bulunan pek çok şiiri vardır. Sadece çağdaşlarını değil, kendinden önceki birçok şairi de tanzir eden Necâtî, Şeyhî’ye nazire iki gazelinde onun kadar güzel yazdığını, hatta bazı beyitlerinde onu geçtiğini dile getirmiştir (Çavuşoğlu 1971: 17-18; Kaya 2006: 478).
Kaynakların (Çavuşoğlu 1971: 17-22; Çavuşoğlu yty.: 20-26; Kaya 2012: 145) da açıklıkla belirttikleri üzere Osmanlı şiir dilinin kurucu isimlerinden biri kabul edilen Necâtî’nin, çağdaşları üzerinde olduğu gibi, sonraki yüzyıllarda yaşamış şairler üzerinde de hayli etkisi olmuştur. Gerek tezkirelerden gerekse divanlardaki beyit örneklerinden hareketle, onun yaşadığı dönemden başlayarak üstat olarak görüldüğü ve şiirimizin belli başlı ustaları arasında anıldığı bilinmektedir. Necâtîʼyi üstat kabul edenler, ya kendilerini onunla karşılaştırarak ondan daha iyi ya da onunla aynı ayarda olduklarını dile getirenler, şiirlerini tanzir veya tahmîs edenler arasında da birçok ünlü isim bulunmaktadır. Sehî Bey, Gelibolulu Mustafâ Âlî, Mihrî Hatun (Amasyalı), Şevkî, Sun’î (Necâtî Sun’îsi), Tâli’î, Üsküplü Zârî, Mesîhî, Üsküplü İshak Çelebi, Mürekkepçi Enverî, Tokatlı Vâlihî, Sa’dî, Subhî (Mustafâ Çelebi), Âhî, Revânî, Hayâlî, Bâkî, Fuzûlî, Taşlıcalı Yahyâ Bey, Neşâtî, Nihânî, Rahmî (Bursalı Nakkâş Bâlî), Nedîm ve Âsaf (Dâmâd Mahmûd Paşa) bunlardan başlıcalarıdır. Şairin Cumhuriyet döneminde ilk akla gelen hayranı ise soyadını bile ona olan sevgi ve saygısından dolayı değiştirdiği ileri sürülen Behçet Necatigil’dir.