Güncelleme Tarihi:
Turuncu muayene odasında buluşuyoruz… Karşımda, psikiyatri hocası Prof. Arif Verimli oturuyor. 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü’nü bahane ederek kapısını çalmıştım. Ancak ‘ruh sağlığı’ ve ‘psikiyatri’ alanı bu ara TV’deki diziler vesilesiyle de revaçta. Verimli, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları’nın eski başhekimi, özellikle bağımlılık tedavisindeki başarılı çalışmaları ve gündüz kuşağı ‘reality-show’ programlarının değişmez yorumcusu olarak da tanınıyor. Bu hafta yaptığı “Doktorum ben, dümdüz doktorum. Yumoş bir panda değilim” açıklamasıyla da gündemdeydi… Bir psikiyatri klişesiyle, “Hocam bize çocukluğunuzu anlatır mısınız?” sorusunu yanıtlayarak başladı anlatmaya:
KÜÇÜK YAŞTA BÜYÜK ACI: ANNE KAYBI
“Çocukluğum, 9 yaşında annemi kaybedene kadar çok güzel geçti. Antalya’da doğdum. Annemin kökeni Kuzey Afrika’daki Tuareg kabilelerine dayanıyor. Dedem, babamın doğumunu Birinci Dünya Savaşı’nda askere gitmek üzere limanda öğreniyor. Cepheden geri dönmüyor. Babaannem de köye göçüyor. Babam küçük yaşta çalışmaya başlıyor. Kentte bakkal açıyor ve çok başarılı oluyor. Vergi rekortmenliğine kadar gidiyor… Meyve ağaçlarıyla dolu bahçe içinde kocaman bir evde büyüdüm. Okumayı çok severdim. Anneme çok düşkündüm. Onu ani bir kalp kriziyle 50 yaşında kaybedince hayatımda pek çok şey değişti…”
‘ATOM PARÇALAMAYACAKSIN YA!’
Babası yeniden evlenince ev kalabalıklaştı. Küçük Arif de kendini kitaplarına, derslerine verdi. Çok başarılı bir öğrenciydi. Eve iftiharlı karneler getirirdi. Emeğinin karşılığında üniversite sınavında çok iyi puan aldı. Gönlünde fizik mühendisliği yatıyordu. Hocaları ona, “Türkiye’de atom parçalanmıyor, boş ver…” dese de inatçıydı. Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümü’ne kaydolacaktı. Ancak Ankara’ya hareket etmeden bir gece önce babası karşısına dikilerek “Ben senin doktor olmanı istiyorum!” dedi. Verimli, “İçimde önlenmiş olmanın getirdiği olumsuz bir duygu oldu ama babaya ses çıkaramadım” diye devam ediyor: “Çapa’nın puanlarının düşmesini beklerken açıkta kaldım. Apar topar diş hekimliğine attım kendimi. Bursa Tıp Fakültesi’nin, kendi yeri açılana kadar İstanbul’da eğitim verdiğini öğrenince oraya geçtim. İlk üç sene İstanbul’daydık. Sonra birden ‘Bursa, Bursa’ya taşınıyor’ diye ilan asıldı. Mecbur Bursa’ya gittik. Fakülte şehrin en ücra yerindeydi. Sonunda İstanbul’a dönme kararı alındı. 50 öğrencinin 45’i döndü, ben dahil beş kişi kaldık.” Sebebini şöyle açıklıyor: “İstanbul’da kalabalık sınıflarda ne kendimi gösterebileceğim ne bir şey öğrenebileceğim… Oysa Bursa’da adam sayılacağım. Nitekim staj döneminde her öğrenci bir kliniğe gönderildi. Bensiz kadın doğum ameliyatı bile başlamazdı!”
KALDIĞI TEK DERS: PSİKİYATRİ
Hocaları, kendisiyle aynı fikirde değildi ama… Arif Hoca devam ediyor: “Staj sonunda kaldığım tek alan psikiyatri oldu! Sonraki sınava kadar Otto Fenichel’in psikanaliz kitabını okumam öğütlendi. Bu sayede çok farklı bir dünyayla, psikanalizle tanıştım. Beynin üst düzeyde çalışmasının sonuçlarıyla ilgileniyordum duygu, düşünce, davranış… Sınava girdim, 100’ü çektim! Okul bitti…” Sırada ihtisası vardı. 1979’da asistan oldu. Akademisyenlik yolunda ilerlemeye başladı: “İşlerin hiç de Freud’un dediği gibi olmadığı fikri kafamda canlandı. Beyin işleyişlerindeki sorunlara biyolojik tabiatlı sağlık sorunu olarak bakıp, tedaviler geliştiriyorduk. Örneğin şizofreni zannedilen vakalar epilepsi çıkıyordu. İhtisasım biterken 12 Eylül oldu. Mecburi hizmet geldi. Bana kuradan Yıldırım Aktuna’nın başhekim olduğu Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi çıktı! Söylene söylene gittim, baş asistan olarak göreve başladım.”
‘YUMOŞ PANDA DEĞİLİM, DÜMDÜZ DOKTORUM’
Psikiyatri kliniğindeki doktorların ve onlara başvuran hastaların hayatlarını hikayeleştiren Kırmızı Oda dizisine ilişkin “Doktorum ben, dümdüz doktorum. Yumoş bir panda değilim” sözlerini soruyoruz Arif Hoca’ya: “Dizi, hastada kurgusal bir beklenti yaratıyor. Bize ‘Kırmızı odadaki gibi değilseniz gelmeyiz’ diyorlar... Bu yaklaşım insanların hoşuna gidebilir ama bence etik değil. Çok üzüldüğüm olaylar, vakalarda benim de hasta çıktıktan sonra yüzümü yıkamışlığım olmuştur ama etikte hastayla ağlama yoktur. Etik kurallarına uyduğu sürece ekranlarda olmasında sorun yok. Pek çok Amerikan dizisi, filmi izliyoruz, orada ayağa kalkmıyorlar hiç...Toplumu forme etmek başka, formu çarpıtarak forme etmek başka...”
’AKIL HASTANESİ’ DEĞİL ‘SAĞLIK YUVASI’
Arif Verimli, 1980 darbesinin hemen ardından başlıyor Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne. O dönemin ortamı nasıldı acaba? Hoca şöyle anlatıyor: “Yıldırım Bey modernizasyon çabasına girmişti ama tamamlanmamıştı. Yataklarda 5-10 kişi yatar, anestezisiz elektroşok yapılırdı. 1984’te şef oldum. Aktuna önderliğinde bilimsel toplantılar yapılmaya başlandı. Ben de fikirlerim ve üslubumla dikkat çektim. Aktuna, 1989’da Bakırköy Belediye Başkanı seçilince 1994’te başhekim olarak atandım. İlk iş yolları, bahçeleri düzenledik. Poliklinikleri yeniledik. Ormanlık arazide yürüme yolu yaptık ve halkla hastaların birlikte spor yapmasını sağladık. 30 yıldır hastaneden çıkmamış kronik hastaları Belgrad ormanında pikniğe götürdük… Amaç hastalarla sağlıklı toplumu birleştirmek, buranın bir ‘akıl hastanesi’ değil ‘sağlık yuvası’ olduğunu anlatmaktı.”
HAYATININ AŞKLARI
1974’te, Bursa Tıp Fakültesi’nde Aydan Hanım ile tanışıyor Arif Bey… Üç yıl sonra nişanlanıp, 1978’de evleniyorlar. Çiftin Ural ve Aras isminde iki çocuğu oluyor.
KESİNLİKLE OBSESİFİM
Arif Hoca’nın, ona çocukluğundaki Antalya’yı hatırlattığı için başladığı bir maket gemi koleksiyonu var... Hocanın kendini analizi de bu koleksiyon üzerinden oluyor: “Ben kesinlikle obsesifim... Düzen obsesyonum var. Odamda temizlik yapılır, bir maket geminin yeri değişir, hemen fark ederim.”
KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜ KARİYERİ
Verimli’nin bir diğer kariyeri de kamyon şoförlüğü: “Bir gün babamla dükkanda otururken kapıya bir kamyon yanaştı. Önüme anahtarları bıraktılar. Babam, ‘Sana oyuncak aldım!’ dedi. Lise sondan üniversite üçüncü sınıfa kadar şehirlerarası yollarda babamın mallarını taşıdım. Karın tokluğuna! Bu tecrübeyle yıllar sonra yolda kaldığım bir zaman motoru indirip, tamir edip yoluma devam etmiştim.”
TÜRKİYE'NİN PSİKOLOJİSİ: ANKSİYETE VE DEPRESYON
“Türkiye’de sosyolojik gelişmeyle politik tavır da insanları etkiliyor… Mesela Kenan Evren ihtilali sırasında çocuklara hep Evren ismi konmuştur, Ecevit zamanı Ecevit… Din ağırlıklı toplumda millet din ağırlığını yaşamaya başlıyor ve yaygınlaşıyor. Ülkede en çok görülen psikiyatrik rahatsızlıklar anksiyeteli bozukluklar, sonra depresyon sonra kişilik bozuklukları, şizofreni ve bipolar bozukluk… Türkiye bir hasta olsaydı kesinlikle antidepresan yazardım…”
‘BENİ SEDA SAYAN PARLATTI’
Arif Hoca, ‘reality-show’ kariyerinin nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “İlk Esra Ceyhan yıllar süren programlarında konuk etti. Sonra Seda Sayan çok parlattı. Savaş Ay ve Kadir Çelik’in programlarına neredeyse her hafta katıldık. Sonra, 13 senedir ve halen Müge Anlı… Televizyon halka ulaşmanın hâlâ tek ve en hızlı yolu. Programlarda etik kurallara sıkı sıkıya uyarak hareket ediyorum. İnsanlar bana ‘Neden daha çok konuşmuyorsun?’ diyorlar. Kafamda pek çok şey oluyor, söyleyebileceğim ama söylemem yanlış. Mesleğin etik kuralları var: Kimseyi bireysel anlamda topluma karşı etiketleyemezsin, psikiyatrik hastalığı yüzünden aşağılayamazsın, izni olsa bile suçlu ilan edemezsin.”
‘MARJİNAL YÜZDE 15’İ YÜZDE 70’E İZLETİYOR’
Peki vakalar onu şaşırtıyor mu? “Hayır, hiç” diyerek analiz ediyor: “Bizim için gündelik şeyler bunlar. Her ülkede çan eğrisi vardır; yüzde 70’i toplum normudur. Kalanın yüzde 15’i yazar çizer entelektüel, diğer yüzde 15 suç potansiyeli ve kişilik bozukluğu olan kişilerdir. Programlar, işte bu yüzde 15’i, yüzde 70’e izletiyor.” Arif Verimli, televizyon popülerliğinden de şikayetçi olmadığını söylüyor: “Hoş bir duygu. Yalan söylemeyeceğim. ‘Çıkmayacağım’ diyen insan, çıkma imkanı bulamayandır… Ne kadar çok kişiye ulaşabilirsem farkındalıkta o kadar başarılı olacağımı düşündüm. Hep en iyisi olma sevdam var. Hiçbir zaman sıradan olmak istemedim.”