Güncelleme Tarihi:
Haremağaları en güçlü ve en korkulan saray mensuplarının başında gelirdi. Saltanatın láğvedilmesinden sonra hepsi sokakta kaldı. Servet sahibi ağalar kendilerine herkesten uzak ve yapayalnız bir hayat kurdu, parası olmayanlar ise 'Haremağaları Teavün Cemiyeti' adlı bir derneğin çatısı altında toplanıp birbirlerine destek olmaya çalıştı. Haremağalarının sonuncusu olan Hayreddin, hayata 1979'da veda etti.
Haremağaları her zaman merak edilen ama merak edildikleri ölçüde de çekinilen ve korkulan insanlardı. Bu korkunun gerisinde belki görüntüleri, belki de sarayda sahip oldukları büyük güç vardı.
Hemen hepsi Afrika'dan gelmeydi. Küçük yaşlardayken esir tüccarları tarafından kaçırılır, belli merkezlerde toplanır, burada son derece vahşi bir operasyonla hadım edilirlerdi. Operasyondan sağ kurtulabilenler daha sonra satılır ve başta İstanbul ve saray olmak üzere imparatorluğun çeşitli bölgelerine gönderilirlerdi.
Haremağaları, saltanatın láğvedilmesinden sonra ortada kaldılar. Sarayda bulundukları sırada asıl görevleri kadınlara göz-kulak olup harem ile dış dünya arasında bağlantı sağlamaktı ve teşrifatçılık da onların işiydi. Gerçek hayatla tanışmamışlardı, para ve geçim kavramlarından habersizdiler ve sokakta kalınca yaşayabilmek için her çareye başvurdular. Ağaların çok uzun ve bir o kadar zor olan asıl maceraları, saray kapılarının yüzlerine kapanmasından sonra başlayacaktı.
Bir kısmı biraraya gelerek şehirden uzakta bir köşkte inzivaya çekildi, kimi mandıra işletmeye çalıştı, kimi ise arkadaşlarını toparlayarak bir dernek çatısı altında birleştirmeye çalıştı. Merkezi İstanbul'da olan ve Medine ile Kahire'de birer şubesi olan 'Haremağaları Teavün Cemiyeti' işte bu maksatla kuruldu.
Bu dernek vasıtasıyla, muhtaç durumdaki arkadaşlarına ulaşırlarken bir yandan da toplu halde olmaya, ayrılmamaya çalıştılar. Maddi imkánı olmayan ağalardan on üçü Kısıklı'da bir köşke yerleştirildi ve ölene kadar burada yaşadılar. En gençleri seksenlerindeydi, herkes kendi günlük işini kendisi yapıyordu ve içlerinde Lala Sadreddin Ağa gibi yaşı 110'un üzerinde olanları da vardı.
Bazı ağalar ise, vaktiyle sahip olmayı başardıkları servetlerine güvenerek kendilerine ayrı bir hayat kurdular. İkinci Abdülhamid'in meşhur harem ağası Nadir, bunlardan biriydi. Göztepe'de büyük bir köşk alarak yerleşti, yine orada bir bakkal dükkánı açtı ve bunun yanısıra kendi ifadesiyle 'Türkiye'de bir ilke' imza attı: Göztepe taraflarında bir mandıra kurdu ve kapalı şişede süt satmaya başladı. 1961'de 79 yaşındayken öldü. Hiç maddi sıkıntı çekmemişti ama yapayalnızdı.
1950'li senelerin başında, 'Haremağaları Teavün Cemiyeti'nin hayatta altı üyesi kalmıştı. Ağalardanan Mısır'a yerleşmiş olanlarına Mısırlı prens ve prensesler sahip çıktı, saraylarda birer odaya yerleştirildiler ve ölünceye kadar bakıldılar. Son haremağası Hayreddin Efendi, 1976'da burada öldü.
Mevleviler iki kaş arasına bakarlar
Bütün tarikatlerde mevcut olan 'nazar' yani 'bakış', Mevlevilikte de önemli bir yere sahipti ve sema öncesinde iki kaş arasına bakış şeklinde yapılırdı.
Mevlevi mukabelesinde yani sema öncesinde sözleri Hazreti Mevláná tarafından Hazreti Muhammed'e övgü olarak yazılmış bir 'na't' okunur. Semazenler na'tı oturdukları yerde dinlerler, sonra bir neyzen na'tın okunduğu 'mutrıb' denilen yüksek yerde bir taksim yapar, ondan sonra herkes kalkar ve semahaneyi sağ tarafa doğru üç defa dolaşırlardı. Şeyhin postu önünde karşı karşıya geldikleri zaman önden giden postun sol tarafında geriye döner, arkasındaki sağ tarafında durur, birbirlerinin yüzlerine ve özellikle de iki kaşlarının arasına bakarlar, yani 'nazar' kılarlardı. Bu sırada ayaklarını mühürleyerek rüku vaziyetine yakın bir şekilde yavaş yavaş eğilirler, sonra yine yavaş yavaş doğrulup birbirlerinin yüzlerine bakarlardı. Öndeki semazen geri dönüp yürür, arkadaki semazen postun soluna geçip döner, arkasındaki ile aynı tarzda selámlaşırdı. Semahaneyi post önünde birbirlerine böylece 'niyaz' ederek dolaşmaya 'Devr-i Veledi' veya 'Sultan Veled Devri' denirdi.
‘Nazar’ yani ‘bakış’, bütün tarikatlerde olduğu gibi Mevlevilikte de önemli bir yere sahipti. ‘Mukabele’ denilen sema merasimi öncesinde semahane üç defa dolaşılır, dervişler şeyhin postu önünde karşı karşıya geldikleri zaman sırayla birbirlerinin yüzlerine ve özellikle de iki kaşlarının arasına bakarlar, ‘nazar’ bu şekilde yerine getirilmiş olurdu.
Kaymaklı havuç tatlısı
Orta boy havuçların dış kısımları bıçağın tersi ile iyice temizlenir, enlemesine baş parmak kalınlığında kesilir ve sıcak suya atılır. İki dakika kadar haşlandıktan sonra suya bol şeker ve az limon suyu iláve edilip birkaç dakika kadar yeniden kaynatılır. Havuçlar sudan çıkartılır, soğutulur ve çok ince doğranmış taze melisa yapraklarına
bulanır. Bir tabağa dizilir, üzerine değirmenden geçirilmiş az kuru karanfil serpilip kaymakla yenir.
İstendiği takdirde, tencereden alınan havuçlar püre haline getirilip üzerine sıcak suda eritilmiş bol şeker iláve edilir ve soğumaya bırakılır. Yeniden melisa ile karanfile bulanır, üzerine lomon suyu ile kestirilmiş şeker ilÁve edilir. Şekerin soğuduktan sonra sertleşerek kalınca bir zar halini almasına dikkat edilir ve yenilirken yine kaymak iláve edilir.
Dedezade
Tam adı Seyyid Mehmed Said bin Mustafa'dır. Rumeli Kazaskerlerinden Seyyid Mehmed Dede'nin torunu olduğu için 'Dedezade' diye anılır ve hattatlar arasında bu lákap ile bilinir. Çorlu'da Süleymaniye Medresesi'nde müderrislik yapan Dedezade, yazıyı Kátibzade1nin talebesi İsmail Refik'ten öğrendi. Ayasofya şadırvanının yazıları onundur ve Türk nesta'likinin büyük ustalarından biri olan Yesari Mehmed Esad, Dedezade'nin talebesidir.