Güncelleme Tarihi:
Şenol Güneş, 1952 yılında kilim dokumacısı bir baba ile ev hanımı annenin beş çocuğundan biri olarak Trabzon’da eski, ahşap bir evde dünyaya geldi. Söze, “Bugün bakınca fakir görünen ama huzurlu, mutlu bir mahalle havası vardı benim çocukluğumda…” diye başlıyor Güneş… Çocukluk günlerine büyük bir özlem duyduğunu vurgulayarak anlatıyor: “Oyuncağımız olmadığından hobimiz top ve misket oynamaktı. Kendi aramızda mahalle arası maçlar oynanırdı. Ailece yakın kazalara pikniğe, denize girmeye giderdik. Hem de müsabaka yapardık. Hep beraber yaptığımız bu geziler bugünkü profesyonel deplasmandaki maçlar gibi olurdu! Sosyal durumumuz itibariyle şehir dışına çıkma şansımız olmadığından sahilde bir yanda Kaçkar Dağları’nı bir yanda Yoroz Burnu’nu görüyordum. Güneş Kaçkarlar’dan doğar, Yoroz’dan batardı. Benim ufkum da o kadardı… Ama hayallerim büyüktü. Radyoda başarı hikayelerini dinleyip her ne olacaksam onda en iyi olmanın hayallerini kuruyordum…”
Şenol Güneş, özlem duyduğu çocukluk yıllarını Zeynep Bilgehan'a anlattı.
Fotoğraf: Selçuk ŞAMİLOĞLU
TAKIM İSTEDİ, BABASI VERMEDİ
Peki hayalleri nelerdi? Güneş, “15 yaşımdan önce hiçbir yeri görmeyen bir kişi olarak hep uzakları düşünüyordum” diye yanıtlıyor. Mahalle arasında futbol takımları kuruyor, çeşitli yaş gruplarıyla maçlara katılıyordu. Güneş’in başarılı performansı amatör takımların ilgisini çekiyordu. Ancak babası futbol oynamasına karşıydı. Maddi durumları iyi olmadığından ayakkabıları eskitiyordu! Ortaokul son sınıftayken Erdoğdu Gençlik Takımı ‘lisanslı oyunculuk’ için Güneş’e talip oldu ama babası ‘Yaşı çok genç’ dedi, vermedi! Bir yıl sonra Güneş artık büyüklerin takımında turnuvalara katılmaya başlamıştı. Ağabeyi de takımda olunca küçük kardeşe forvetten geriye çekilip kalecilik yapma işi düştü… Erdoğdu Gençlik Takımı’ndan ikinci kez gelen teklife babası razı olunca 1967’de, 15 yaşında ilk defa ‘lisanslı futbolcu’ oldu. Genç Milli Takım karması maçlarına çağrıldı; ilk defa şehir dışına çıkarak Ankara ve Mersin’e gitti. Bu arada üzerine hayatı boyunca devam edeceği bir başka sorumluluk aldı; aileye bakmak… Katıldığı turnuvadan ilk kazandığı para 50 liraydı. Bu paranın yarısını babasına verdi. Geri kalanını tuttu çünkü çantaya ihtiyacı vardı; forma ve ayakkabılarını naylon torbayla taşıyordu…
SENE 1952
Yalıköy İlkokulu'nda...
‘ÜNİVERSİTE MEZUNU OLMAK AYRICALIKTI’
Güneş, “Liseden itibaren hem okuyor hem aileye bakıyor hem de oynamaya çalışıyordum” diye devam ediyor: “Amatör olarak ilk kez Trabzonspor’a 17 yaşımda geldim. Hastalanınca, beni bıraktılar. 18 yaşımda Akçaabat Sebatspor’da profesyonel oldum. Sonra büyük bedellerle Trabzonspor’a döndüm. Okulu hiç bırakmadım. O dönem öğretmen veya subay olmak önemliydi. Ben de öğretmen olmak istiyordum. Lise mezuniyetinden sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Fatih Eğitim Enstitüsü’nü kazandım. Anne ve babamın okuma yazması pek yoktu; üniversite mezunu olabilmek benim için ayrıcalık oldu…”
SENE 1978
Eşi Semra Güneş ve büyük kızları Ayça ile...
‘ÖĞLEN YEMEK YEMEZ, İDMANA KOŞARDIM’
Üniversitede okumak ayrıcalık olmuş ama hiç kolay olmamış… Güneş, sabahtan akşama kadar okul olduğundan öğlen paydoslarını karnını doyurmak için değil idman için kullandığını anlatıyor: “Avni Aker Stadı’nın pistinde koşar sonra okula dönerdim. Okul ile ev arasında iki kilometre yolu yürürdüm. Şartlar oydu. Sabah bir simit yemek, çay içmek bizim için müthiş bir olaydı. Bu anlattıklarım o günün imkansızlıklarından kaynaklanan sıkıntılardı ama bugün keyifli geliyor. Trabzonspor’a geldikten sonra futbolcu olacağım belli olmuştu. Hem Milli Takım’daydım hem Trabzonspor’un en yoğun ve başarılı dönemleriydi… Şartlar zorluk çıkardı ama her zorluk da menfaat getirdi, daha başarılı olmamı sağlayan adımlar oldu.”
SENE 1975
‘HAFTADA 2 GÜN ÖGRETMENLİK YAPIYORDUM’
Şenol Güneş, eğitim enstitüsünden mezun olduktan sonra futbol kariyerine devam ederken aynı anda dört yıl Trabzon’un tepesinde bir köy ortaokulunda öğretmenlik yaptı... Öğretmenlik günlerinden anılarını şöyle anlatıyor: “1978’de başladım. Trabzon Karakaya Ortaokulu’nda birinci ve ikinci sınıf öğrencilerine tarih ve coğrafya anlatıyordum. Dersleri haftada iki güne ayırmıştım çünkü diğer zamanlar maçlar oluyordu. Öğlenleri antrenmana gidip geliyordum. Öğretmenlikle antrenörlüğün benzeyen yönleri var. İkisinde de yol gösteren kişisiniz. Coğrafya dersinde hep sorduğum bir soruyu yalnızca bir çocuk bilmişti. Sınıfın en çalışkanı bilemedi, o bildi ama ders notu zayıf. Neden öyle? Araştırınca ailesinde sorun olduğu ortaya çıktı. Zekası var ama sosyal yaşamı onu engelliyordu. Çocuklarımızın hangi şartlarda yaşadığını anlamadan onlarla ilgili kanaat oluşturmak ve genelleme yapmak doğru değil. Aynı şey oyuncular için de geçerli. Yetenekli bir oyuncu buluyorsunuz ama karakterinin de güçlü olması lazım; kendi başına karar verebilecek, sorgulama yapabilecek… Bunu öğretmenlikte daha iyi görebildim. Kendimi halen öğretmen gibi görüyorum. Oyunculara bir şey verdiğimi hissettiğimde onlar da başarılı olduğunda bu en büyük sermaye oluyor, gururumdur benim…”
1978-1983 arasındaki öğretmenlik yıllarından...
‘TENEKE İÇİNDE MİDYE YERDİK’
O YOKLUĞU ÖZLÜYORUM
Şenol Hoca, bugün geçmişe baktığında sokakta ‘yokluk’ olarak görülebilen pek çok şeyin aslında varlık olduğunu anlatıyor: “Ben büyürken deniz tertemizdi.. Midye toplar, teneke içinde yerdik. Bugünse midyeyi gidip lüks lokantada yiyebiliyoruz. Meyve ağaçları vardı; incir, dut, sebze... Bakkalda sebze meyve satılmazdı o zaman, her şeyimiz organikti. Şimdi imkanım olmasına rağmen çocuğuma o denizi, o meyveyi veremiyorum. Çocukluğumdaki yoklukların beni büyüttüğünü düşünüyorum. Sahilde denizin vurduğu bir duvar vardı. Kışın deniz vurduğunda bazen altın, bakır gibi küçük parçalar getirirdi. Biz de üstten görünce duvardan atlar, alır çıkardık. Dalgayla yarışırdık! Cam kırıklarını satardık. Zengin-fakir ayrımı yoktu. Samimi, mutlu bir ortam vardı. Çocukluğumu özlüyorum.”
SENE 1978
Fatih Terim ve Şenol Güneş...
LİMONUN HAYATIMDAKİ ÖNEMİ
Şenol Hoca’nın futbolculuk kariyerinde ‘limon kabukları’nın çok özel bir yeri var. Her şey bir limon kabuğuyla başlayıp limon kabuğuyla bitmiş... Nasıl mı? Anlatıyor: “Çocukken hamsi bolluğu vardı. Avlanma usulleri bugünkü gibi değildi. Bazen çok fazla olduğundan gübre olarak toprağa ekilirdi! Evde hamsi yendiğinde sıkılan yarım limon sokağa atılırdı. Biz de o limon kabuklarıyla ‘top’ sektirir, maç yapardık. Yıllar sonra limon kabukları yeni bir başlangıca araç oldu. Futbolculuğun son dönemlerinde kötü oynadığınız maç varsa, bırakmanız da isteniyorsa çeşitli protesto araçları vardır; limon, ayakkabı... Sözler veya davranışla olan tepkiler dışında ne zaman ki limon attılar gençliğimi hatırlayıp ‘Bırakmakta fayda var’ dedim. Son senemde yaşım 35’ti. Belim rahatsızdı. Yönetimde bana olumsuz bakanlar var. Genç kaleciler önlerini kestiğimi düşünüyorlardı. Bir yandan da A Milli Takım’ın kaptanıydım. Büyük teklifler geliyordu ama o duygu içerisinde en iyi yerde bırakmak istedim. Sene sonunda da jübile yaptım. Bırakınca bu sefer ‘Kaptan niye bıraktın!’ dediler! Güzel bıraktığımı düşünüyorum; zirvede...”
‘KALECİLER YALNIZ AMA ÖZGÜRDÜR!’
SENE 1975
Şenol Güneş, 1978-1979 sezonunda 1112 dakika gol görmeyerek bir rekora imza attı. Peki bir kaleci neler düşünür? Yalnızlık çeker mi ? Kariyerinin 20 yılını kaleci olarak geçiren Şenol Hoca:“Kalecilik aslında bana dayatılmıştı! Sonra sevdim. Ne iş yaparsanız yapın başladıktan sonra sahiplenin. Kaleci yalnızdır. Bütün oyuncuların formaları aynı, onunki farklıdır. Alanı sınırlıdır ama özgürsünüzdür... Herkes arkasını dönüp oynar. Sen herkesi kucaklarsın. Sabırlı olmayı öğretir. Hep hazır olmak lazımdır; ama kendini göstermek için öne çıkmak da doğru değildir. Yerinde ve zamanında yapmanız önemli! Sürpriz kafa vuruşuna hazırlıklı olmalısınız, size atacağı köşeyi söylemiyor ki! Hayat da böyle!”
GÜNEY KORE’YE YALNIZ GİTTİK, KALABALIK DÖNDÜK
SENE 2002
Dünya Kupası üçüncülüğü
Şenol Hoca’nın antrenörlüğünde A Milli Takımı, Güney Kore’de 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülük elde etmişti. Şimdi 2019’dan beri devam eden ikinci döneminde Milli Takım’ı 2020 Avrupa Şampiyonası’na hazırlıyor. Heyecanlanmalı mıyız? Şenol Hoca, “Umut vermek istiyoruz ve bu umut var şu anda…” diyor: “Umut olmazsa mutluluk sürekli olmaz. Üzülmek için konu çok. Üzülmemek için ortak değerlere sahip çıkmalıyız. 2002’de de Güney Kore’ye yalnız gittik. Gelirken kalabalıklaştık. Taraftardan halktan sevenler vardı ama bugün o konuşmaları yapanlar giderken bizi yok sayıyordu. Dönerken var saydılar. Bu sefer de ‘Niye şampiyon olmadın!’ dediler! Ben eleştiri yapanlara saygı duyuyorum ama hakaretleri kabul etmiyorum. Döndüğümüzde Taksim’de yapılan kutlama ortak değerlerin paylaşımıydı; her çeşit insan hiçbir ayrım olmadan oradaydı… Benim özelliğim verdiğim bu mesajlardı.”