HERKESÄ°N BÄ°R MEVLÂNÂ'SI VARDIR. Yıllar önce Ankara Üniversitesi'ndeki açık hava sinema gösterilerinde Rebetiko ve Before the Rain filmlerini seyrederken,

Güncelleme Tarihi:

HERKESİN BİR MEVLÂNÂSI VARDIR. Yıllar önce Ankara Üniversitesindeki açık hava sinema gösterilerinde Rebetiko ve Before the Rain filmlerini seyrederken,
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 31, 2000 00:00

HERKESÄ°N BÄ°R MEVLÂNÂ'SI VARDIR. Yıllar önce Ankara Ãœniversitesi'ndeki açık hava sinema gösterilerinde Rebetiko ve Before the Rain filmlerini seyrederken, tüm seyirciler, bilmediÄŸimiz bu lisanların içinde bol bol duyduÄŸumuz Türkçe kelimelerle hem afallamış, hem de keyiflenmiÅŸtik. ÅžaÅŸkınlık içinde imparatorluk coÄŸrafyamızı, idrak ettiÄŸimizi hatırlıyorum. Neyin bizi keyiflendirdiÄŸini ise hâlâ merak ederim?Tüm o kahkahalar, kendimizi biraz daha tanımanın memnuniyeti idi belki. Kendimizi tarife, bu coÄŸrafya ile belli çıkış noktaları buluyorduk. Bizi rahatlatan buydu. 'Milli hasletlerimiz'i Yunanlılar, Hırvatlar, BoÅŸnaklar ve Makedonlarla paylaşıyorduk. Bu kalabalık, bizi o kadar iyi çizen bir bütün ki; Tenten isimli çizgi roman kahramanının yaratıcısı Hergé, 'Ottokar'ın Asası' adlı macerada, Sildavya'yı tanıtırken Niedzdrow'a bir kaç minare ekleyerek o coÄŸrafya ve tarihi de anlatır. Anlatımı bu kadar güçlü kılan ise, şüphesiz, kültürün bir bütün olmasıdır. Kendi içinde geliÅŸip deforme olsa da; içini boÅŸaltıp baÅŸka bir yere yamayamazsınız. Aslında yamarsınız tabii. Kolaycılıktır. Ama itibar edenler de olur. Bu kolaycılığın en çok rastlananı, mankenleri defilelere kalpakla çıkarıp 'modada Kuvâ-yi Milliye' rüzgarları estirmektir. Her senenin konusuna göre modacılar bir rüzgar estirirler. GeçtiÄŸimiz sene podyumlarda Osmanlı rüzgarlarının estiÄŸi hepimizin malumudur. Ama tabii bu defileleri tasarlayanların ulusal bağımsızlık, Kuvâ-yi Milliye'den ne anladıkları vahim; Osmanlıların nasıl, neyi, neden giydikleri üzerine ne kadar kafa yordukları ise son derece şüphelidir.Yakın zamandan bir baÅŸka örnek ise Rober Hatemo' nun kendi müzikal kulvarında tekrar düzenlediÄŸi ve Billur Kalkavan'ın endamı ile sunduÄŸu 'Hücum Marşı'dır. Mehteran tarih içinde batıdan bir çok müzik aleti ithal etmiÅŸ, ilk zamanlardaki yapısı da buna göre deÄŸiÅŸmiÅŸtir. Fakat her zaman askeri bir kimlik taşımış ve hamasi duygularımızı galeyana getirmeÄŸi amaçlamıştır. (HoÅŸ Harbiye'deki Askeri Müze'de mehteran bölüğü 'Dönülmez AkÅŸamın Ufkundayız'ı da seslendiriyor ya... Çok dağılmayalım.)Yukarıdaki baÅŸlığa gelince; doÄŸrusu, benim deÄŸil. Bizim Hakan'ın (Evet Agora'ya bol bol yazan HaKan Kaynar bizimdir!). Hakan fark etmiÅŸ ki; kültürün mihenk taşı denilebilecek unsurlarını herkes sahiplenir, ve hatta sahiplenmek zorundadır! Kendi varlığını tanımlayabilmesi için ÅŸarttır bu. Mesela, muhafazakâr kesim Mevlânâ'nın 'aÅŸk'ıyla birlikte; Anadolu'da bir birlik saÄŸladığından dem vururken; diÄŸerleri humanizmini ortaya koyarlar. Yıldırım Aktuna'nın da Mevlânâ ve Psikoloji baÅŸlığı altında çalışmaları olduÄŸunu duyduÄŸumda, Hakan: "Evet Aktuna! yanlış söylemedim" diyerek ÅŸaÅŸkınlığımı yüzüme vurmuÅŸtu.Orhan Pamuk'un Kara Kitap örgüsünde Mevlânâ'nın ve Åžems'in yeri üzerine ise çok fazla ÅŸey yazıldı, tekrara gerek yok. Fakat Orhan Pamuk'un hınzır hayal gücü bile 23 Nisan 2000 tarihinde Orta DoÄŸu Teknik Ãœniversitesi'nde gösterilen 'Sufiden Flamenkoya' adlı yapıtla karşılaÅŸtırılınca kısır kalıyor. BeÅŸ sene önce televizyonda benzer bir isimle seyrettiÄŸim gösteriyi çok beÄŸenip, Kudsi Erguner'in önayak olduÄŸu bu yapımın müzik diskini almıştım. Endülüs'ün ve Ä°slam Tarihinin büyük düşünürü Ä°bn'i Arabi'ye ithaf edilmiÅŸ bu çalışma gerçekten de ortak bir kültürün altını çiziyordu. Makamların açık-seçik anlaşılabildiÄŸi, tüm güftelerin Ä°bn'i Arabi'ye ait olduÄŸu parçalar Ä°spanyol ve Türk icracılar tarafından ustalıkla seslendirilmiÅŸti. Ä°spanyolca bilmiyor olmama raÄŸmen; seslerin benzerliÄŸi dışında, duygu ve amacın da aynı olduÄŸunu kavramıştım. Bu yüzden Pazar günkü programa gitmek ve aynı havayı 'canlı bir icra' ile teneffüs etmek istedim. Konser baÅŸlanmadan önce Hollanda merkezli KULSAN Kültür ve Sanat Vakfının her an güleç genel sekreteri Veronica Divendal, Türkçe bir konuÅŸma yaptı. KardeÅŸlik ve barıştan, müziÄŸin evrenselliÄŸinden, saf ve sinir bozucu bir iyimserlikle bahsetti. Sınırların ayırdığı kültürlerin bu gösteri ile ne kadar benzer olduÄŸunu göreceÄŸimiz ve hatta bu benzerlikten hayrete düşüp, yerimizden kalkacağımız mealinde bir kehanette de bulundu (Yazık ki, ne ile karşılaÅŸacağımı bilmediÄŸimden bu konuÅŸmayı not tutmamışım!). Sahnenin bir tarafına; Eric Vaarzon Morel (Gitar-Hollandalı), Antal Syeixner (Perküsyon-Hollandalı), Miguel Corcho'dan (Vokal-Ä°spanyol) oluÅŸan flamenko müziÄŸi grubu, hemen yanlarına da Tahir AydoÄŸdu (Kanun), UÄŸur Onuk (Ney), Aygün AltınbaÅŸ (Kudüm, bendir) ve Bilal Demiryürek'ten (Kasidehan) oluÅŸan tasavvuf musıki grubu oturdu.Konsere hicaz makamıyla baÅŸladılar ve ilk dakikada her iki grup da, icrada ehil olduklarını bize gösterdiler. Ãœslubun aynılığı bizi gerçekten de ÅŸaşırtıyordu, ancak geçen zamanla aksayan birÅŸeyler hissettik. Ä°spanyolca bilmediÄŸim için yanılıyor da olabilirim ama, galiba, aynı form içinde ayrı tellerden çalıyorlardı. Nasıl anlatayım? Bizim kasidehanımız '...bana Allah gerek...' derken, sanki sayın Miguel Corcho '...gülüşün fettan, belin ince...' gibi bir ÅŸeyler söylüyordu. Daha bir dik oturup zerre kadar anlamadığım Ä°spanyolca'dan bildik kelimeler yakalamaya çalıştım. Nafile, atalarımız Viyana önlerinde tıkanıp kalmışlardı... Ben de tıkandım.Sonra ney taksimi ile birlikte mevlevi ayininin notaları duyuldu. Platformun -seyirciye göre- sağından semazen (Engin Kökçü) ÅŸeyhi yerine seyircilerini selamlayarak sahneyi teÅŸrif etti. Ama tabir caizse; Åžeb-i Aruz törenlerinden ÅŸerbetli olduÄŸumuzdan, bu bizi çok da rahatsız etmedi. Zira, turizm bakanlığının, 'turistleri kılıç kalkan ekibi yerine semâ grubu ile karşılamanın' daha cazip ve zarif olacağı gibi bir fikri ne zaman keÅŸfedeceÄŸini korku ve endiÅŸeyle bekleyenlerdeniz. Neyse efendim, Engin Bey kollarını çaprazlama kavuÅŸturup, selam vere vere, arkasını da bize dönmeden sahneyi terkettikten sonra Flamenkocular baÅŸka bir ÅŸarkıya baÅŸladılar '...dudağının deÄŸdiÄŸi her yer ateÅŸ...' havasında bir ÅŸey. Ve bu kez sahnenin solundan bayan Ines Contreras, Ä°spanyol dansçılarına has özgüveni ve cazibesiyle arz-ı endam etti. Kıvrak, iÅŸveli hareketleriyle gözlerimizi mest etti dersek; başımız aÄŸrımaz! Dansını bitirdikten sonra ona da sıkı bir alkış koptu. Gruplar çalmaya devam etti, yine beÅŸeri aÅŸktan uhrevi semalara doÄŸru yükselirken Engin Bey tekrar semâ dönmeye baÅŸladı... MuzipliÄŸinden olsa gerek ritm gittikçe hızlanıyordu ki; asıl niyet ayan oldu. Bayan Ines de sahneye çıktılar. Önce şımarık bir kız çocuÄŸu gibi ayaklarını vurarak (Hülya AvÅŸar'ı hayal edebilirsiniz.) semâ eden Engin Bey'i seyretti. Sonra fakir, Engin Bey'i dans ediyor sanmış olmalı ki; onunla birlikte dönmeye baÅŸladı. Ä°kisinin de etekleri ahenkle dalgalanmaya baÅŸladılar. MeÄŸer müzik de bu sebepten hızlanırmış. E, tabii bayan Veronica Divendal'ın buyurduÄŸu gibi yerimizden fırlamaya ramak kaldı ki; ilk yarı bitti.Bu faslı çok da uzatmanın alemi yok, ikinci yarı da bu minvaldeydi. Sonlara doÄŸru, Flamenkocular ve Tasavvuf Musikisi yorumcuları birlikte kendi ÅŸarkılarını söylediler ama sanki aynı ÅŸarkıyı söylüyor gibiydiler. Kapanış parçası olarak meÅŸhur 'Güzel Aşık Cevrimizi Çekemezsin Demedim mi?' ilahisini hayli tempolu bir ÅŸekilde seslendirirlerken -ki hoÅŸ da oluyormuÅŸ, itiraf etmek lazım- Engin Bey sahneye gelip tekrar hızlıca dönmeye baÅŸladı, bir önceki tecrübeden cesaret ve teÅŸvik alan bayan da hemen yanında senkronize bir ÅŸekilde dönmeye baÅŸladı ve aynı postürü aldı... Herkes yerinden fırladı ve çılgınlar gibi alkışlamaya baÅŸladı! "YaÅŸasın"dı kültürlerin kardeÅŸliÄŸi!Bir iki sene evvel Roll dergisinde Nusrat Fateh Ali Khan'ın başına gelen bir hadiseyi okumuÅŸtum. Galiba Oliver Stone'nun yönetmenliÄŸini yaptığı bir Hollywood prodüksiyonu, telif ücretini ödeyerek, üstadın ÅŸarkılarından birini satın alır. Kavli denen müziÄŸin tanınması ve dünya pazarında yer edinmesi için önemli bir fırsat olan bu hadise maalesef hüsranla son bulur. Çünkü üstadın ÅŸarkısı bir tecavüz sahnesinde fonda duyuluyormuÅŸ, oysa ki ÅŸarkı Hz. Ali'ye ithafen yazılmış bir ilahiymiÅŸ. Kültür köprüsü olmaya en az bizim kadar meraklı olan Amerikalılar yazık ki kültürleri çorba yapmakta ehildirler. Peki baÅŸkanı Adnan Dalkıran, bir ayağı da Türkiye'de olan, Hollanda menÅŸeili bu vakfın iÅŸin özünden bu kadar uzak olmasını nasıl açıklayabiliriz? KULSAN'ın kendi açıklamalarını okuyalım biraz:KULSAN, kuruluÅŸunda oldukça geniÅŸ kapsamlı bir projeler bütünü içinde kültür ve sanatın farklı alanlarında Türkiye'nin bir mozaik olarak nitelendirilen yüzyılların kültürel mirasının ürünlerini yaÅŸayan örnekleriyle birlikte Hollanda gibi geliÅŸmiÅŸ bir Avrupa ülkesinde tanıtmak, burada yaÅŸayan vatandaÅŸlarımızın kendi kültürleriyle tanışmalarını saÄŸlamak, kültürümüze ilgi duyan Hollandalılara özgün ve seçkin örnekler sunmak amacını gütmekteydi.Kibarlık edip metin yazarı altını çizmemiÅŸ, ama biz hakkını yemeyelim; gerçekten de Hollanda bize göre bir çok meselesini halletmiÅŸ, geliÅŸmiÅŸ bir memlekettir. Tabii ki; bizden fersah fersah ilerde olan bu memleket efradının bizde kavrayamayacağı derinlikte mevhumlar yoktur. Hatta olamaz! Kültürümüze de, kaÅŸif deÄŸil de muzaffer bir "efendi" edasıyla yaklaÅŸmaları bu yüzden normaldir. Peki BaÅŸkan Adnan Dalkıran ve grup üyelerine ne demeli? Çuvaldızı kendimize batıralım:"Devletimizin yerli yersiz herkese göstermekte beis görmediÄŸi bu tarikat seremonisi yazık ki; biz de dahil olmak üzere çoÄŸu yabancı tarafından zarif bir dans olarak algınlanmaktadır. Oysa ki; semâ en basit anlamda; mevlevilerin toplu zikri, yani ibadetidir. Semazenler, semâ dönmeden önce abdest alırlar. Amaç, namaz kılınırken olduÄŸu gibi Allah'a yönelmek, vecd ile benlikten sıyrılmaktır. O duruÅŸun, dönüşün daha doÄŸrusu; formun, tasavvufi bir çok manası vardır. - Avuçların birisinin yere, diÄŸerinin göğe bakıyor olmasının; Hak'tan alınanın halka dağıtılması vb... -Kültürler arası benzerlikler peÅŸinde koÅŸarken üstünde durmamız gereken temel nokta budur. Yoksa formların benzerliÄŸi çok fazla ÅŸey ifade etmediÄŸi gibi, bu ÅŸekilci anlayış formlarda ifadesini bulan felsefenin de yozlaÅŸmasına sebep olur. Alkışladığımız esas itibarıyla kültür deÄŸil, gördüğümüz veya duyduÄŸumuzdur. Oysa ki kültür, bunları da kapsayan ve daha derin bir altyapısı olan bütündür."Dikkat çekmek isterim ki; bu bir inanç sorunu olmaktan çok daha vahim bir algılama sorunudur. Kültürümüze ve hatta teknolojiye ne kadar yüzeysel baktığımızın ipuçlarını verir bu hodbinlik. Teknoloji bizim için internette chat etmek, bilgisayarda oyun oynamak veya screensaver'ımıza araba resimleri yüklemekten ibaretdir. YaÅŸadığımız ÅŸehir; Çankaya, NiÅŸantaşı veya Taksim olabileceÄŸi gibi Etlik, Avcılar da olabilir. Türkiye; Ä°stanbul, Ä°zmir, Ankara. Gezilmeye deÄŸer yerleri ise; Antalya ve MuÄŸla'dan ibaretdir. Tarih sıkıcıdır ve edebiyat da süslü laflar salatasıdır. Divan edebiyatı Türkçe bile deÄŸildir! Aşık Veysel kör, Ahmet Hamdi Tanpınar "kim"dir? Tutunamayanlar'ı okumak azap, Orhan Pamuk'sa yakışıklıdır.Kültüre bu kadar uzaklaÅŸmamızın sebebi acaba nedir? DuyduÄŸumuz aÅŸağılık kompleksi mi? Açıkcası sanmıyorum, çünkü 'kültür' tamamıyla bize yabancı bir kelime artık. Kendimize olduÄŸumuz kadar, dışarıya da yabancıyız. Onlara da sadece gözümüzle bakar olduk, sunulanla yetiniyoruz. BildiÄŸimiz kadarı bize her zaman yetiyor. Bu yüzden karşılaÅŸtırma yapmaya bile üşeniyoruz. Bu yabancılaÅŸma, uzaklık ve hodbinliÄŸin benim saptayabildiÄŸim iki nedeni var:Kültürümüz pratikte bize para kazandırmıyor. Peki nasıl kazanabiliriz? Bu yüzden, Mevlânâ'nın çağımızdaki deÄŸeri de Konya'ya çektiÄŸi turist ile hesaplanabilir bir problem oluyor. Daha fazla deÄŸil.Tüm bu sebeplerdendir ki; ne zaman televizyonda bir devlet büyüğümüzü Yunus Emre, Mimar Sinan veya Mevlânâ'nın 'evrensel'liÄŸinden bahsederken duysam, içim ezilir. Kendimi, babasından kalma evi peÅŸkeÅŸ çekebilmek için abartarak aile hatıralarını aÄŸlaya aÄŸlaya anlatıp, müşterisini manevi bir cendereye almaya çalışan küçük hesapların insanına benzetirim. Çünkü bilirim, aslında ne ev, ne içindekiler ne de yeni sahibi ve o eve yapacakları umrumdadır. KULSAN'ın ortaya koyduÄŸu eser ve aldığı tepki, defileler veya Rober Hatemo'nun Hücum Marşı'yla karşılaÅŸtırıldığında çok daha endiÅŸe vericidir. Çünkü kültür ve sanatı tanıtmak, tanıştırmak, seçkin örnekler sunmak gibi iddalı bir amacı olan vakfın seyircisi de Kral TV seyricisinden daha etkindir. Bu kadar büyük iddiadaki kurumun bu kadar yüzeysel bir program tasarlamış olması ve üniversite çatısı altındaki seyircinin de sunulanı bu kadar kolay hazmetmesi ise tek kelime ile esef vericidir.Engin ÖNCÃœOÄžLU - 31 Mayıs 2000, ÇarÅŸamba Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!