Güncelleme Tarihi:
Kimi kaçarken kızını kaybetti, kimi parmaklarını. Bazıları ise bir ceset olarak geçti sınırdan...
Geçen yıl, başka ülkelere iltica etmek için Türkiye'ye kaçanların sayısı 6.237, kaçak girenler 28.275. Günde 50 kişi kaçak giriyor.
Türkiye'nin çevresindeki ülkelerde siyasal-sosyal depremler yaşanıyor; binlerce insan, topraklarından kopmak zorunda kalıyor. Bu dalgaların etkisi Anadolu'ya kadar uzanıyor. Sadece geçen yıl, Türkiye'ye kaçıp Birleşmiş Milletler'e başvurarak başka ülkelere iltica talebinde bulunanların sayısı 6237, illegal yollardan girerken yakalananların sayısı ise 28 bin 275. Türkiye'ye hergün 50 kişi gizlice giriyor ve bunlardan 35'i yoluna kaçak olarak devam ediyor. İstanbul'daki kaçakların sayısının 100 bini aştığı tahmin ediliyor. Yine de onların bu ülkedeki varlığı, küçük bir evde 50-60 kişi yakalandıkları ya da Ege'de tekneleri battığı zaman farkediliyor. Oysa onlar, rüzgarın önünde sürüklenen yapraklar kadar kırılgan. Geride bıraktıkları dramların ağırlığı hala omuzlarında... Bu dizi, Batı'ya ulaşmak için Anadolu'yu umut köprüsü olarak gören mültecilerin yaşam öykülerine dayanılarak hazırlandı. Ancak isimlerinin yazılmaması ve fotoğraf çekilmemesi güvenlikleri açısından zorunluydu.
Beş yaşındaki mülteci çocuktan, ‘mutluluğun resmini yapması’ istendi. Çocuk, hiç zorlanmadı. Renkli kalemleri eline aldı, üzeri yiyeceklerle dolu bir masa resmi çizdi. Onun için bu kadar basitti mutluluk!
Mülteci çocuklara ‘resim terapisi’ uygulanması sırasında yaşandı bu olay. Sosyal Hizmetler Uzmanı Parastoo Derakhshandeh, Ankara'daki Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği'nde çocuklara resim yaptırıyor; onların yaşadıklarına ilişkin algılamalarını saptıyordu. Asılan, kurşunlanan insanlar, basılan evler, kamyonlarla taşınan cesetler, silahlar, tanklar ve kan doluydu Afganistan, Irak ve İran'dan gelen çocukların resimleri...
Altı yaşındaki Fardin'in resmi farklıydı. Gökyüzü, yıldızlar ve dağlarda yürüyen insanlar vardı resminde. ‘‘Kim bu insanlar?’’ diye sorulunca, Fardin, güçlükle aktardı içinde büyüttüğü acıyı:
- Annem ve babamla birlikte dağlardan yürüyerek Türkiye'ye geldik. Geceydi, kızkardeşimi kaybettik. Kimse onu bulamadı.
Fardin'in resmi, görenleri çarpıyordu. Anne babaya sordular, onların anlattığı Ankara'ya geliş öyküsü de çocuğun resmini doğruluyordu. Aile, Afganistan'dan aylar önce ayrılmıştı. İran topraklarını binbir güçlükle aşmış, sınıra ulaşmışlardı. Türkiye sınırı, rüyalarına açılan bir kapıydı.
Ama dağlardan kendi başlarına geçmeleri imkansızdı. Bir kaçakçı buldular. Son paralarını ona verdiler. Geceyi beklemeye başladılar. Yalnız değillerdi, kalabalık bir grup olmuşlardı artık. Hava iyice kararınca kaçakçı işaret verdi. Sessizce yürümeye başladılar. Baba, altı yaşındaki oğlunun elinden tuttu, anne de sekiz yaşındaki kızının. Anne, kızını uyardı:
- Sessiz ol. Yaramazlık yapma. Dikkat et, elimi bırakır geride kalırsan seni burada bırakıp gideriz.
KAYBOLAN KÜÇÜK KIZ
Yürüyüş saatlerce sürdü. Zorlu bir yolculuktu. Kayalara tırmanmak, çalılardan atlamak... Küçük kız çok yorulmuştu. Annesinin elini bir an için bıraktı. Tam o sırada kaçakçı, kalabalığı ikiye böldü. O kargaşada küçük kız annesinden koptu. Anne aranırken, yürüyüş yeniden başlamıştı bile. Kalabalıkla birlikte o da sürüklendi.
Sınırı geçip iki grup yeniden biraraya geldiğinde anne çılgına döndü. Kızı yoktu, kaybolmuştu! Bir dağ köyünde sabahı beklediler. Gün ışıyınca harekete geçtiler. Aramaları iki gün sürdü. Küçük kızı bulamadılar. Kaçakçı, umudunu çabuk kesti. Daha fazla bekleyemezdi! ‘‘Küçük kız, ya bir yere düşüp öldü da da bir hayvan yedi onu. Bu kadar zaman sağ kalamaz.’’
Çaresiz yine yollara düşüldü. Bir otobüse doluşup Ankara'ya vardılar. Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne vardıklarında perişan haldeydiler. Acılı anne babanın günleri, binanın kapısında geçiyordu. Sabah akşam aynı yerde oturuyor; kızlarından haber bekliyorlardı. 10 gün kadar sonra BMMYK'ye bir telefon geldi. Afganistan Büyükelçiliği personeliydi arayan.
- Buraya bir çocuk getirdiler. Anne babasını kaybetmiş. Acaba bir ihtimal anne babası size başvurmuş olabilir mi?
Görevli, hemen Fardin'in resmini hatırladı. Kapıda bekleyen anne babanın yanına gitti. Durumu anlattı:
- Fazla heveslenmeyin. Elçilikte bir çocuk varmış. Gidelim bir bakalım.
Baba, gitmek istemedi. Ülkesinden kaçmış bir insan olarak Büyükelçiliğe gitmeye cesaret edem,yordu. Ama anne kararlıydı:
- Beni öldürseler de gideceğim. Kızımı orada bırakamam...
Baba, oğluyla birlikte kaldı. Anne, BM görevlisiyle birlikte Büyükelçiliğe gitti. Orada iyi karşıladılar. Çay ikram ettiler, az sonra küçük kız girdi içeri. Mucize gerçekleşmiş; anne kız buluşmuştu! Küçük kız gözyaşları içinde boynuna sarıldığı annesine kızmıştı:
- Beni arkada kaldım diye bırakıp gittiniz...
Annesi, nasıl kaybettiklerini anlatmaya çalıştı ama dinletemedi. Küçük kız küstü, sırtını döndü ona. Bunlar olup biterken bir köylü geldi salona. Üzeri dökülen yaşlı bir adam. O bulmuştu küçük kızı:
- Dağda gezerken buldum. Konuşmaya çalıştım ama dilimizi bilmiyordu, köye götürdüm. 10 gün bizim evde kaldı. Afganistanlı olduğunu anlatınca alıp buraya getirdim.
Gerçekten inanılmaz bir tablo vardı ortada. Köylü, onca fakirliğine rağmen çocuğu almış, kilometrelerce uzağa, Ankara'ya getirmişti. Anne ellerine yapışıp teşekkürler etti. Tam çıkarlarken, kurtarıcı, MYK görevlisine yaklaştı. ‘‘Bir çorba parası verin bari...’’ Büyükelçilik sekreteri duydu bu sözlerini. MYK görevlisini engelledi:
- Hayır siz durun lütfen. Biz kendisine gerekeni yapacağız.
Anne ve kızı elele kapıdan çıkarken geride kalan köylü gülümsüyordu...
AYAKLARI DONDU
Sınır, onu aşmaya çalışan insanlar için haritada göründüğü gibi çizgiden ibaret değil. Hele bilmeyenlere, karanlık labirentlerle dolu bir engel. Hergün yeni dramlar yaşanıyor bu bölgelerde... Birisi 25, diğeri 30 yaşında iki kardeştiler. Irak sınırını geçmelerine yardım edecek bir kaçakçı bulamadılar. Dağlardan kendi başlarına geçmeye kalktılar. Kış aylarında dağ yollarını geçmek daha da zordu. Karlara bata çıka yürüdüler, yürüdüler. Saatlerce sürdü doğayla mücadeleleri. Önce göğe yükselen dumanları gördüler, sonra tüten bacaları ve ardından evleri. Türkiye tarafına geçmişlerdi. Gülümseyemediler; soğuk yüz hatlarını dondurmuştu...
Köye vardıklarında anladılar ayaklarının donduğunu. Geçer sandılar. Isıttılar, sarıp sarmaladılar. Bekledikleri gibi olmadı. Ayaklarındaki sızı giderek çoğaldı, çoğaldı. Önemsemediler, umut Ankara'daydı. Oradan Finlandiya'ya gidecekler, düşlerini orada yaşayacaklardı. Hastaneye gitmek, düşlerini ertelemek istemiyorlardı. Hem geri gönderilmekten korkuyorlardı.
Ankara'ya doğru yola çıktıklarında sızı acıya dönmüştü. Otobüsten indiklerinde ise ayaklarının üzerine basamaz haldeydiler. Neredeyse sürünerek, güçlükle ilerleyebiliyorlardı... Artık hastaneye yatmaktan başka çareleri kalmamıştı. Sargıların altından morarmış ayaklar çıktı. Doktorlar, geç kaldıklarını söylediler. Ellerinden geleni de yaptılar. Yine de ayaklarının bir bölümünü kurtaramadılar. Her ikisinin de ayak parmaklarını kesmek zorunda kaldılar.
İki kardeş günlerce hastanede yattı. Bu arada Finlandiya'daki ağabeylerine haber ulaştırmışlardı. Ağabey geldi, Finlandiya Büyükelçiliği'nin yardımıyla kardeşlerini alıp götürdü. Gülümsemeyi uçağa binerken hatırladılar; gözlerinin içi bile gülüyordu artık...
İki kardeş, ayak parmaklarını kaybetmek pahasına da olsa sınırın bu tarafına geçmişlerdi. Bir de geçemeyip, yaşamları sınır çizgisinde noktalananlar var. Beşi Afganistanlı, dördü İranlı dokuz gencin başına gelenler bu türden... Aradıkları ‘insan kaçakçısı’nı Tahran'da bulmuşlardı. Kişi başına üç bin dolar istemişti. O bir Türk'tü, Türkiye'ye tehlikesiz geçirmeye söz vermişti. Sınıra yakın bir noktayı tarif etmişti; orada bekleyecekti.
10 Mayıs 1997'de buluştular. En yaşlısı 35, en genci 16 yaşındaydı. Kaçakçı, ‘‘Merak etmeyin’’ dedi, ‘‘İran askerleri de Türk askerleri de geçişimizi biliyor, ses çıkarmayacaklar.’’ Heyecanları biraz olsun yatışmıştı. Kaçakçı, paraları istedi, verdiler.
Havanın iyice kararmasını beklediler. 22.00 sıralarında yola çıktılar. Kaçakçı önde, onlar arkada yürüdüler. İran sınırından geçerken sorun çıkmadı. İranlı askerler geçtiklerini görmüş, engellemeye çalışmamışlardı. İyice güven geldi hepsine. O rahatlıkla girdiler Türkiye tarafına. Az sonra karanlığın içinden metalik bir ses yükseldi; ‘‘Durun. Teslim olun. Yoksa ateş ederiz.’’
Geçmeye çalıştıkları nokta, Gürbulak yakınlarında, Şehit Bekir Kurtlar Karakolu bölgesindeydi. Karakol komutanı üsteğmen, PKK militanlarının sınırdan geçeceği istihbaratını almıştı! Tetikdeydi zaten. Termal kameralar sınırda hareket saptayınca hemen bir tankla o noktaya hareket etmişti. Ateş açmadan önce megafonla uyarıyordu!
Üsteğmenin uyarısı şaşırttı onları. Ne olduğunu anlamamışlardı. İçlerinde bir tek Afganistanlı Celil, Türkçe biliyordu. ‘‘Duralım, elimizi kaldırıp teslim olalım’’ diye bağırdı. Sadece yakın arkadaşı Naim onu dinledi. Diğerleri paniklemiş, sağa sola kaçışıyordu.
Tankın namlusu gürledi. Önce uyarı için üç atış yapıldı, grubun önüne düştü. Üsteğmen, baktı ki, karaltıların hareketi dinmiyor; serbest atış talimatı verdi. Herşey birkaç dakika içinde olup bitti. Top sesleri sustuğunda geriye yedi ceset kalmıştı; hem de paramparça.
Kaçakçı, İran tarafına kaçmış; Celil ve Naim ise eller i havada bekliyorlardı. O ikisi hafif yaralarla kurtulmuşlardı...