Güncelleme Tarihi:
Deyim, personalist Fransız filozofu Emmanuel Mounier’nin, ‘culture dirigée’ deyiminin karşılığı…
Mounier (ölm. 1950), bu deyimi, bireyin yaratıcılığına hayat hakkı tanımayan rejimlerin, özellikle komünist ve faşist sistemlerin kültür, sanat, hukuk, düşünce ve eğitim anlayışlarını ifade için kullanmıştır. Böyle bir anlayış, Mounier'e göre, toplumun en kemirici musibetlerinden biridir.
Ne ilginçtir ki, Mounier, hür toplum idealini bizzat kendisi zedeler. Ona göre, ideal toplumda tek ve resmî din, Katolikliktir.
Bundan daha ilginç bir nokta da, şudur:
Ateşli bir Katolik olan Mounier, felsefesine ters düşme pahasına tek din saymakta ısrar ettiği Katoliklik'in kilisesi tarafından ‘Katoliklik'e ters düşmek’le itham edilmiş ve aforoza uğramıştır. Çünkü Mounier, Katolisizmin, hayatın yeni ihtiyaç ve şartlarına göre gözden geçirilmesini öneriyordu.
Mounier bahsini, burada kapatarak, güdüm meselesine gelelim:
Fikir ve kültür hayatının güdüme alınmasından doğan rahatsızlığın tahribi; yaratıcı faaliyetin merkezi olan bireyin robotlaştırılmasından, iğdişleştirilmesinden, uşaklaştırılmasından kaynaklanıyor. Böyle fertlerden oluşan bir toplumda riya, sahtekârlık, güvensizlik, tutarsızlık, cücelik egemen olur. Bunların egemenliği ise karmaşa, bunalım ve nihayet kavga ve yıkımı kaçınılmaz kılar.
HUKUKUN GÜDÜME ALINMASI
Güdümlü kültürlerde her şeyden önce hukuk güdümdedir.
İnsanlık, çok uzun didinmelerden sonra, bu güdümü ilke zemininde kırmak için, kuvvetler ayrılığı ilkesine ulaşmıştır. Ne var ki, bu ilkeyi sözde, kâğıt üzerinde tekrarlamak hukukun güdümden kurtulduğu anlamına gelmiyor. Musolini'ye, devlet anlayışı ve yönetim programı sorulduğunda, şu cevabı veriyordu:
“İtalya'yı yönetmek istiyoruz, hepsi bu.”
Nasıl yönettiğini bütün dünya gördü.
Modern toplumlarda bu anlayış belki bu kadar net ve sert söylenmiyor; ama aynı zihniyeti egemen kılmak için bin türlü oyunla hukuku güdüme alan liderler ve yönetimler, az değildir. Emeğe ihanet, bilimsel özerkliğin örselenmesi, din istismarı, gelir dağılımının adaletsizliği, rüşvetin bir kudret haline getirilmesi, inançlara baskı… hukukun güdüme alınışının kılık değiştirmiş görünümlerinden başka şeyler değildir.
Böyle bakıldığında, Türkiye’nin son iki-üç yıldan beri bir ‘güdümlü kültür ve güdümlü hukuk ülkesi’ haline geldiğini söylemek fazla abartma olmayacaktır.
‘Güdümlü hukuk’,
Bunların ikisi de insan gerçeğiyle çelişip çatışır, ikisi de hayatı cehenneme çevirir.
Türkiye, dine bağlı devlet anlayışının egemenliğine doğru hızla yol alıyor.
Bir yandan ‘tarikatlar konfederasyonu’na dönüşmüş TBMM, öte yandan dünyada, bir eşi görülmemiş şekilde, iki katrilyonluk bir bütçe ile finanse edilen Diyanet İşleri bunun şaşmaz kanıtları olarak ortadadır.
Hayatı güdüme almak, denge noktalarını yıktığı içindir ki, insana en zehirli kahrı musallat ediyor. Çünkü her güdüm, karşıt uçlardan yeni güdümlere imkân ve gerekçe hazırlar:
Laikliği güdüme alırsanız, dini güdüme alanlar başınıza bela olur; dini güdüme alırsanız, laikliği güdüme alanlar gırtlağınıza yapışır. Çünkü insan gerçeğini tahrip etmişsiniz. Dengeyi, güveni yıkmışsınız. Kimsenin kimseye saygısı, sevgisi kalmamıştır.
Böyle bir sürece giren toplum huzuru ancak rüyalarda görür.
Biz bu kahırlı süreci yaşayan ülkeler arasındayız:
Biz ne dini sömüren şeriat yobazlarını ne de laikliği dinsizlik halinde sunmak isteyen inkâr yobazlarını memnun edebildik.
Bir kez daha söyleyelim:
Laikliğin din düşmanlığına, din özgürlüğünün de ruhsal despotizm ve klik yobazlığına paravan yapılmasına engel olucu aydınlığı ortaya koymak, bizim ilim ve vicdan borcumuzdur.
Siyasal sonucu ne olursa olsun, kliklerin ve yivi-seti yalama yapmış politika simsarlarının onaylarını değil, ilmin ve dinin evrensel ilkeleriyle, milletimizin ihtiyaçlarını esas almalıyız.
Biz, işte böyle yapıyoruz. Böyle yapmaya devam edeceğiz.