gençliÄŸim nereye gidiyor? yirmi sekiz yaşındayım ve hayatımın son yirmi, belirgin olarak da son on yılını allak bullak olmuÅŸ deÄŸerleri anlamaya çalışarak

Güncelleme Tarihi:

gençliğim nereye gidiyor yirmi sekiz yaşındayım ve hayatımın son yirmi, belirgin olarak da son on yılını allak bullak olmuş değerleri anlamaya çalışarak
Oluşturulma Tarihi: Aralık 06, 2000 00:00

gençliÄŸim nereye gidiyor? yirmi sekiz yaşındayım ve hayatımın son yirmi, belirgin olarak da son on yılını allak bullak olmuÅŸ deÄŸerleri anlamaya çalışarak geçirdim. hala da öyleyim. baÅŸarılı olduÄŸumu da söyleyemem ne yazık ki. daha bu yaşımda oldukça geri kafalı buluyorum kendimi. çocukluk yıllarımın "uykudan önce" sinde siyah beyaz televizyonların karşısına geçer, çizgi film öncesinde kuzucuklarının adlarını sayan adile teyze' mi, benim de adımı sayacağı umuduyla bekler dururdum. listede adımı saymadığı günlerde, bunun ertesi gün gerçekleÅŸeceÄŸi umuduyla uykuya dalar, adımı söylediÄŸi günlerde ise yine o mutlulukla uyuya kalırdım. ÅŸimdi adımı kimden dinleyeceÄŸimi, daha doÄŸrusu kim olduÄŸumu, adımı bile unutuyorum... 'modern sonrası' anlamına gelen postmodernizm, daha modernliÄŸi tam olarak yaÅŸayamamış, içine sindirememiÅŸ bizimkine benzer toplumlarda, akıl ve bilince saldırıyor; yerine inancı koyuyor. artık herkes bir ÅŸeylere inanıyor; cinci hocalara, paralı havuzlara, yüz yıllık çınar aÄŸaçlarına, kafalarını sokabilecekleri dipsiz kuyulara, kendilerinin kutsal varlıklar olduklarına... özcesi, birilerine, bir ÅŸeylere... bu durum mutluluk veriyor onlara, boÅŸlukta kalmışlıklarını, çaresizliklerini, ruh dünyalarında esen karmakarışık rüzgarları ancak böyle unutabiliyorlar. hatta benzeri olayları duymak, izlemek de aynı hazzı veriyor onlara. özne kayboluyor. postmodern veriler özneyi tanımlamayı unuttu ne yazık ki. ben, yerini biz' e, uluslar yerini küreselleÅŸmeye bıraktı. borsa, döviz, makro ekonomik veriler ve yükselen deÄŸerler... hayati baki' nin deyimiyle "yükselen alçak deÄŸerler" gerçek deÄŸerlerimizi unutarak hiçe saymamıza neden oldu... doÄŸa, insanın keyfi davranışları, para hırsı ve bilinçsiz teknolojik geliÅŸim yüzünden büyük bir kıyıma uÄŸradı. orman arazilerinin nasıl bir kalem oyunuyla birilerinin cebine girecek olan paraya dönüştüğünü izleyebiliyoruz ÅŸimdi. doÄŸayı yok ediyor, sonra da onu korumak için dernekler kuruyor, ulvi çalışmalar yapıyoruz. parçalamayı, bir yap-boz' un en önemli parçalarını yok etmeyi öğrendik. ozon tabakası da delindi bütün bu olanlar yetmiyormuÅŸ gibi... neyse ki bunun sorumlularını bilebiliyoruz en azından: kadınlar! ah ÅŸu parfümleri olmasa, kışlar bu kadar soÄŸuk, yazlarsa bu kadar sıcak geçmeyecekti. hoÅŸ, kadınların da pek itirazı olmadı bu tezlere. onca fabrika bacası, onca cellat, onca müteahhit, onca nükleer santral varken suçu kabullenmekte gecikmediler. neden ve sonuç iliÅŸkileri bir bir dikte ettirildi küçücük beyinlerimize. marka takılmaya baÅŸladık! insanın hızla nesneleÅŸmesi yetmiyormuÅŸ gibi, nesne hızla özne olmaya baÅŸladı. erich fromm' un "saÄŸlıklı toplum" unda söylediklerini teyit edercesine, saÄŸlıksız bir topluma dönüştüğümüzün de farkına varamadık. hiçbir iÅŸ yapmasak da, hiçbir iÅŸe zaman bulamıyoruz; yoruluyoruz. tembelliÄŸe alışıyoruz. tembellik, görsellik olarak yansıyor yeniden bize. görsellik, bizi önce kendimize, sonra baÅŸkalarına karşı yabancılaÅŸtırıyor. hatta bazen, yabancılaÅŸmanın yabancılaÅŸmasını bile yaşıyoruz. mükremin abi' mizin kendi yazdığı senaryoda "keÅŸke baÅŸka bir dizide oynasaydım", "bunu yapıyorum ama senaryo gereÄŸi" sözlerini kullanıyor olması bizi ÅŸaşırtmıyor, keyiflendiriyor, zekice bir espri olduÄŸunu düşünüyoruz üstelik. yabancılaÅŸmanın bilinç altımıza iÅŸlenmesinin doÄŸal bir sonucu olarak, kendi kendimizle dalga geçebilmeyi bile özlüyoruz. buraya bir parantez açarak, bu etkilerin bütününü, camus' nün 'yabancı' ve kafka' nın 'dönüşüm' adlı yapıtlarında somutlaÅŸtırmak istiyorum. mersault, camus' nün yabancı' sında hem gerçek anlamda bir yabancı -orta sınıftan bir fransız olarak baÅŸka bir ülkede yaÅŸayan ve kendini oldukça yalnız hisseden-, hem de yabancılaÅŸmayı sonuna kadar yaÅŸayan birisidir. ilginç bir ayrıntı vardır bu romanda; ilk adını öğrenemezsiniz kahramanın. bunun bir önemi de yoktur aslında; ne onun, ne de baÅŸkaları için. geliÅŸen bir dizi olay sonrasında ölümü basite almaya baÅŸlar zamanla, hayat anlamsızlaşır. genç ya da yaÅŸlı ölmenin önemi yoktur. çünkü kendisini hayatın dışında bir seyirci olarak görmeye baÅŸlar. o olmadan da hayat devam edecektir. sonuçta onu, ya da kendinizi bir 'izleyici' olarak görmeye baÅŸlarsınız. öykünün satırları arasında. isimsizleÅŸtirme anlamında, franz kafka etkisinden söz etmek mümkün. kafka ise, çekoslavakya' nın tarihi taÅŸ binalarıyla gelir aklıma hep. bir bunluk, garip bir sıkıntı vardır o sokaklarda. ömrünün büyük bir çoÄŸunu devlet memurluÄŸu yaparak geçirmiÅŸ, ama belki de bu sıkıntı, akÅŸam evine gittiÄŸinde, bütün bu yaÅŸadıklarını, ya da yaÅŸayamadıklarını kaleme almasına neden olmuÅŸtur. 'dönüşüm' bir insanın, ya da biz okurun nasıl bir böceÄŸe dönüştüğünü / dönüştüğümüzü anlatır samsa' nın özelinde. yabancılaÅŸmanın biraz daha somuta indirgenmesidir bu. 'dava' da ise yine aynı durum söz konusudur. roman kahramanı açısından önemsiz bir tiyatro sahnesi gibi algılanan bir dizi gerçekliÄŸe karşı, gerçek olmayan, anlam ve kavramlarla kendini somutlaÅŸtıran baÅŸka baÅŸka olaylar vardır. hangisinin daha önemli olduÄŸu karmakarışık olmaya baÅŸladığında, aslında roman da amacına ulaÅŸmış demektir. bizimse, bütün bu olanları algılamak ve anlamak adına ne yapmamız gerektiÄŸi roman içindeki, yazarın ustalıkla sakladığı verilerle sınırlıdır. yıllarca önce aynı gözlemlerin, üstelik çok daha ustaca kaleme alındığını düşünüp, yazının tam da burasında, amerika' yı yeniden keÅŸfetmeye çalıştığımı da düşünmedim deÄŸil. ama dönemsel olarak bir yazarın kiÅŸisel gözlemlerini ve yaÅŸadıklarından çıkardığı notları, nacizane benim, baÅŸka bir dönemde kendi gözlemlerimle yeniden adlandırmayı da yanlış bulmadım doÄŸrusu. hem adile teyze' nin mersault' nun ön adını sayma ihtimalinin belirsizliÄŸi de hala devam ediyor... parantezi kapatarak devam ediyorum; magazinleÅŸiyoruz. hayatımıza, konuÅŸmalarımıza, ekranlarımıza bu kadar çok magazin haberinin girmesinin bir rastlantı sonucu olduÄŸunu sanmıyorum. kendimizden kaçışın bir diÄŸer sonucu da bu. yemek sonrası hafif bir magazin iyi geliyor bize. dertlerimizi unutmamızı, kendimizden kaçmamızı saÄŸlıyor. baÅŸkalarının özel hayatlarına burnumuzu sokabilmemiz, kendi özel hayatımızın gizliÄŸini onaylıyor gibi. aslında ÅŸu reklam filmleri de sinema filmlerinden daha iyi, deÄŸil mi?. seyrine doyum olmuyor doÄŸrusu. ertesi gün iÅŸ yerimizde yeni çıkan bir reklam filmi hakkında konuÅŸulurken "fransız" kalmamamız için dikkatlice izlememiz gerekiyor hepsini. hiç düşündünüz mü, reklamlar bir toplumun sosyolojik ve psikolojik yapısını en iyi anlatan kısa filmlermiÅŸ. her bir karesi özenle çekiliyor onların. bizim eksik yanlarımızı tamamlamaya yönelik bütün çabaları da. biz o reklam filmlerinde kendimizi buluyor, kendimizi o reklam filminin bir parçası olarak görmeye baÅŸlıyoruz. baÅŸka hiç kimse anlamıyor çünkü bizi, siz beni anlamıyorsunuz. bir sonraki yazıda ne mi yazacağım? bu sorunun yanıtını bilenler arasında bir çekiliÅŸ yapamayacağıma göre ben yanıtlayayım; her konuda yazabileceÄŸim gibi, hiçbir konuda da yazmayabilirim; çünkü ben -kendi sınırlarım içinde- özgürüm! Ali Hikmet EREN - 6 Aralık 2000, ÇarÅŸamba Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!