Güncelleme Tarihi:
İki yıl önce bu saatlerde Ankara Güven Hastanesi’nin karşı duvarına çömelmiş, doktordan gelecek haberi bekliyorduk. Karşı konulmaz baş ağrısıyla yere yığılan annem için kritik 48 saat geçmiş, içimizdeki umut ışığı sönmemişti. Yüreğimiz pırpır çıktık doktorun yanına. Olanca naifliğiyle anlatmaya başladı. Yaşadığı ciddi bir beyin kanamasıydı. Önceden söylenenin aksine ameliyat yapılamayacak kadar hassastı. Her şeye hazırlıklı olunmalıydı. Yaşasa bile bitkisel hayata girebilir veya felçli kalabilirdi. Sonrasını duymadık bile. Tek kelimede takılıp kaldık.
Ne demekti yaşasa bile… Ne yapacaktık yani oturup ölmesini mi bekleyecektik. O ameliyat burada yapılamıyorsa başka bir yerde de yapılamaz mıydı? Hem az önce telefondaki arkadaşım İstanbul’da çok iyi bir doktor olduğunu söylemişti. Bir de ona gönderseydik MR sonuçlarını. Bir de o baksaydı… Annem iradeli kadındı. Ne postalar koymuştu, sürekli çelme takan hayata. Buna mı koyamayacaktı?
Çaresizliğin ne demek olduğunu o gün anladık. Bir de sene-i devriyesinde.
Biz İstanbul’dan ayrılamadığımız için Ankara’daki kardeşlerimiz gidecekti meleğimizin yanına. Telefonlar yeni kapatılmıştı ki Ankara Garı’nda patlama yazısı düştü ekranlara. İşin vahameti birkaç saat sonra çıktı ortaya. Barış için toplanan 103 can son kez gülümsemişti hayata. Veysel'in fotoğrafına takılıp kaldık.
9 yaşına 10 gün önce girmişti Veysel Atılgan. Sarı lacivert hediye saatini takmamıştı daha koluna. Babasıyla evden çıkarken gülmüştü böyle; ablalarına. Barışı tanımadan daha, kalmıştı savaşın ortasında. Ne zaman annem geçse gözümün önünden. Arkasında 103 can. Veysel en başta. Yüreğimde filler. Boğazım düğüm, gözlerim boncuk… 10 Ekim 10.04