Güncelleme Tarihi:
Zeki Müren sağlıklıyken, yalnızlıktan bunaldığı dönemlerde evlenmeyi düşündüğü de oldu. Fakat hiçbir kadının konumunu içine sindirmeye katlanamayacağının ayırdına vardığında caydı. Çünkü o ‘‘Zeki Müren'i değil’’, kendisini olduğu gibi kabul edecek, salt ‘‘Zeki'yi sevecek’’ insanı arıyordu.
Zeki Müren'in ‘‘yaşam biçimi’’ ve ‘‘cinselliği’’ tartışması, adının ilk duyulduğu andan ölümüne dek hep gündemde kaldı. Daha doğrusu böyle olması için hasımları sürekli çaba harcadı. Oysa kendisi ‘‘çift cinsiyetliliği’’ni hiç saklamadı. Kimi zaman ‘‘evet, benim mırmırlarım var’’ dedi. Bir başka gün ‘‘Prima sanatçıların eşcinsel olduklarını’’ söyledi. Üstüne fazla gidildiğinde de örnekler vererek itirafta bulunmaktan çekinmedi.
Büyük İskender, Eflatun, Oscar Wilde, Andre Gide, Leonardo da Vinci, Şair Nedim, Marlon Brando ve Alain
Delon hakkında bu tür söylentiler bulunduğunu belirtti, ‘‘Herkesin (cemiyetçe yuhalanmadan) hayatını yaşamaya mecbur olduğunu’’ vurguladı.
‘‘Cemiyetçe yuhalanma’’ taşı Bülent Ersoy'aydı.
Tanrı'nın yarattığı konumunu 80'li yılların başında (erkekken silikon dudak ve göğüs, estetikli yüz, sokakta makyaj, giysi ve davranışlarıyla ‘‘çılgın kadın’’a dönüştüren, Bülent Ersoy, toplumu tepkisine ve yürütmenin sahneye çıkmasını yasaklamasına karşın, ‘‘Zeki Bey'le ben sahnelerde iki homoseksüeliz’’ diyebildi! Bu töhmet yanıtını, ‘‘Ben şerefli ordumuzda yedeksubaylığımı (askerlikte kovulma rezaletiyle karşılaşmadan) alnımın akıyla tamamladım ve birincilikle diplomamı aldım’’ sözlerinde buldu.
Zeki Müren, kendi deyimiyle ‘‘Tam bir erkek’’ti. Kazanova 132 kadınla birlikte olmuş, o ise 104 hanımla yatmıştı. Ancak mutluluğu ‘‘erkekler’’le de paylaşmıştı.
BÜYÜK AŞKLARI
Bunlardan ilki, sanat çevresinden birisinin yakışıklı, üniversitede okuyan oğluydu. Bu ilişki taraflara mutluluk verdi. Fakat çevrenin eleştirel baskısı giderek ikisini de bezdirdi, yıprattı ve büyük aşk ayrılıkla noktalandı.
Yakından bildiğim bu birlikteliğin sonuçlarını ağabeyim (kendisine böyle dememi isterdi) bana Ankara Göl Gazinosu'nun kulisinde, çalışma arkadaşları ve şoförü Güney'in yanında telefon numaralarını defterine yazış biçimiyle (yan yana değil, yukarıdan aşağıya ya da çapraz) şifreli sözlerle anlattı.
Büyük aşkın acısını başkentteki üniversite öğrencisi küllendirdi. ‘‘Güzel olan her şeyi sevmek Tanrı'nın insana bir lütfu... ...'la hiç yatağa gitmedik’’ dediği bu (özel) yaşam da sekiz yıl sürdü. Yıllar sonra bir Bodrum gecesinde Seyfi Bar'da demlenirken ağabeyim bana, ‘‘Seçkin'ciğim, sana söylemeyi hep unutuyorum. İki torunumuz oldu biliyor musun? Yalnız bir şeye karar veremiyorum; Ben büyükbaba mıyım yoksa babaanne mi, sen de hala mısın yoksa teyze mi?’’ diye sordu, ardından da ünlü kahkahasını patlattı.
BİZE GEL GÖSTEREYİM
Zeki Müren sağlıklıyken, yalnızlıktan bunaldığı dönemlerde evlenmeyi düşündüğü de oldu. Fakat hiçbir kadının konumunu içine sindirmeye katlanamayacağının ayırdına vardığında caydı. Çünkü o ‘‘Zeki Müren'i değil’’, kendisini (olduğu gibi) kabul edecek, salt ‘‘Zeki'yi sevecek’’ insanı arıyordu. Bu özlemini yıllar önce bir gece sahnede de dile getirdi. Cumhuriyet Gazinosu'nda sahneye fırlayan 13-14 yaşlarındaki dünya güzeli delikanlıyla karşılıklı oynuyordu. ‘‘Ah vallahi böyle bir çocuğum olacağını bilsem hemen evlenirim’’ dedi. Bahçenin ortasından bir erkek sesi yükseldi, ‘‘Babası kim olacak?’’ Zeki Müren bu, laf altında kalır mı, adam ağzının payını aldı: ‘‘Bu gece saat 24.00'ten sonra bize gel göstereyim!..’’
Sanatçının ‘‘gerçek dostum’’ dediği arkadaşlarının toplamı da iki elin parmak sayısına bile ulaşmıyordu. Bunların başını çeken, kendisinin de içtenlikle, candan sevdiği meslektaşı Nigâr Uluerer'di. Muazzez Abacı ve Zerrin Özer'in mesleklerini icra edişlerini nasıl beğeniyorsa, yakın arkadaşının da ‘‘insanlığı’’na hayrandı. Yazık ki bu güzel dostluk tam 35 yıl sonra dargınlıkla sonuçlandı.
Marilyn Monroe'nun ölümü Zeki Müren'i perişan etti. O gece programını her zamanki içtenliği ve duygusallığıyla değil, dinleyicilerine bir şey belli etmemeye çalışarak zar zor tamamladı. Herkesin evine gitmeye hazırlandığı sırada saz arkadaşı Hilmi Rit'e haber yolladı.
Gerisini kanun üstadından dinleyelim:
‘‘Hilmi'ciğim bir yere sözün var mı?’’, ‘‘Yok’’, ‘‘Annene telefon et de geç geleceğini bildir.’’, ‘‘Hayrola?’’, ‘‘Cumhuriyet'in pavyonuna gidelim. ‘‘Olur.’’
‘‘Pavyona girdik, hemen bir şişe viskisi masaya geldi. Hiçbir şey konuşmuyor. Bir-iki duble viski içti ve ağlamaya başladı. Gün ışıdığında şişe bitmişti ama, Zeki hâlâ ağlıyordu.
İlk repomuzda Amerika'ya gitti, dönünce anlattı. Ayağının tozuyla, sanki akrabasıymış gibi sarışın bombanın kabrine gitmiş ve mezarının üstüne kucak dolusu çiçek bırakmış.’’
İNTİHAR MIYDI?
Zeki Müren'in Marilyn tutkusu ve ölümünün aynı onunki gibi intiharı çağrıştırması düşündürücü! Sarışın bomba dünyanın, Sanat Güneşi de Türkiye'nin sevgilisiydi, ancak ikisi de ‘‘yalnızlık’’tan şikâyetçiydi.
Zeki Müren akıllı, zeki, bilgili ve aynı Marilyn gibi, ‘‘tek başına’’ bir insandı. Mehmetçik ve Türk Eğitim Vakıfları'na bağışladığı trilyonların sahibiydi. İsteseydi, dünyanın en donanımlı tıp merkezlerine gider ya da onların klinikleriyle büyük uzmanlarını ayağına getirtir, hastalıklarından kurtulabilirdi. Parası olmasa bunların hepsini devlet, o ‘‘olanağım yok’’ dese, sevgili ulusu yapardı. TRT'nin hazırladığı belgeselin ikinci bölümünün çekimi için Bodrum'dan İzmir'e katedeceği 251 kilometrelik yolun kendisini yoracağını, ilaçlarının ve doktorunun yanında bulunması gerektiğini bilmemesi mümkün müydü? Uçak ya da helikopter yerine cipi yeğlemesinin ardındaki giz neydi?
Kimselerin bilmesini istemediği bir derdi mi vardı ki, belgeselin ilk bölümünde, ‘‘...Evet ben bazen ölümü de özlüyorum (!)’’ diyerek ölüme ekspres davetiye çıkardı?!
ONURU-GURURU
Çekemeyenlerinin dedikoduları bir yana bırakılırsa, Zeki Müren geriye dönüp baktığında onurlu bir geçmişe sahipti.1955'in 19 Mayıs'ında Harbiye öğrencilerinin ‘‘Beklenen Şarkı’’ adlı bestesiyle gösteri yaptıklarını görmüş, sevinçten ağlamıştı. Aynı yıl ‘‘Manolyam’’ şarkısıyla (Türkiye'de ilk kez verilen) ‘‘Altın Plak’’ı almış, çok mutlu olmuştu. 31 Mayıs 1969'da verdiği ve ‘‘Meslek yaşamının sanat tacı’’ dediği Aspendos konserini 27 bin kişinin izlediğini öğrenince gözyaşlarını tutamamıştı. ‘‘Paşa’’ lakabı kendisine bu konserdeki başarısı dolayısıyla Antalyalı hemşerileri tarafından takılmıştı.
Meydan Larousse Ansiklopedisi'nin 9'uncu cildinin 151'inci sayfasının ‘‘Müren Zeki’’ maddesinde yer alınca çok sevinmişti. ‘‘Türk sanatına yaptığı hizmetler ve üstün sanatçı kişiliği dolayısıyla Kültür Bakanlığı'nın teklifi ve Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal'ın onayıyla Zeki Müren'e Devlet Sanatçısı unvanı’’ verilince sınırsız duygulanmıştı.
Kişisel tarihinde her sanatçıya kolay kolay nasip olmayacak böyle sayfalar vardı, o her şeyi bir yana bırakıp son hızla ölüme koştu. Acaba derdi neydi ve bunu neden yaptı?
DOSTU SADUN AKSÜT
Zeki Bey'in köyü var
Sazıyla Zeki Müren'e 16 yıl eşlik eden tanbur üstadı Sadun Aksüt, arkadaşıyla ilgili gözlemlerini aktardı:
‘‘Zeki Bey radyoda Klasik Türk Müziği okumak istedi, izin verilmedi. Bana göre bu büyük kayıptı. Eğer okusaydı, birçok şarkıda yaptığı gibi (ki çoğunda yapıyordu) ilave yapmayacaktı. Sonucunda da bu besteleri halka indirecek ve sevilip tutulmalarına yardımcı olacaktı. Çünkü sesi gibi diksiyonu da çok güzeldi. Dinleyenler ne söylediğini yorulmadan, rahatlıkla anlayacaklardı.
Klasik okumalıydı ama, ‘‘Kundurama Kum Doldu’’yu söylememeliydi. Çünkü (kendisine de söyledim) klasına yakışmadı.
Zeki Müren çok insancıldı. Çalıştığı yerlerde patronundan tuvaletçi kadına herkesin derdine derman olmaya çalışırdı.
Odasında gördüğüm delikanlıya elimi öptürdü, tanıttı. 'Oğlum, üniversitede okuyor.' Sizin de bildiğiniz gibi çok çocuk büyüttü, çok da okuttu.
Zeki Bey, İstanbul içinde bir köyün yolunu, okulunu, camisini ve kütüphanesini yaptırdı, o köyü ihya edip çağlaştırdı. Yerini söyleyemem. Çünkü köylüye, 'Ölümümden sonra bile kimse bilmeyecek' diye vasiyeti var. Bana hiç düşmez.’’