Oluşturulma Tarihi: Mart 16, 2009 00:00
Nektar Nehri’nin kıyısına kurulan Heidelberg, Almanya’nın önde gelen bilim kentlerinden. Kültürü, mimarisi kadar doğası da gözalıcı. Heidelberg Şatosu’ndaki ginkgo ağacı ve Goethe’nin şiiri her yıl binlerce Japonu bu şehre çekiyor. Gezgin, rehber, gazeteci Tayfun İşbilen, şehri ve ağacın öyküsünü yazdı.
Amerikan casusları, 1945 Temmuzu’nda Hiroşima ve Nagasaki kentlerinden raporlar geçti. İki kentte de salgın hastalık yoktu. Raporların amacı, birkaç gün sonra atılacak atom bombaları patladığında kurtulmayı başaran ancak daha sonra radyoaktif serpintiye yenilecek olanların salgın hastalıktan ölmüş olabilecekleri şüphesini bertaraf etmekti. Tüm ölümlerin bomba marifetiyle olduğu kesinleşecek, atomun gücü hatasız şekilde ölçülecekti. Ancak bu dehşet veren yıkımda ölen canlıların sayısı hiçbir zaman tam olarak hesaplanamadı. Yaşayabilenleri saymak çok kolay oldu. Hiroşima’daki kilometrelerce karelik alanda tek canlı hayatta kalmıştı: Patlama noktasına sadece iki kilometre uzaklıktaki tapınağın bahçesindeki Ginkgo Biloba ağacı. Tapınak bile yerle bir oldu, ginkgo yandı ama ölmedi.
JAPONLAR YAPRAK TOPLUYOR
Hiroşima ve Nagasaki’de yaşanan trajediden 130 yıl önce, 1815’te, Goethe Almanya’nın Heidelberg kentine gelmişti. Her gün Heidelberg Şatosu’nun bahçesinde yürüyüş yapar, hafızasını güçlendirmek için ginkgo ağacından bir yaprak yerdi. Gün boyunca ağacı seyrederken başyapıtı “Batı- Doğu Divanı”nı yazmıştı. Divanın en güzel şiirlerinden birinin ismi Ginkgo Biloba’ydı.
Goethe, “Bu ağacın yaprağı” diye başlayan şiirinde hayallerindeki sevgilisi Züleyha’ya seslenirken, Doğu’nun gizemli bilgeliğinin bu yaprakta göründüğünü, tek sapın üzerinde yükselirken ikiye bölünen yaprağın, bölündügü halde bir bütün olarak kaldığını anlatır ve şöyle der: “Hissetmez misin şarkılarımda / hem tek hem çift olduğumu.”
Birbirini tamamlayan iki öykü nedeniyle Japonya’dan Heidelberg’e gelenlerin sayısı hayli fazladır. Gingko, Goethe’nin şiiri ve yazıldığı şehir Japonlar için büyük anlam ifade eder. Japon turistler, Heidelberg Şatosu’nun bahçesindeki ağaçtan düşen yapraklarını özenle toplar, ülkelerine götürür.
Bizim buraya geliş amacımız ise farklıydı: Üç yılımızın geçtiği bu kentin özlemine yenilmiştik sadece. Eski dostları tekrar görecek olmanın heyecanını da unutmamalı tabii.
Heidelberg, herhangi bir kent değildir. Nüfusu sadece 150 bin ama bugüne kadar Nobel bilim ödülü 11 kez bu kente gelmiş. Üniversitesindeki akademisyenler yedi kez tıp, fizik ve kimya alanlarında ödüllendirilmiş. Heidelberg Max Planck enstitüsü iki, geçen yıl da Heidelberg Kanser Araştırmaları Enstitüsü ilk kez Nobel Tıp Ödülü’nü aldı. 1386’da temeli atılan üniversitenin tıp ve hukuk fakülteleri dünyanın en prestijli akademik kuruluşlarından. Prestijden söz açılmışken, dünyanın en iyi matbaa makinalarını üreten Heidelberger Druckmaschinen’i unutmamak gerek. Fabrikanın 2012’ye kadarki tüm üretimi şimdiden satılmış. Ayrıca Heidelberg’in felsefe, sanat, din ve Avrupa politikası tarihindeki önemini anlatmak için ciltlerce kitap yazılabilir.
HEGEL’İN EVİNDE KRİZ SOHBETİ
Neckar Nehri’nin hemen yanı başına kurulmuştur şehir. Baharda ve yazın yemyeşil, sonbaharda pastel renkler cümbüşüne dönüşen bir doğanın ortasında yükselir. Almanlar, II. Dünya Savaşı’ndan hasarsız kurtulan bu tarihi kenti gözbebekleri gibi korur. Bu muhteşem doğa, tarihi ve kültürel miras, firmalar yılda üç milyondan fazla ziyaretçi çeker.
Kentin tarihi bölgesindeki sokaklara bırakıyoruz kendimizi. İlk durağımız zamanında Hegel’in yaşadığı ev. Felsefeye yön veren, diyalektik kuramına büyük katkı yapan, Marks’ı etkileyen filozof, 46 yaşındayken Heidelberg Üniversitesi’nde dersler verirmiş. Binanın üstündeki siyah tabelada, altın sarısı harflerle kaydedilmiş burada yaşadığı tarihler: 1816-18. Demek Goethe’yle aynı zaman diliminde buradaymış. Bina günümüzde üniversiteye ait. 20 dairesi çocuklu öğrenci çiftlere kiralanıyor. Kapıyı çalıyoruz. Hegel’in evine eski bir dostumuzla buluşmak için geldiğimiz de böylece ortaya çıkıyor. Üniversitenin Alman dili bölümünde yüksek lisans yapan dostumuz bu özel yurdun en güzel dairesinde oturuyor. Üniversite çevresinden çok sayıda ortak arkadaşımız var. İlerleyen günlerde pek çoğuyla buluşuyoruz, konuşuyoruz.
Sohbetlerin konusu dönüp dolaşıp ekonomik krize geliyor ister istemez. Bizdeki “Krizin dibini görünce çıkarız inşallah, kriz L tipi ise fena” tipi tartışmalar buralarda tuhaf karşılanıyor. Krizde bile dikkatler daha ileri teknolojiler üretmek, yoğun araştırma ve bilgi gerektiren ürünler geliştirmeye yöneltilmiş. “Piyasa bu, tabii ki canlanacak” diyorlar. Alman ürünlerinin dünya pazarlarındaki yerlerini koruyabilmesi için araştırma-geliştirme çalışmalarının hiç aksatılmaması gerektiğini anlatıyorlar. Zaten hükümet de onlar gibi düşünüyor. Bu yüzden 2009’u Avrupa’da Yeni Teknolojiler Geliştirme (inovasyon) Yılı ilan ettiler. Avrupa’da bu konuda çok sayıda etkinlik yapılıyor, dev bütçeler ayrılıyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ise gündemde yok. Kentekiler Heidelberg Üniversitesi’ndeki Çinli öğrencilerin hayret verici çalışma azmini, şaşırtıcı başarılarını konuşuyor. Sohbetlerde, aramızdaki gelişmişlik ve refah farkının uzun süre kapanmayacağı sonucu çıkınca moralimizi düzeltmek için Heidelberg’in güzelliklerine geri dönüyoruz.
Sadece Almanya’nın değil, Avrupa’nın en güzel manzaralarından birini sunan Filozoflar Yolu, tarihi köprü, Königstuhl Tepesi’ne çıkan tarihi feniküler, Heidelberg Şatosu, Almanya’nın en uzun yaya yolu, tarihi restoranlar, son derece şık ve ucuz eğlence mekanları derken eski bir Alman şarkısı geliyor aklımıza: “Kalbimi Heidelberg’te kaybettim. Neckar’ın kıyısında bir yerde atıyor hâlâ...”
Fırsatını bulunca Heidelberg’e tekarar geleceğimizden emin Türkiye’ye dönüyoruz. Ancak şarkıdaki gibi kalbimizi kaybetmeden...