Türk folklorunda, 'karakoncolos', 'gulyabani', 'çarşambakarısı' gibi hortlak kavramlarının bulunmasına rağmen, cadı ve vampir yoktur. Özellikle Orta Avrupa'da yaygın olan cadı ve vampirlerden, Balkan söylentilerinde ve efsanelerde de bahsedilir. Buna karşılık Anadolu'daki ve İstanbul'daki 'gulyabani', 'çarşambakarısı' hikáyeleri ünlü romanlara bile malzeme olmuştur.
Buna rağmen, 1833 yılında, Balkanlarda yer alan Türk kasabalarından Turnovo'dan İstanbul'a ulaşan bir mektupta kasabada iki cadının hortladığı bütün ayrıntılarıyla anlatılmıştı. Turnovo kadısı Ahmet Şükrü Efendi'nin kaleminden çıkan mektup, 21 Cemazielevvel 1249, yani 1833 yılında devletin resmi gazetesi Takvim-i Vekai'nin 68. sayısında baştan sona yayınlandı.
Mektubunda olayı bütün ayrıntılarıyla anlatan kadı Ahmet Şükrü Efendi, şöyle yazmıştı:
'Turnovo'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp, erzak namına ne varsa; un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlerin içlerine girerek yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohçaları didikleyip açıyorlar. Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları halde kimse bir şey görmüyor. Birkaç erkek ve kadının da üstüne saldırdılar. Bunlara sorduğumuzda, 'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!' dediler ama bir şey görmemişlerdi. Bu sebeple birçok mahalle sakini evlerini başka yerlere taşımak zorunda kaldılar. Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi.
Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağırıldı ve kendisiyle işi halletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve bunu parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi. Resimli tahta hangi mezara dönük durduysa o mezarın cadılı olduğunu gösterdi.
Resimli tahtanın dönük kaldığı mezarlar hayattayken şimdi kaldırılmış olan Yeniçeri Ocağı'na mensup iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Bunların mezarını açtığımızda karşılaştığımız manzara korkunçtu. Her ikisinin cesedini de yarım misli büyümüş, kılları ve parmaklarıyla tırnaklarını üçer dörder kat uzamış bulduk.
Mezarlıkta, mezarlar açılırken bekleşen bütün kalabalık bu manzarayı gördü. Bu iki zorba, Yeniçeri Ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellát eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.
Cadıcı Nikola'ya göre, bunların sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekiyordu. Mezarlarından çıkarttığımız ölülerin karınlarına söylendiği gibi birer ağaç saplayıp, yüreklerini dahi yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladılar. Fakat bunların hiçbirisi kár etmeyince Nikola bu sefer cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Şer'an izin verildi ve cesetler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız cadı belásından kurtulmuş oldu!..’
Reşad Ekrem'in bundan 50 küsur sene önce naklettiği bu mektup, aslında Turnovo'da yaşanan tuhaf bir olayın gazeteye yansıması değil, yeni kaldırılan Yeniçeri Ocağı’nın halkın gözünde iyice kötülenmesiydi. İkinci Mahmud, büyük bir ihtimalle haberdar olduğu bu metnin gazetede yayınlanmasından sonra İstanbul'da izi kalmış birkaç yeniçeri yapısıyla beraber mezarlıklarda bulunan yeniçeri taşlarını da kırdırarak ortadan kaldırttı. Göz önünde bulunan ve yeniçeriliği hatırlatan son birkaç kalıntı böylelikle yokedilmiş oldu.
Halk arasında, özellikle de İstanbul'da hemen yayılan
haber, şehirde yeniçerilere hálá yakınlık besleyen bir takım insanların da yeniçerilerden iyice nefret etmesini sağladı.
Efendiler efendisi Efendimiz Allah
Rumca 'sahip' ve 'malik' anlamına gelen Efendi, Anadolu Türkçesi'ne 13. asırdan önce girmişti. 'Efendim' sözü, çağrılan kişinin, çağırana cevabıydı. Tarikat mensubu, çağırılınca, 'Efendim' yerine 'Eyvallah' derdi. Yanılıp da 'Efendim' derse, çağıran, 'Efendimiz Allah' sözüyle onu uyarırdı.
'Efendi' Rumca 'sahip', 'malik' anlamına gelen bir sözdür. Mevláná'nın şiirlerinde geçtiğine göre miladi 13. yüzyıldan önce Anadolu'da kullanılmaya başlanmıştır. Konuşma dilimizde bu söz, birçok deyimler meydana getirmiştir. Terbiyeli anlamına 'Efendi adam', 'Efendi efendi konuştu, dinledi', 'Efendice muamelede bulundu', 'Efendilik etti' gibi...
Son iki örnek, ayni zamanda 'iyilik etti', 'birşeyler verdi' anlamına da gelir. 'Efendiye gel' deyimi ise, kendisinden umulmadık hareket görülen, umulmadık söz duyulan kişi hakkında kullanılır. Söz arasında, lákırdının arkasını getiremeyen, diyeceğini bulabilmek için 'Efendime söyliyeyim' der.
'Efendi', şehzadelere, bilginlere, yaşlılara, saygı değer kişilere denirdi. Gençlere, efendi derecesinde saygı gösterilmeyecek kişilere 'Bey', mülkiye hizmetlerinde bulunmakla beraber yaşı biraz ilerlemiş bilgin kişilere şse 'Beyefendi' derlerdi.
'Efendim' sözü, çağrılan kişinin, çağırana cevabıydı. 'Efendim' diye cevap verdiği halde gelmeyene, 'Efendini bırak da gel' denirdi. Söz anlamayana ise 'Efendim nerde, ben nerde' denerek anlamadığı anlatılırdı.
Tarikat mensubu, çağırılınca, 'Efendim' yerine 'Eyvallah' derdi. Yanılıp da 'Efendim' derse, çağıran, 'Efendimiz Allah' sözüyle onu uyarırdı. 'Efendiler efendisi' sözü de sahiplerin sahibi, herşeyin Rabbi ve yaratıcısı olan Allahu Teala hakkında kullanılırdı.
Sofra
Gezgin dervişlerin
yemek yerken kullandıkları kapların altına serdikleri örtüye denir. Etrafındaki halkalar, gerektiği zaman büzülüp toplanmasına yarar. Derviş, gerektiği zaman halktan topladığı günlük yiyecek ihtiyacını da bu bohça benzeri örtüye koyar.
'İmam Ali Sofrası' da denen bu örtü, yeri geldiğinde serilir ve dervişler biraraya gelerek nefislerini bu sofranın başında körletirler. Tarikat ehlinin Özbekiyye kolu, 'sofra' denen bu örtüyü kullanırdı.
Mehmed Tahir EfendiMahmud Celáleddin Efendi'nin en önde gelen öğrencilerindendir. Meşkini tamamladıktan sonra bazı resmi görevler aldı. Bunlardan sonuncusu, sarayda hat hocalığı oldu. Sultan Abdülmecid'in yazı hocalığını da o yaptı. Üsküdar Harem İskelesi Camii ve Galata'daki Arap Camii'nde bazı levhaları vardır. 1845 yılında 47 yaşındayken ölen Tahir Efendi, Eyüp sırtlarında Kırk Merdiven mezarlığına gömüldü. Sülüs ve celi sülüste üstad mertebesinde olan Tahir Efendi, küçük kıt'ada sülüs ve nesih yazısı yok denecek kadar azdır.
Lalanga
Derince bir kaba on yumurta kırılıp iyice çalkalanır. Sonra azar azar has unla karıştırılır ve koyulaşıncaya kadar yeniden çalkalanır. İyice kıvama geldikten sonra iki tutam tulum peyniri, biraz da ekşi hamur mayası iláve edilip yeniden karışırılır. Üzeri kapatılıp iki saat kadar bekletilir. Daha sonra bir tavada sade yağ eritilip kızartılır ve bekleyen hamurdan büyükçe bir kaşık ile alınarak tava doluncaya kadar yağın üzerine konulur. İki tarafı da iyice kızartılır, kepçe ile çıkartılıp uygun bir kaba dizilir, üzerine şeker veya bal dökülür. Lalangaya 'Lálin gıda' da denir ve birkaç türlü yapılır ama, en lezzetlisi, bu tarifi verilendir.