Güncelleme Tarihi:
Bugünün Etyopya'sına eskiden Habeşistan derdik. Şimdi açlık ve yokluk sahneleriyle bilinen Habeşistan, geçmişte Osmanlı başkentinde çok daha değişik bir başka anlam ifade ederdi: Habeşistan demek, ‘‘hadım edilmiş siyahi harem ağaları’’ demekti...
Roma İmparatorluğu zamanından başlayarak Bizans, Abbasi ve Memluk dönemlerinde Kuzey Afrika'dan Arap yarımadasına, Mısır'dan İran'a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyanın köle ihtiyacını Habeşistan karşılar, sarayların harem ağaları da oradan getirilirdi. Topkapı Sarayı'ndaki siyah ağaların en tepesinde ‘‘Kızlar Ağası’’ vardı ve resmi resmi unvanı ‘‘Darüssaade Ağası’’ydı...
Siyah ağalar daha 8-10 yaşlarındayken Habeşistan'dan ya kaçırılır yahut satın alınarak Kahire'ye, oradaki esir pazarına getirilirlerdi. Hadım edilme ameliyatları genellikle Kahire'de yapılır, zekâları dikkat çekici olanları bizzat Mısır Valisi tarafından ayrılır ve İstanbul'a, saraya gönderilirlerdi. Bu çocuklar, sarayda artık geleceğin harem ağaları olacak şekilde yetiştirileceklerdi...
Bir harem ağasının yükselebileceği en üst makam, Darüssade Ağalığıydı. Bu ağalar padişahın yanında devamlı olarak bulunan birkaç kişiden biriydiler ve 18. yüzyılın başına kadar güçleri öylesine artmıştı ki, sadrazamların tayininde bile söz sahibi olacak dereceye gelmişlerdi... Enderun ve harem ağalarının en tepesinde onlar vardı, Osmanlı vakıfları arasında en önemlisi olan ‘‘Haremeyn-i Şerifeyn Vakıfları’’ndan yani Mekke ve Medine'deki vakıflardan onlar sorumluydular ve sultanlarla diğer saray kadınlarının vakıfları da Darüssaade Ağaları tarafından idare edilirdi.
Habeşistan'ın 1555'te Osmanlı topraklarına katılması ve bir ‘‘Habeşistan Beyleybeyliği’’ oluşturulmasından sonra, saray hadımlarının Sudan'dan ve Habeşistan'dan getirilmesi işi kural halini aldı. Bu kural 19. yüzyılın sonuna kadar devam etti, sadece erkeklerle ve sarayla sınırlı kalmadı. Osmanlı tüccarlarının Mısır'dan satın aldıkları zenci köle ve cariyeler önce İstanbul'daki devlet ricalinin konaklarına kadar girdi ve zamanla başkent dışındaki büyük idare merkezlerindeki konaklarda ve köşklere kadar yayıldılar. Zengin bir etnik bir mozayiğin hüküm sürdüğü Osmanlı toprakları, Habeşliler'in varlığıyla daha da bir renklenmişti...
Haklarında birçok rivayetin varolduğu siyahi harem ağaları konusundaki en gerçekçi kaynak, şimdi Köprülü Kütüphanesi'nde saklanan ve bir saray baltacısının kaleminden çıkmış olan Arapça bir elyazması: ‘‘Risale-i Teberdariyye’’. İşin garibi, harem araştırmacıları tarafından bugüne kadar incelenmemiş ve metninin yayınlanmamış olması...
İşte, erkekliklerini daha çocukluklarında kaybetmiş olan harem ağalarının cariyelerle birarada geçen hayatları konusunda Teberdar Risalesi'nde yazılı olanlardan kısa bir bölüm:
‘‘...Bu kara kâfirlerin hıyanetleri o derecedir ki, her biri birer ikişer cariyeye aşık olurlar ve her ne kazanırlarsa onlara sarfederler. Gerçi ‘‘bunlar hadım edilmişlerdir, bunlarda şehvet yoktur’’ denir ama şehveti olmayan adam aşık olur mu? Bu işleri yapar mı? Her biri birer, ikişer, üçer cariye satın alıp odalarına saklarla ve birbirlerinden son derece kıskanırlar. İçlerinden acemice ameliyat edilmiş olanları saraydan kaçmaya yahut atılmaya çalışır. İşte bu yüzden sık sık padişahın gazabına uğrar ve katledilirler. Katledilmeyenleri ise Hicaz'a sürgün yollanır...’’
İftar yemekleri
Vişne ekmeği
Yeteri kadar şeker bir mikdar suyla kestirilir, köpüğü alınır, saplarından ayrılıp çekirdekleri çıkartılmış vişneler içine atılır ve pişirilir. Taneler çekip ufaldıktan sonra ateşten indirilir. Has undan yapılmış ekmek ince ince dilimlenir ve sade yağda iyice kızartılır. Çukur bir sahanın içine istif edilir ve önceden hazırlanmış olan vişneler kepçeyle üzerine konur. Kıvamına gelecek şekilde pişirilmişlerse birkaç kaşık su konur, sahanın kapağı kapatılır ve kor üzerinde suyunu çekinceye kadar kaynatılır (‘‘Melceü't-Tabbâhin’’den).
Reşad Ekrem'in
Yeldirme
Kadınların kırlarda serbest gezinmek için ferace ve çarşaf yerine giydikleri hafif üst elbisesidir. Başa bir örtü, yemeni, namaz bezi veya tülbend konularak giyilir. Adını telâş ile koşturmak, uçurmak anlamına gelen ‘‘yeldirmek’’ kökünden almıştır. Yeldirme, başa bir örtü atılıp hemen sırta geçirilerek sokağa çıkılabilen bir üstlüktü. Zamanımızın harcıâlem kadın mantolarına benzer, ama kolları mantokolundan biraz daha genişçedir. Çoğunlukla avam tabakasına mensup kadınlar giyer. Kibar hanımlar yazlıklarda mesireye, çayıra, kıra çıkarken daha ziyade maşlah giymişlerdir. Zamanımızda da avam tabakasına mensup bohçacı kadınların hepsi yeldirmelidir ve yeldirmeleri alâmeti farikaları haline gelmiştir.
Hattın ustaları
Hafız İbrahim Rıfat
Vidin'de, 1867'de doğdu.Vidin Mutasarrıfı olan Hacı Mehmed Nuri Efendi'nin oğluydu. Rus Harbi çıkınca ailesiyle beraber İstanbul'a geldi.Şehremini'ye yerleşti. Askeri okula devam ederken Çukurbostan civarında oturan hattat Mehmed Şevki Efendi'den sülüs ve nesih yazılarını meşketmeye başladı. Üç buçuk sene sonra icazet aldı. Balkan, Çanakkale ve İstiklâl Savaşları'na katılan Hafız İbrahim Rıfat, 1923'te genelkurmayın müsteşar yardımcılığından emekli oldu. 7 Temmuz 1947'de vefat etti ve Merkezefendi'ye defnedildi. Kabri, hocası Şevki Efendi'yle sırt sırtadır (M. Burak Çetintaş'tan).
Tarihin tuhaflıkları
Bonkörlük ve nezaket
Mısır Prensesi Zeynep Hanım, Sultan Abdülaziz konağına misafir geldiği gün bütün mücevherlerini altın bir tepsinin içine koyarak padişaha hediye olarak takdim etti. Mücevherlerin değeri 1 milyon altından fazla tutuyordu. Fakat hükümdar tepsiden sadece murassa cildli bir Kur'an'ı aldı, mücevherlere ise hiç dokunmayarak sahibine iade etti.
Abdülbaki Gölpınarlı
Sâye nedir?
Sâye, Farsça ‘‘gölge’’ anlamındadır. Mecaz yoluyla yardım, lutuf ve ihsan demektir. Tasavvuf ehli, söz arasında, yaptığı bir işi, başardığı bir şeyi anlatırken kendi varlığını ortadan kaldırmak için ‘‘Rabbimin sâyesinde’’, ‘‘Sâye-i Erenlerde’’ sözlerini söylerler. ‘‘Sâye-i erenler’’ kural bakımından yanlış olmakla beraber, söylenir.
Eskiden, saltanat devrinde bir ‘‘Sâye-i şâhânede’’, yani ‘‘padişahlara lâyık gölgede, padişahın lutuf ve ihsâniyle’’ sözü, padişaha kul geçinenlerce söylenir-dururdu. Gerçek hürriyet âşıkı olanve tasavvuftan da nasibi bulunan Adanalı Ziya merhum (vefatı: 1932), ‘‘Yeter bu zulmet azizim, yeter, bu sâye nedir / Biraz da gün göreyim, sâyebânı kaldırınız’’ (Azizim, bu karanlık yeter, yeter, bu gölge nedir; biraz da gün göreyim, şu gölgeliği kaldırınız) beytiyle bu inanca ve söze isyanını belirtmiştir.
Büyük Sözler
Helâl apaçık helâldir, haram da apaçık haram. İkisinin ortasında şüpheli işler var ki, halkın çoğu bilmez onları. Kim şüpheli işlerden çekinirse dinini, ırzını korumuş olur; şüpheli ijlere düşenlerse harama düşmüş olurlar. Hani, korunun, ekinin civarında sürüsünü otlatan, sürünün koruya, tarlaya girmesinden şüphelenen çoban gibi. Her meleğin bir korusu-tarlası vardır. Allah'ın yeryüzündeki korusu-tarlası da bilin ki haram ettiği şeylerdir. Bir de bilin ki bedende bir et parçaşı var, o düzeldi, temiz oldu mu bütün beden düzelir, temizlenir; o bozuldu, kötüleşti mi bütün beden bozulur, kötüleşir. Bilin ki, o kalbdir.
Hazreti Muhammed